İttihatçılara Allah’ın bir lütfu: 31 Mart Olayı

YORUM | Dr. YÜKSEL NİZAMOĞLU

Türkiye tarihinde üzerinden yıllar geçtiği halde aydınlatılamamış pek çok olay bulunmaktadır. Bunlardan birisi de Türk siyasi hayatında klişe bir “irtica” örneği olarak sunulan 31 Mart olayıdır.

Bugüne kadar 31 Mart’la ilgili yapılan çalışmalar genellikle birbirinin tekrarı olup olayın arka planını ortaya koymaktan uzaktır. Özellikle İttihat ve Terakki arşivinin günümüze kadar ulaşmaması da olayın anlaşılmasında önemli bir engel oluşturmaktadır.

Yapılan çalışmalarda ise İttihatçıların 31 Mart vakasını ayrıntılı bir şekilde araştırmak yerine alelacele yapılan yargılamalarla kapatmayı tercih ettikleri ön plana çıkmaktadır.

HÜRRİYET VE KAOS

İttihat ve Terakki Cemiyeti, 24 Temmuz 1908’de Meşrutiyetin ilanını sağladı. İkinci Meşrutiyetin ilanı ülkede büyük bir hürriyet ortamı oluşturdu. Bu özgürlük ortamında birçok yerde İttihatçılar vali, kaymakam ve memurlara baskı ile görevden el çektirdiler. Bazı yerlerde de düşük rütbeli İttihatçı subaylar üst rütbeli subaylara zorla Meşrutiyete bağlılık yemini ettirdiler.

İttihatçıların bütün memurları “jurnalci ve eski rejimin adamı” görerek aşağılamaları ve bundan polis teşkilatının da etkilenmesiyle İstanbul’da asayiş bozuldu. Hükümetin silah satışını serbest bırakmasıyla da pek çok silah dükkânı açıldı ve en ufak bir olayda silah kullanılmaya başlandı.

İttihatçıların “dine lakayt” tavırları karşısında Prens Sabahattin önderliğindeki “Ahrar Fırkası” muhafazakâr kesimin toplandığı bir muhalefet partisi oldu. İttihatçılar, haklarındaki iddialara karşılık “dindar” olduklarını göstermek için Ayasofya’da Mithat Paşa’nın ruhuna mevlit bile okuttular.

Ekim ayında Kör Ali ve İsmail Hakkı adlı iki hoca, Şeriatın uygulanmadığı iddiasıyla halkı galeyana getirerek Yıldız Sarayı’na yürüdü. Olay zorlukla bastırıldı ve elebaşları idam edildi.

İkinci bir hadisede ise Beşiktaş’ta bir Müslüman bir kadın Rum bahçıvana kaçmış ve bahçıvan, öfkeli bir kalabalık tarafından polis karakolunda linç edilmiştir. Bu sırada medrese öğrencilerinin askere alınmasına dair bir kanun tasarısının gündeme gelmesi de ulema ve öğrenciler tarafından tepkiyle karşılanmıştır.

İttihatçıların “devr-i sabıkla” hesaplaşmaya yönelik politikaları da toplumda büyük hoşnutsuzluklara yol açtı. Ekim 1908’de Avusturya’nın Bosna Hersek’i ilhakı, Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesi ve Girit’in Yunanistan’a katıldığını açıklaması; İttihatçıların prestijini iyice azalttı.

Bu sırada muhaliflerin faili meçhul cinayetlere kurban gitmeye başlaması gerginliği daha da artırdı. Bütün bu gelişmeler, toplumun bir kesiminin “gayrimemnun” hale gelmesiyle sonuçlandı.

AVCI TABURLARI

İttihatçılar, kendilerini ve “Meşrutiyeti” güvende hissetmediklerinden 3. Ordu bünyesindeki Avcı taburlarını Selanik’ten İstanbul’a getirdiler. Cemiyet, 1909 Şubat’ında da Kâmil Paşa hükümetini düşürerek kendisine yakın Hüseyin Hilmi Paşa’ya hükümet kurdurdu.

Avcı taburlarının Taşkışla’ya yerleştirilmesi, Abdülhamit’e bir gözdağı niteliğindeydi. Hâlbuki bu taburların subayları İttihatçı olsa da “alaylı subaylar” ve “erler” Padişaha bağlıydılar.

“Mektepli subay” olan İttihatçıların alaylıları tasfiye etmeye çalışmaları da önemli bir gerginlik sebebiydi. Bu sırada Taşkışla’daki muhafız taburlarının terhisleri ertelenmiş ve taburlardan birisi Yemen’e gönderilmek istenmiş, ancak gitmek istemeyince Avcı taburları tarafından sindirilmişlerdi.

Askerler İttihatçı subaylardan şikâyet etmekte, “talim” gerekçesiyle namaz kılma fırsatı tanınmadığını ve zorla şapka giydirileceğini iddia etmekte, bu iddialar asker arasında hızla yayılmaktaydı. Bazı mektepli subayların kışlaya sarhoş gelmeleri ve askerin dini hislerini dikkate almayan hareketleri de tepkileri artırmaktaydı.

Olayın başlangıcı ise Cemiyete muhalif Serbesti gazetesi yazarı Hasan Fehmi Bey’in Galata Köprüsü’nde bir suikast sonucunda öldürülmesi oldu. Katilin İttihatçı fedailerden birisi olduğu şeklindeki şüpheler, Cemiyete tepkiyi daha da artırdı.

Bu sırada İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti’yle bağlantılı Volkan gazetesi sahibi Derviş Vahdeti sahneye çıktı. Vahdeti, özellikle Hasan Fehmi Bey suikastı sonrasında İttihatçılara çok ağır suçlamalarda bulunarak halkı ve askeri tahrik edecek yazılar yayınladı. Bu yazılarda İttihatçılar Hz. Hüseyin’i şehit ettiren Emevi halifesi Yezid’e benzetiliyordu.

AYASOFYA MEYDANINDA İSYAN

Rumi takvimle 31 Mart, Miladi takvimle de 13 Nisan (1909) günü Avcı taburları Ayasofya Meydanı’nda toplanarak isyan ettiler. Buraya gelen bazı din adamları ve medrese öğrencileri de isyana destek verdiler.

12 Nisan gecesi bir erin askerin ertesi gün “Şeriat istemek” için isyan edeceğini ihbar etmesine rağmen askeri hiyerarşi ve ihmaller yüzünden birkaç saat kaybedilmiş ve Hükümet olaya müdahalede geç kalmıştı.

İsyancıların talepleri, hadisenin önceden planlandığının bir göstergesiydi. Asiler “şeriatın yeniden hâkim olmasını, isyancıların af edilmesini, Harbiye Nazırı ve Meclis Başkanı’nın görevden alınmasını, mevcut subayların değiştirilmesini” talep ediyorlardı.

Asiler sokaklarda “mektepli subay” avına da çıktılar. Olaylar sırasında Cemiyete yakın bazı gazetelerin matbaaları tahrip edildiği gibi Ahmet Rıza zannedilerek Lazkiye Mebusu Arslan Bey ve Hüseyin Cahit’e benzetilerek Adliye Nazırı Nazım Paşa öldürüldü. Benzer isyanlar Bursa, Erzincan ve Erzurum’da da yaşandı.

Aslında isyanın bir lideri yoktu ve bilinen önderlerinin “çavuş” rütbesinde olmaları, başarı ihtimalini ortadan kaldırmıştı. Ancak olayın tarzı, ülkeyi bir iç savaşa götürebilirdi.

Bu aşamada Hükümet, isyancılara karşı silah kullanmama kararı aldı. Abdülhamit de kardeşkanı dökülmesi endişesiyle silahlı müdahale istemedi. İsyan sırasında İttihatçı liderlerin bir kısmı İstanbul’u terk ettiler,  bazıları da saklandılar.

“HAREKET ORDUSU” İSTANBUL’DA

İsyan üzerine İttihatçıların “Kâbe-i Hürriyet” dedikleri Selanik’te oluşturulan “Hareket Ordusu” İstanbul’a doğru yola çıktı. Bu ordu, Abdülhamit’in de onayıyla İstanbul’a girdi.

Hareket Ordusu, gönüllülük esasına dayandığından bu kuvvetlerin içinde Bulgar, Yunan ve Sırp çetecilerle Musevi gönüllüler de yer alıyordu. Bu kuvvetler kolayca şehre hâkim oldular.  Hareket Ordusu buna rağmen en ufak direnişe bile çok sert karşılık verdi. Bazı kışla ve karakollar önünde top kullanıldı.

İsyanın bastırılmasından sonra sıra suçluların tespitine geldi. “Divan-ı Harbî Örfîler” kurularak yargılamalar yapıldı. Derviş Vahdeti başta olmak üzere altmış iki kişi idama mahkûm edildi. Beş yüz civarında da sürgün ve hapis cezası verildi.

Böylesine önemli bir olayda yargılamaların olayın mahiyetinin anlaşılmasına yönelik olmadığı ve kararların çok hızlı bir şekilde alındığı görülmektedir. İsyancıların doğrudan meşrutiyete karşı çıkmamalarına rağmen mahkeme kararlarında “eski düzeni arzulama” anlamında “irtica” ifadesi kullanılmış ve böylece Müslüman kesimin “gerici” olduğuna vurgu yapan bir önyargı oluşmasına zemin hazırlanmıştır.

BİR DEVRİN SONU

İttihat ve Terakki, isyanın sorumlusu olarak iktidarının önündeki en büyük engel olan Abdülhamit’i görmüş ve Padişah, çıkarılan fetva ile hal’ edilmiştir. Abdülhamit olayda kendisinin bir dahlinin olup olmadığının anlaşılması için tahkikat açılmasını istemişse de İttihatçılar buna yanaşmadılar.

İttihatçılar bu olayı “Allah’ın bir lütfu olarak” görerek yönetimi tamamen kontrollerine aldılar. Önceden planladıkları gibi ordu ve bürokraside büyük bir tasfiye gerçekleştirdiler. “Örfi idare” ile de muhalefeti susturarak ülkeyi büyük bir baskı ile yönetmeye başladılar. Abdülhamit’in yerine hükümdar olan V. Mehmet Reşad da sembolik bir padişaha dönüştürüldü.

Bu kadar önemli bir olayın aktörlerinin tam olarak netleşmemiş olması çok ilginç bir durumdur. Olayda Abdülhamit, Derviş Vahdeti, Avcı taburları, Prens Sabahattin ve İngilizler gibi çeşitli aktörlerin etkili olduğu ileri sürülmesine karşılık İttihatçılar olayın üstünü kapattılar. Hatta Abdülhamit’in bir mahkeme kurularak olayın perde arkasındakilerin bulunması isteğine de Küçük Sait Paşa’nın ifadesiyle “Padişah aklanırsa halimiz ne olur?” diyerek karşı çıktılar.

Ne yazık ki bu tür olaylardan ders alınmamış olacak ki, 15 Temmuz darbesinde de darbenin içyüzünün anlaşılmaması için yoğun bir gayret sarf edildiği ve üstünün kapatılmasının hedeflendiği görülmektedir. Ancak bunun 31 Mart olayında da olduğu gibi kimseye bir fayda sağlamayacağı muhakkaktır.

 

Kaynaklar: B. Kodaman, “A. Şeref Efendiye Göre 31 Mart Hadisesi”, A. Turan Alkan, “31 Mart Vakası ve Sonuçları”, Yeni Türkiye, Ankara 2000; N. Aysal, Örgütlenmeden Eyleme Geçiş: 31 Mart Olayı”, Atatürk Yolu, S. 37-38, 2006.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin