İtirafçılara hesap sorulunca [Nazif Apak]

Gelmiş geçmiş en büyük yolsuzluk skandalının ortaya çıkmasından beri iktidar, Cemaati suçlayacak malzeme aradı. Ele avuca gelecek bir şey bulamadı. En güvendikleri Tahşiye davası ile yola koyuldular; ama her aşamada iddiaların ne kadar saçma olduğu ortaya çıktı. Yine de hukuk katliamından geri durmadılar, bölük pörçük ve suç olmayan eylemlerden mahkeme kapılarını aşındırdılar…

15 Temmuz’daki kurgulanmış-kalleş darbe teşebbüsünü Cemaat’in üzerine yıkmaya heveslendiler. Beyin yıkama metotlarıyla toplumun önemli bir bölümünü bu yalana inandırıp herkesi kandırdılar; ama hukuki boşlukları hala dolduramıyor; darbede kendi planlamalarının etkin rolünü gizlemekte güçlük çekiyorlar. Olmuyor. Bir açığı kapatsalar öbür taraf çıplak hale geliyor.

En son Rusya Büyük elçisine yapılan kalleş suikastı onlarca yalan uydurmak suretiyle Cemaat’e yıkmaya cüret ettiler. Nafile. Katilin profili, olay esnasında söyledikleri, yakın arkadaş çevresi, emniyetteki tasfiye sonrası eline silah tutturulması, El Nusra bağlantısının gizlenemez derecede açıkta olması vs. yalancıların mumunu yatsıya bırakmadı…

Tek çare: İtirafçılar

Hal böyle olunca geriye sadece ‘itirafçı’ adı verilen iftiracılar kalıyor. Malını, ailesini, canını, hürriyetini tehlikede gören ve korkunun esiri haline getirilmiş bazı kişiler itirafçılık adı altında sunulan ahlaksız teklife evet demek zorunda bırakılıyor. Bu tip zayıf karakterli insanların uydurma beyanları tek başına delil olabilir mi? Asla! Ne var ki AKP yargısının elinde avucunda suç unsuru sayılabilecek somut hiçbir delil yok. En güvendikleri ByLock bile ortaya çıkan gerçekler karşısında delik deşik oldu. Vicdanını bir adama satmış yargı için şimdi tek sığınak itirafçılar.

İtirafçı adıyla iftirada bulunan insanların hukuken çok büyük bir çıkmazı var: Madem yapılanlar suçtu, beraber çalıştığın kişiler bir örgüttü; sen de aynı suçu işlemiş olmuyor musun? Mesela ‘Çatı davası’ dedikleri dosyaya bir de bu açıdan bakın; ne kadar büyük bir hukuk faciası işlendiğini göreceksiniz. Latif Erdoğan, Kemalettin Özdemir, Nurettin Veren gibi kişilerin bu davalardan cezasız sıyrılmaları imkansız.

Ortada bir suç yok aslında. Ama bu adamların beyanı ile onlarca insan yargılanacaksa en başta itirafçıların sanık sandalyesine oturtulması gerekir. Latif Erdoğan kendini öncü, kurucu; hatta Hizmet’in asıl sahibi saymıyor muydu? Nurettin Veren adlı kişi okulların, gazetelerin vs. akıl ve fikir babası olarak kendini görmüyor muydu? Kemalettin Özdemir bir dönem ‘Emniyet imamı’ olarak çalıştığını söyleyerek paçayı kurtarma derdine düşmemiş miydi?

‘Hizmet’in Sözcüsü’ yırtabilir mi?

Diyelim ki ismi geçen kişileri kamuoyu çok tanımıyor; o zaman daha  tanınan birini örnek vereyim: Hüseyin Gülerce. Bu şahıs her yerde ve her zaman ‘Hizmet’in sözcüsü’ gibi davrandığını sağır sultanlar bile duymuştur. Adamı zapt etmek için bir ara Cemaat seferber olmuş, “Abi sen sözcü falan değilsin; ne olursun artık bazı kritik görüşmeler yapıp bazı sözler vermeyi bırak” demişlerdi.

O aldırdı mı? Hayır. Cemaati zora sokacak randevular aldı, görüşmeler yaptı ve sonunda Fethullah Gülen resmen açıklama yapmak zorunda kaldı. Neydi o açıklama, hatırlayan var mı? Resmen Gülerce hedef alınmış, yaptığı görüşmelerin kurduğu ilişkilerin kişisel tercih olduğu, Cemaati temsil etmediği söylenmişti…

Kamuoyu huzurunda tekzip yemesine, tedip edilmesine rağmen Gülerce ‘sözcülük’ huyundan vazgeçti mi? Hayır, ısrarla devam etti ‘tehlikeli ilişkiler’ kurmaya. Mesela? Gülerce PKK ile irtibat kurdu, görüşmeler yaptı, Cemaati zora sokacak sözler verdi. Bu vahim durum ortaya çıkınca Hocaefendi’nin tepkisi çok net ve sert idi. O kadar ki ipler kopma noktasına o gün bir daha geldi.

‘İstişare ettim’ yalanı

Gülerce bir yalan uydurarak kendini kurtarmaya çabaladı: ‘Ben görüşmeden önce Hocaefendi’den izin aldım’ dedi. Gülen’in tepkisi  daha da şiddetliydi. En yakın görgü şahidinden dinlediğime göre Hocaefendi. “Yalan söylüyor!” dedi. Öğrendiğime göre araya Vakıf’tan birileri girdi ve Gülerce ile görüştüler. Gülerce Hocaefendi’den izin alma meselesini tekrar edince bunun yalan olduğunu söylediler. Hüseyin Bey’in yüzünün kıpkırmızı kesildiğini birkaç kaynaktan dinledim.

Meğer Gülerce kelime oyunu yaparak yalan söylemediğini kendi kendine telkin ediyormuş. Herhalde şimdi de benzer bir teselli ve telkinde bulunuyor kendine. Tevile neden olan konu da şu: PKK görüşmesinden seneler önce Öcalan’ın avukatları her kesimden 50 civarında gazeteci ile görüşürken Gülerce’yi de aramış. O da bunu Hocaefendi’ye nakletmiş, 50 gazeteciden biri olarak görüşmek istediğini söyleyince Hocaefendi sessiz kalmış. Meğer Gülerce, yıllar önce avukat görüşmesi için yarım yamalak yapılan görüşmeyi yıllar sonra PKK ile görüşme için kullanıyormuş. İzin de yokmuş, istişare de. Ancak adam Cemaati ateşin içine atacak bir görüşme yapmış, sözler vermiş, bunu herkesten gizlemiş, olay ortaya çıkınca da yıllar önceki avukat görüşmesini kastederek “Ben kendisi ile istişare ettim” diyerek terör örgütü ile ne pazarlık yaptığını saklamış.

Bir, iki değil…

Gülerce’nin gizli görüşmeleri PKK ile sınırlı değil.

Hizbullah örgütü ile randevulaşıyor, onları Yalova’daki evine davet ediyor mesela. Onlarla uzun uzun görüşmeler yapıyor. Hizbullahçılar iktidarla kurdukları diyaloğu, işbirliğini anlatıyor. Sonra da Cemaatten –özellikle de Cemaatin medyasından- şikayetçi oluyorlar. Kendilerine Hizbulvahşet dendiğini naklediyorlar. Gülerce bunları duyar da boş geçer mi? Veryansın ediyor kendi medyasına. Sonra da bunları kılıfına uydurarak ve Hizmet sosu katarak Cemaatin içinde etkin gördüğü kişilere naklediyor. Tabi bazı insanlarda da şu kuşku uyanıyor: Sen kimsin ve hangi sıfatla eli kanlı radikal bir örgütle görüşüyorsun?

Gülerce’nin esrarengiz görüşmeleri illegal örgütlerle sınırlı değil. Bir bakıyorsun bir mafya babası ile bir araya gelmiş adama Samsun’da okul binası yapmasını teklif etmiş. Hizmet’in bulaşmamaya çalıştığı Metro şirketinin malum mafyasını Cemaate iltisaklı hale getirmek istiyor. Bir bakıyorsun aynı adam Cübbeli Ahmet diye bilinen kişi ile vapurda özel bir görüşme yapıyor. Ona ne diyor, ne vaat ediyor, nasıl bir kelam ederek Cemaatin ısrarla kaçındığı Cübbeli Ahmet davasında nasıl bir ilişki kuruyor bilinmiyor; ama bu vapur görüşmesi ortaya çıktığında Cemaatin hışmına maruz kalıyor yine. O zaman da bunun ayarlanmış bir görüşme olmadığını, ‘tevafuken’ vapurda karşılaştıklarını söylüyor.

Yalçın Akdoğan’la ortak metin

Daha da kötüsü var: Erdoğan’ın İstanbul’daki Türkçe Olimpiyatlarında ‘Hasret bitsin’ diye gayrı samimi çağrısını iki kişi hazırlıyor: Yalçın Akdoğan ve Hüseyin Gülerce. Akdoğan 28 Şubat’ta ‘devlet görevi’ gereği fişlemeler yapan ve takip eden kişi. Onunla planlama yaparak Gülen’i Türkiye’ye davet ederken bu çağrıya verdiği emeği de gizliyor. Ta ki Akdoğan, Yazarlar Vakfı’ndan birine “Bize ne kızıyorsunuz kardeşim, bu metni Hüseyin Bey istedi ben de yardım ettim; beraber yazdık” diyeceği ana kadar…

Uzatmayayım; demem o ki, madem birileri bir zamanlar arkadaşlık yaptığı kişileri satarak paçayı kurtarmaya kalkışıyor; hazır bunu yaparken hakimlere karanlık yüzlerini de anlatsalar. Mesela Gülerce gerçek itirafa şuradan başlayabilir: Ergenekon organize şemasında Gülerce’nin ismi neden vardı?  Bu günkü parti yargısı itirafçılara dişe dokunur gerçek sorular sormasa bile yarın mutlaka itirafçılık adı altında iftiracılık yapanlar hesap verecek. O zaman bazı gerçekler ortaya çıkacak…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. `Gerceklerin ortaya cikma gibi bir adeti vardir` derler. Her ne kadar bu sozun, `mutlaka daha dunyada iken ortaya cikar` anlaminda ele alinmasi sacma olsa bile, gerceklerin ortaya cikmasi gercekten guzel. Sagolasiniz Nazif Bey.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin