İslamcıların ertelediği ahlâk ve dindarlık

YÜKSEL ÇAYIROĞLU | YORUM

Müslümanlar, son bir iki asırdır yolunu ve yönünü kaybetmiş gibi görünüyor. Henüz üzerinde ittifak sağlanan bir hedef birliği de yok. Kimse mevcut durumdan memnun olmasa da tam olarak neye ihtiyacı olduğunu, mevcut krizden nasıl çıkacağını ve tam olarak ne yapacağını bilemiyor.

Günümüzde dinî, ahlakî, siyasî, hukukî, iktisadî, içtimaî alanlarda baş edilmesi ve çözülmesi gereken yığınla problem var. İslâm dünyası birkaç asırdır siyasî gücünü ve üstünlüğünü kaybetti. Birliği parçalandı. Asırlık kurumları yıkıldı ama yerine yenileri de ikame edilemedi. Bilim ve teknolojide Batı’nın çok gerisinde kaldı. Fakr u zaruretin pençesine düştü. Moral gücünü, ümidini, özgüvenini yitirdi. Bir taraftan zorba yöneticilerin istibdadına maruz kaldı, diğer yandan da modernitenin hegemonyası altına girdi.

Modern Batılı değerlerin meydan okuması karşısında tatminkâr cevaplar veremedi. İslâm’ın, kendine has değerleriyle, günümüz insanına neler vereceğini, onun dünya-ahiret saadeti adına nasıl bir katkıda bulunacağını gösteremedi. Bunu yapmak şöyle dursun, modern dünyada nasıl Müslüman kalınabileceğinin, İslâmî değerlerin hayata nasıl taşınabileceğinin güzel bir örneğini de kendi büyüklüğü ölçüsünde ortaya koyamadı.

Müslümanlar bir-iki asırdır, yaşanan bu derin krizin sebeplerini teşhis etmeye ve ondan kurtulma adına çözümler bulmaya çalışmıyor değillerdir. Çalışıyor, gayret gösteriyorlar. Bundandır ki şimdiye kadar farklı mütefekkir ve âlimler tarafından reform talepleri dile getirildi veya farklı kurtuluş teorileri ortaya atıldı.

İslâm dünyasında bir kısım ihya hareketleri baş gösterdi; bazı cemaatler, kurumlar veya devletler tarafından ıslahat gayretleri ortaya kondu. Bütün bunlar içinde kimileri eğitime vurgu yaptı ve bu alanda reform yapılması gerektiğinden bahsetti. Kimileri öze dönüşe (Kur’an’a ve Sünnet’e) vurgu yaptı. Kimileri dinde reform yaparak İslamî aydınlanmanın gerçekleştirilmesi gerektiğini söyledi. Kimileri geleneksel yoruma faturayı çıkardı ve ona alternatif olarak tarihselcilik ve hermenötiğin esas alınmasıyla nasların yeni bir yoruma tâbi tutulmasından bahsetti.

Kimilerine göre problemin temelinde, İslâm dünyasına taklit ruhunun hâkim olması yatıyordu ve çözüm de içtihat müessesesine işlerlik kazandırmaktı. Hatta şiddet ve terör eylemleriyle amaçlarına ulaşmak isteyen radikal gruplar dahi ortaya çıktı.

Ancak bütün bunların yanında gayret ve hedefler ağırlıklı olarak güç mücadelesine ve siyasi hâkimiyete yöneldi, şeriata uygun bir İslâm devletinin kurulması yönünde atımlar atıldı. Zihinler hilâfet, şeriat, egemenlik, hâkimiyet, cihat, İslâm devleti gibi kavramlara yoğunlaştı, tartışma ve müzakereler bunlar etrafında cereyan etti. Müslümanların geri kalmasından Batı sorumlu tutuldu. Sadece geri kalmışlık değil, İslâm dünyasında süregiden birçok problemin ana kaynağı olarak Batının sömürgeciliği, baskıları, müdahaleleri görüldü.

Dahası, İslâmî hayatı gerileten ana faktör olarak, Batı’dan ithal edilen demokrasi, laiklik, sekülerizm, kapitalizm gibi ideolojilerin Müslümanlar arasında yayılması gösterildi. Dolayısıyla bütün bunlarla mücadele edebilmek için ihtiyaç duyulan yegane şey de güç ve egemenlikten başka bir şey değildi.

İzahını yaptığımız bu görüşleri benimseyen kimseler genellikle “İslamcılar” veya “siyasal İslâm” olarak isimlendirilir. Daha önce başka bir yazıda detaylı olarak siyasal İslam’ın ne olduğu, nasıl ortaya çıktığı, neleri hedeflediği, günümüzde nasıl bir hâl aldığı üzerinde detaylı olarak durmuş, haklı oldukları ve yanıldıkları noktalara işaret etmiş ve genel anlamda siyasal İslâm’ın bir eleştirisini yapmıştık. Burada tekrara girmeyeceğiz. Ancak şunu ifade etmek gerekir ki siyasal İslamcıların savundukları görüşler ve hareket tarzları Müslümanlar içinde de geniş bir kitle tarafından kabul görmektedir.

Siyasal İslâmcıların kullandığı dile, kavramlara, hedeflerine ve hareket tarzına bakılacak olursa çok rahatlıkla onların İslâm’ı bir ideoloji hâline getirdiklerini söyleyebiliriz. Modern dünyada liberalizm, sosyalizm, kapitalizm, komünizm, modernizm, postmodernizm, milliyetçilik gibi ideolojiler hâkimiyetini sürdürürken, İslamcılık da ideolojik bir hareket olarak bunların yanında yerini almış oldu. Zira o da diğer ideolojiler gibi siyasal bir devrim yapmayı ve yeni bir toplumsal düzen kurmayı hedefliyordu. Ele geçirdiği güçle yeni bir alternatif oluşturacak, hukuku, ekonomiyi, siyaseti, eğitimi, kültürü kendine göre yeniden şekillendirecekti.

Siyasal İslamcıların ne ölçüde başarılı oldukları, bu hedeflerini gerçekleştirip gerçekleştiremedikleri üzerinde ayrıca durulabilir. Bizim burada dikkat çekmek istediğimiz ayrı bir husus var. Onlar, sahip oldukları yaklaşımlarıyla İslam’ı yaşamak, temsil etmek ve yaşatmak yerine onu bir ideoloji hâline getirdiler. Dahası onu sadece bir ideoloji hâline getirmekle yetinmediler, aynı zamanda onu sekülerleştirdiler, araçsallaştırdılar ve siyasallaştırdılar.

İslâm’ı hâkim kılmak isterken farkında olmadan onu kendi siyaset ve iktidarlarına tâbi kıldılar. Hamasi, tepkisel, duygusal, agresif ve savunmacı bir tutum geliştirdiler. Daha da önemlisi İslâm’ın temel dokusunu bozdular, ondaki önceliklerin yerini değiştirdiler, imanı, ahlâkı ve dindarlığı ıskaladılar. Enerjilerini, himmet ve gayretlerini, kuvvet ve iktidar mücadelesinde harcadıkları için, insanın inşasına yoğunlaşamadılar. İmanlı, ahlâklı, faziletli, şuurlu fertler yetiştiremediler.

Onlara göre mevcut zulümlerin, haksızlıkların, sömürülerin, sefalet ve geri kalmışlığın sorumlusu başkalarıydı, düşmanlarımızdı. Dolayısıyla “kâfirlerin” işgal ve sultasından kurtulmadan, tam anlamıyla bağımsızlığımızı elde etmeden ve bütünüyle egemen hâle gelmeden dindarlığımızı yaşamanın da imkânı yoktu. Dolayısıyla ferdî kemâlât bir yana bırakılıp, dinin muamelatı askıya alınıp bütün himmetler güç ve siyasete yönelmeliydi. Sanki iktidarlar, devletler Müslüman yöneticilerin eline geçtiğinde dine ve dindarlığa ait problemler de kendiliğinden çözülecekti.

Daha da kötüsü, İslâmcılar, siyasi hedeflerine ulaşıncaya kadar sadece ahlâkı, muamelatı askıya almakla kalmadılar, yalan, iftira, aldatma, rüşvet, hırsızlık, yolsuzluk, adam kayırma, gasp, zulüm gibi dinin açıkça haram kıldığı bir kısım fiilleri de kendilerine meşru gördüler. Makyavelist bir anlayışla hareket ettiler, kendilerini hedefe götüren her vesileyi -söylemleriyle olmasa da eylemleriyle- meşru saydılar. Bazı dinî kavram ve ilkeleri kendi anlayışlarına göre tevil etmek suretiyle günahlarına dinden kılıf bulmakta zorlanmadılar.

Ne var ki şurada yanılıyorlardı: Eğer değişim, ferdin iç dünyasında, kalbinde, zihninde, duygu ve düşüncelerinde başlar ve oradan hayata, topluma, müesseselere aksederse böyle bir değişim kalıcı olur ve istikbal vaat eder. Fakat yukarıdan inme bir değişim baskı ve despotizmle birlikte geleceği için tepkiyle karşılanır ve kalıcı olmaz.

Müslümanlar sömürüldüyse bunun sebebi -Malik b. Nebi’nin ifadesiyle- onların “sömürülebilir” hâle gelmeleri, yani iman bakımından zayıflamaları, ahlâken yozlaşmaları ve fikren de çoraklaşmalarıdır. Batılı devletlerin son asırlardaki baskı, zulüm ve cürümlerini bir yana bırakacak olursak, bugünkü tablonun oluşmasında Müslümanların da asırlık ihmal ve kusurlarının olduğunu unutmamalıyız. O hâlde başkalarını suçlamadan önce kendimizi ciddi bir muhasebeye tâbi tutmalı; imana, ahlâka, maneviyata, ilme, eğitime yatırım yapmalı ve bu alanlarda kâmil müminlerin yetişmesine öncülük etmeliyiz.

Şurası muhakkak ki Kur’ân ve Sünnet’in öğretilerini içine sindirememiş, akıl ve kalplerini vahyin nuruyla aydınlatamamış fertler, iktidarı ele geçirdiklerinde daha ahlâklı ve daha dindar olmayacaklardır. Bilakis güç onları daha da yozlaştıracak, iktidarın nimetleri onları sefahate sürükleyecektir. Yani erteledikleri dindarlığı bir türlü yaşayamadıkları gibi, mevcut ahlâkî seviyelerini bile koruyamayacaklardır. Siyasi güç elde etmek ve devleti ele geçirmek asıl hedef hâline getirildiğinde, bunlar elde edildikten sonra belki görevlerini tamamlamış olmanın tatminini yaşayacaklar ama din ve diyanet adına bir mesafe kat edemeyeceklerdir. Yakın zamanda hem Türkiye’de hem de İslâm dünyasında bunun birçok örneğini gördük.

Neredeyse bütün Müslümanlar, İslâm dünyasında işlerin yolunda gitmediğinde ve bir şeylerin değişmesi gerektiği fikrinde mutabık. Fakat bu değişim nereden ve nasıl başlayacak? Himmet ve gayretler nereye odaklanacak? Bu soruya doğru cevap verebilmek için tarihte yaşananlara bütüncül bir nazarla bakabilmek, son asırlarda tam olarak ne olup bittiğini anlayabilmek ve yaşanan problemlerin kökenine, temeline inebilmek gerekiyor. Bu yapılabildiği takdirde dinle hayat arasındaki bağın zayıflamasının veya kopmasının altında cehalet, ahlâksızlık, adaletsizlik, istibdat, iman zaafı, taassup, taklit, dini yanlış anlama gibi problemlerin yattığı görülecektir.

Belki siyasal İslamcılar da bu problemlerin farkında. Ama onların zihni şöyle çalışıyor: Yönetim ve egemenlik bizde olursa zaten arzu ettiğimiz dönüşümü gerçekleştiririz. Bu hedeflerine ulaşana kadar da dinî yaşamı askıya alabileceklerini zannediyorlar. Ne de olsa onlara göre mevcut yozlaşmış ve dinle bağlarını koparmış siyasal ve toplumsal düzende dinî hükümleri yaşamanın imkânı yok. Dahası tek tek bu problemlerle uğraşmanın mantıklı bir yanı da yok. Hele bir gücü ele geçirip arzu ettikleri şeriat ve hilafeti geri getirsinler, zaten her şey yoluna girecektir.

Onların bu yaklaşımı, insan fıtratına, varlığın akışına, tarihî realitelere ters düşüyor. Zira iç dünyalarında bir devrim gerçekleştiremeyen insanların, dış dünyada bir devrim yapmaları, toplumu dönüştürmeleri çok zordur. Baskı altında, zor şartlarda ahlâklı ve dindar olamayan insanların, iktidar nimetlerine kavuşunca bunu yapacağını düşünmeleri ise züğürt tesellisinden başka bir şey değildir.

Konuyla ilgili Bediüzzaman Hazretlerinin şu tespiti çok yerindedir: “Şeriatta, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, ahiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir.” Dolayısıyla bir Müslüman hangi ülkede yaşarsa yaşasın, ağır baskılar yoksa dininin büyük bir kısmını yaşayabilir. Kur’an ve Sünnet’in hüküm ve hedeflerinin, her zaman ve zeminde hayata taşınabilecek yönleri olduğunu bilir ve bunlara odaklanır. Mevcut rejim ve sistemin İslâm’la yüzde yüz uyuşmadığını iddia ederek dinî sorumluluklarını erteleyemez. Dinî değerlere uygun bir değişim arzuluyorsa bunun yolunun fertlerin iman ve ahlâkla donatılmasından, kaliteli bir eğitim görmesinden geçtiğini bilir.

 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. Bu yazı için teşekkür ederim Yüksel Bey. Ben de ara ara müslümanlık alemi olarak bu zilletten nasıl kurtuluruz diye düşünüyorum ama hiç işin içinden çıkamıyorum. Bazen sanki hiç ümit yokmuş gibi hissediyorum; hadislerde İslam’ın tekrardan yükseleceği söylenen devir belki de çoktan gelip geçmiş ve belki de dünyanın son onyıllarındaymışız gibi. Elbette ümitsiz olmamak lazım ama sonuçta kıyametten kısa bir süre önce müslümanların çok kötü bir halde olacağını da hadislerden biliyoruz. Gerçi birçok müslüman grupta veya fertlerde bir kıvılcım ve bir hareketlenme var, aslında bir iyiye gidiş mevcut ama Hazreti Yunus kıssasındaki gibi şu an dünyadaki tüm koşullar ve olaylar aleyhimizde. Bir yandan da ‘sen daha kendi nefsine söz geçiremiyorsun, sana mı kalmış müslümanlık alemi’ diye düşünüyorum ama eğer İslam belki 800 sene önceki gibi olsaydı, bu kurumlarımız şu an var olsaydı, yani toplumlarda İslami bir hayat yaşanıyor, teknoloji de çoğunlukla İslam’a uygun kullanılıyor olsaydı ben kendi nefsimle çok daha az uğraşmak zorunda kalacak ve çok daha az günaha girecektim. Örneğin şu internet denen şey hiçbir dini ve ahlaki kaygıları olmayan, tek düşünceleri kar elde etmek olan kapitalist Batı tarafından değil de her adımında Allah rızasını gözeten gerçek müslümanlar tarafından bulunsaydı bu kadar zarar verici ve günaha sokucu olur muydu? Yani bireysel olarak nefsimiz ile mücadele ile ümmetin durumu arasında çok büyük bir ilişki var. Ruhumuz günahlarla delik deşik olmuş durumda, 300 kurşun yemiş bir beden gibi. Allah affetsin ve merhametiyle muamelede bulunsun.

  2. Hocam Siyasal İslamcıların yaptıkları, Goethe’nin FAUST romanının birebir aynısı.

    Dr. Faust, bilgiye ve hakikate ulaşmak için şeytanla bir anlaşma yapar. Başlangıçta amacı saf ve entelektüeldir; dünyadaki en derin bilgilere erişmek ister.

    Bu meşru amaç için önüne çıkan engelleri bertaraf edemez. Amacını ULVİ gördüğü için, bu sefer önüne çıkan engelleri bertaraf etmek için haksızlıklar yapar. Ancak zamanla kibri ve açgözlülüğü de artar, etik sınırları aşar, masum insanlara zarar verir. Sonunda ruhunu kaybeder ve trajik bir sonla karşılaşır.

    Bu romanlarda da kalmamış.

    Hocaefendi bu zulmün en şiddetli anlarında Robespierre den bahsettiğinde, biz olayın aktuel tarafıyla kaldık belki, çok önemli bir noktasını es geçmiş olabiliriz.

    Dr. Faust’un hayata dönmüş bir örneği Robespierre gözümüzün önünde duruyor. Fransız Devrimi’nin başında özgürlük, eşitlik ve kardeşlik için mücadele eder. Ancak zamanla gücü elinde tutmak için muhaliflerini idam ettirmeye başlar. Kendi adalet anlayışı uğruna binlerce insanı giyotinde öldürtür.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin