(Hayatın anlamı 4)
YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU
Hayatın anlamını keşfetmek için insanın önce kendini keşfetmesi, insan olmanın ne anlama geldiğini kavraması gerekir. İnsan, fizyolojik yapısı, şuuru, idraki, duyguları, istidatları, zaafları, estetik zevkleri, hazları ve sezileriyle nasıl bir varlıktır? İnsanı diğer canlılardan ayıran ne gibi hususiyetleri vardır? Varlıkla arasında nasıl bir bağ ve ilişki vardır? İnsan neyle tatmin olur? Onun istek ve ihtiyaçları, zaaf ve boşlukları nelerdir? İçinde yaşadığı dünya, insanın istek ve ihtiyaçlarını tatmin etmeye yeter mi? İnsanın, arzularını karşılayacak güç ve kapasitesi var mıdır? Ebediyet duygusu insana nereden gelmiştir? Öleceğini bilen bir canlı olarak insan, yokluk ve hiçlik duygusuna nasıl dayanır?
En başta şunu ifade etmek gerekir ki bugüne kadar insanın kendisiyle, varlıkla, varoluşla, hayatla ve Yaratıcıyla ilgili sorularına tatmin edici cevapları ancak dinler vermiştir. Hatta dinlerin vaz ediliş amacının bu olduğu bile söylenebilir. Bu yüzden vahyin, öncelikli referans kaynağı olarak görüldüğü modern öncesi dönemlerde hayatın anlam ve amacına dair yaygın bir sorgulama yapılmamıştır. Çünkü onlar vahyin akıllarına ve gözlerine çaldığı nur sayesinde varlığı doğru görmüş, doğru okumuş ve manasını da doğru anlamışlardır. Hiçbir zaman görüngüler dünyasıyla yetinmemiş, semavi kitaplar sayesinde görünenden görünmeyene ulaşmışlardır.
Anlam dediğimiz şey de zaten eşyanın zahiri yüzü altına gizlenmiş deruni bir hakikat, tinsel bir öz, saklı bir gizem değil midir? Modern insan, varlıkların sadece görünen yüzleriyle, yani işleviyle, faydasıyla, üretim ve tüketimiyle, fonksiyonuyla ilgilendiği için anlamı ıskalıyor olabilir mi? O, bilimsel bilgiyi hakikatin tek ölçüsü olarak gördüğü ve vahyi referans kaynağı olmaktan çıkardığı için bir anlam bunalımı yaşıyor olabilir mi?
Daha fazla uzatmadan, öncelikle Kur’ân’ın insan, dünya hayatı ve varlıkla ilgili önümüze koyduğu gerçekliğe bir bakalım ve buradan hareketle hayatın anlamını keşfetmeye çalışalım: İnsan, bir kısım filozofların iddialarının aksine ne konuşan bir hayvandır ne de biyolojik bir canlı; bilakis o, oldukça mualla ve müstesna bir mevkiye sahiptir. O, Allah’ın diğer varlıklardan üstün kıldığı şerefli, izzetli, onurlu ve saygıdeğer bir varlıktır. (İsrâ sûresi, 17/70) İnsan, en güzel ve en mükemmel bir suret ve sirette yaratılmıştır. (Tîn sûresi, 95/4) Ve yine o, bütün varlığın emrine verildiği bir yer yüzü halifesi (İbrahim sûresi, 14/32-34); Allah’ın ruhundan üflediği bir nefh-i ilahidir. (Sâd sûresi, 38/72-75) Onun bu mualla mevkiinden dolayıdır ki ilk yaratıldığında melekler bile kendisine secde etmekle emrolunmuştur. (Bakara sûresi, 2/34)
Kur’ân’ın ısrarla ve tekrarla üzerinde durduğu konulardan biri yaratılışta ve varlıkta bir boşluğun ve abesliğin olmadığı, her şeyin yerinde, hikmetle ve bir gayeye yönelik yaratıldığıdır. Şu tür âyetler pek çok yerde tekrar edilir: “Biz yeri, göğü ve ikisi arasındakileri gereksiz yere yaratmadık.” (Sad sûresi, 38/27), “Biz gökleri, yeri ve bu ikisinin aralarında bulunan varlıkları elbette boşuna değil, gerçek bir gaye ve hikmetle yarattık.” (Hicr sûresi, 15/85) Bu tür âyetlerde yerin, göğün ve ikisi arasında kalan bütün varlıkların “hak” olarak yaratıldığı beyan edilir. Demek ki her varlığın bir hakikati, bir anlamı, bir gayesi vardır. Yaratılışta abes ve absürt bir şey yoktur. Varoluş anlam ve amaçtan yoksun değildir. Varlığın bir hikmeti, işleyiş düzeni ve ahengi vardır. Çünkü her bir varlık sonsuz bir ilim, irade ve kudret eseri olarak vücuda gelmiştir.
Kur’ân, daha başka âyetlerde yağmurdan, bulutlardan, bitkilerden, hayvanlardan, gökyüzü cisimlerinden verdiği misallerle varlığın hak, hikmet ve gaye üzere yaratıldığını detaylıca beyan eder. Akabinde de “Onlar, devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl yere dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?” (Gâşiye sûresi, 88/17-20) mealindeki âyetlerle insanı varlık üzerinde düşünmeye, düşünüp ondaki incelik ve güzellikleri, âhenk ve düzeni, anlam ve amacı görmeye ve buradan hareketle varlığa bu hususiyetleri veren Yaratıcısını tanımaya davet eder. Tıpkı Kur’ân âyetleri gibi, varlık ve yaratılışa dair âyetleri de okuyup anlamasını emreder.
Nitekim Kur’ân’ın beyanına göre yerlerin ve göklerin yaratılışı hakkında tefekkür eden akıl sahipleri, bu tefekkürlerinin neticesinde Allah’a şöyle yalvarırlar: “Yüce Rabbimiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın. Seni bu gibi noksanlardan tenzih ederiz. Sen bizi o ateş azabından koru!” (Âl-i İmrân sûresi, 3/190-191)
Canlı cansız bütün varlık hak olarak yaratılır da insanın hayatı boş ve anlamsız olabilir mi? Kur’ân-ı Kerim, “Sizi abes yere (anlam ve amaçtan yoksun) yarattığımızı mı sandınız?” (Mü’minûn sûresi, 23/115) sorusuyla (istifham-ı inkârî), durumun hiç de sanıldığı gibi olmadığını ifade eder. “İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?” (Kıyâme sûresi, 75/36) sorusuyla insanın bu dünyaya gönderilmesinin bir anlam ve amacı olduğuna işaret eder. Başka ayetlerde ise insanın yaratılış amacını şöyle özetler: “Hanginizin daha güzel iş ortaya koyacağını denemek için, ölümü ve hayatı yaratan O’dur.” (Mülk sûresi, 67/2) “Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât sûresi, 51/56)
Hayatın anlamını kavramak biraz da insanın içinde neşet ettiği ve ömür sürdüğü dünyanın mahiyetini kavramaya bağlıdır ki Kur’ân’ın en çok üzerinde durduğu konulardan biri de budur. Kur’ân, dünya hayatının oldukça güzel, çekici, cezbedici ve tatlı olduğu üzerinde durur. Bu yüzden o, aldatıcıdır. Niceleri onun cazibesine kapılıp gitmiş, bilerek ve isteyerek dünyayı ahirete tercih etmiş ve asıl vazifelerini unutmuştur. Esasında dünya, insanın çıktığı uzun yolculukta sadece bir uğrak yeridir, kısa süreliğine kalacağı bir misafirhanedir. Nimetleri azdır, faydası geçicidir. Sonlu ve sınırlıdır. Bir eğlenceden, oyun ve oyalanmadan, övünme ve çokluk yarışından ibarettir. Ahirete nispeten gölge, hayal veya rüya gibidir. İnsanın dünyadan sonraki durağı ise ebedi kalacağı ahiret hayatıdır. (İlgili ayetler için bkz. https://www.kuranmeali.com/Fihrist.php?konu=Dünya%20Hayatı)
Kur’ân, dünyayı, dünyaya bakan, heves ve arzuları ilgilendiren, ahireti unutturan cihetiyle zemmeder. Henüz gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, hayalin dahi kavramaktan aciz kaldığı ebedi Cennet nimetleri yanında onun önemsizliğine ve basitliğine işaret eder. Bu yüzden dünya hayatı içinde, doğumla ölüm arasında hayatın gerçek anlamını bulmak mümkün değildir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Şu perişan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz, hamisiz bir surette; âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder.” (Mektubat, 20. Mektup)
İnsan, Rabbini tanıdığında hayatının anlamını bulur. Dünya hayatı, ebedi ahiret hayatıyla anlama kavuşur. Dünyadaki varoluşlar, değişimler, dönüşümler, ölümler vahiy bilgisiyle bir çerçeveye oturur. Yapılan güzel işler, iyilikler, yardımlar, fedakarlıklar, zulümler, haksızlıklar, kötülükler, cinayetler ancak zerre kadar iyiliğin de kötülüğün de karşılığının görüleceği ebedi bir hayatla anlamını bulur. Dünyadaki sıkıntılara, hastalıklara, belalara, yaşlılığa, kayıplara geniş bir perspektifle bakılıp bunların büyük resimdeki yerleri ve anlamları bulunduğunda bunlara katlanmak mümkün olur. Zira tahammülü aşkın görülen şeyleri katlanılabilir kılan şey onlara yüklenen anlamdır. Bediüzzaman’ın Hastalar Risalesi veya İhtiyarlar Risalesi okunduğunda ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır.
Bütün bunlardan da anlaşılacağı üzere hayatı anlamsız bulma da, doğumla ölüm arasında geçen sınırlı ve kısacık bir yaşam içinde onun anlamını arama da insanın en büyük yanılgılarından biridir. Hayatın anlamı, maddi, dünyevi ve araçsal şeylerde bulunamaz. Bediüzzaman’ın ifadesiyle hayatın gayesi, rahatça yaşamak, gafletle lezzetlenmek ve hevesli bir şekilde nimetlenmektir diyenler, insanın sahip olduğu hayat nimetini de, akıl, şuur ve idrak gibi latifeleri de hafife almış ve bunlara karşı nankörlük etmiş olurlar. İnsan olma gerçeği bunlardan çok daha büyük ve derindir.
Bazıları, anlamı kendisinin inşa edeceğini düşünebilir ve önüne koyduğu öznel hedeflerde anlam bulmaya çalışabilir. İnsanın hayata tutunması ve mücadele etmesi için bu oldukça önemlidir. Bu tür bireysel ve sınırlı hedefler bir yere kadar insanı tatmin ve mutlu edebilir. Ancak bizim burada üzerinde durduğumuz konu bu değildir. Daha önce de belirttiğimiz gibi belli koşullara bağlı olmayan, hayatın bütününü kapsayan, herkes için geçerli olan nesnel, nihai ve deruni bir anlam üzerinde duruyoruz.
Hülasa-i kelam, tek kelimeyle hayatın anlamını ifade etmek kolay değildir. Kur’ân’ın konuyla ilgili beyanlarından anlaşılan o ki, hayatın anlam ve amacı, zorunlu bir şekilde kul olarak yaratılan insanın, iradi ve gönüllü olarak da bu kulluğun şuuruna ve sorumluluğuna varabilmesinde gizlidir.
Buradan hareketle konuyu biraz daha açarak, Kur’ân’da onlarca kez emredildiğine göre demek ki hayatın anlamı, iman ve salih ameldir (veya düşünce ve aksiyondur) diyebiliriz.
Üstünlük takva ile olduğuna göre hayatın amacını takvada görebiliriz.
Cibril hadisinden hareketle hayatın anlamını iman, İslâm ve ihsan kavramlarıyla özetleyebiliriz.
Bediüzzaman’ın ifadesiyle meseleyi iman-ı billah, marifetullah, muhabbetullah ve ruhanî zevke bağlayabiliriz.
Bazı sûfilerin yaklaşımıyla hayatın anlamını, Rabbe ibadet etmek ve varlığa şefkat göstermek şeklinde iki maddede hülasa edebiliriz.
Hayatın anlamı, ilahî ahlakla bezenmek ve Allah’ın isimlerine en güzel bir tarzda ayna olabilmektir, diyebiliriz.
Hayatın anlam ve amacını, insan-ı kâmil olma ufkunu yakalamada arayabiliriz.
Hayatın anlamı, insan, hayat, varlık ve Allah arasında ahenkli bir ilişki kurabilmektir, desek bu da doğru olur.
Hatta bunların yanı sıra meseleyi şükretmeye, kulluk imtihanını kazanmaya, ölümsüz bir hayata kavuşmaya, Allah rızasını elde etmeye veya ila-i kelimetullah davasına sahip çıkmaya da bağlayabiliriz.
Bunların hepsi doğrudur ve hepsi de aynı mana ve mefhum etrafında toplanır.
Burada akıllara şu soru gelebilir? Peki, dünya ve dünyaya ait meşgaleler işin neresindedir? Hayatın anlamına bu şekilde yaklaşmak dünyayı boşlamamıza sebep olmaz mı? Esasen hayatın anlamı olarak gösterilebilecek şeylerden biri de dünya ve ahiret dengesini kurmaktır. İmam Gazali, ahiretin nizamının dünyanın nizamıyla sağlanacağını ifade etmiştir. Dünyası perişan, tembel ve miskin bir insanın hayatın anlamını bulması da buna göre bir hayat yaşaması da mümkün değildir. Bediüzzaman Hazretleri de dünyanın kesben değil kalben terk edileceğini hatırlatmıştır. Yani insan, çalışma, üretme, kariyer yapma, başarılı olma, aile kurma vs. adına yapılması gereken şeyleri güzelce yapmalı ama bunları birer vesile olarak görmeli ve ahiret adına değerlendirmelidir.
Dünyadaki yerini ve sorumluluklarını bilen, yaratılış gayesinin şuurunda olan ve hayatın gerçek anlamını kavrayan bir kişi, nefsin bencilce dürtü ve arzularından kurtulacak ve dünya hayatını daha anlamlı, daha şuurlu, daha huzurlu ve daha tatminkar yaşayacaktır. İnsan olmanın sırrı ve hakikati de burada yatmaktadır.
Allah Razı olsun.