Ana Sayfa Güncel İslam fıkhının evrimi: Vakıat kitapları ve içtihatlar arasındaki ilişki

İslam fıkhının evrimi: Vakıat kitapları ve içtihatlar arasındaki ilişki

YORUM | AHMET KURUCAN

Okumaya başladığınız yazı İslam fıkhına ait önemli iki konunun ucunu gösterecek teknik bir yazı. Yeri gazete köşesi olmayabilir. Ama…

1990’lı yılların ikinci yarısı. Değerleri arkadaşım, dostum, kardeşim ve kendisinden çok şeyler öğrendiğim Hocam Enes Ergene ile birlikte fıkhi konularda münavebeli/dönüşümlü olarak Zaman Gazetesinde aynı köşede yazılar kaleme alıyoruz. Çobançeşme’deki o eski binanın dördüncü katında aynı odayı paylaşıyoruz. Yazdığımız yazılar üzerinde ciddi müzakereler yapıyoruz.

Bakın aradan 30 yılı aşkın bir zaman dilimi geçmesine rağmen hala unutamadığım ve bugün yazı konusu yaptığım bir konuşma oldu aramızda: İslam fıkhının yenilenmesi. Ben bugün de hala birçoklarımızın ezberinde olan genel kanaatini seslendirdim. İmam Gazzali’ye kadar olan ilk beş asırda düşünce üretiminde alabildiğine canlı olan Müslümanlar, sonrasında tekrara düştü. Sonra bu tespiti temellendirecek delilleri anlattım tabii olarak. Konum bu olmadığı için detaylara girmiyor, o temellendirmede kullandığım delilleri yazmıyorum. Zaten ehlinin bildiği şeyler bunlar.

Enes Hoca o zamana kadar hiç duymadığım, okumadığım ve düşünmediğim farklı bir şey söyledi. Mealen: “Haşiye ve şerhleri küçümsememek lazım. Müctehid imamlar gibi olmasa da devrin ulemasının yeni meseleler üzerinde yapmış oldukları kısmi içtihatlar, tercihler, temyizler sorunlara çözüm olmuş ve İslam fıkhı bunlarla ayakta kalmış” dedi.

Dediğim gibi hiç düşünmemiştim. Doğru söylüyordu. 5’inci asırda düşünce üretimi durduysa en son 5’inci asırda üretilen hukukla 8-9 asır daha nasıl yaşadı Müslümanlar? Hem de farklı örf ve adetlerin hakim olduğu coğrafyalarda. Uzağa gitmeye gerek yok, 6 asır ömür süren Osmanlı nasıl ayakta durdu o fıkıh kitapları ile? Evet, şer’i hukuk-örfi hukuk ayrımı getirdi Osmanlı. Şer’i hükümlerde Enes Hocanın dediği şerh ve haşiyelerle, tercih ve temyizlerle ve müftü içtihatları ile normda sabit kaldı, formda değişikliklere gitti. “Emr-i padişâhî ve yasâğ-ı sultânî” diyerek konjonktürel ve aktüel meselelere sıfırdan hükümler inşa etti, fermannâmeler yayınladı, meşrutiyeti ilan ederek meclisler kurdu ve kanunlar çıkarttı vs. Bütün bunların gösterdiği bir hakikat vardı; o da düşünce üretimi benim seslendirdiğim ezberde olduğu gibi durmamıştı.

Pekala neden bu konu? Bu düşünceyi destekleyecek bir makale okudum geçenlerde. Tercümesini Muharrem Midilli’nin yaptığı bu makalenin başlığı: “Fetvalardan Fürüa: İ̇slâm Füru-ı Fıkhında Gelişim ve Değişme.” Nihai kararımı vermedim ama dile getirilen düşünceler farklı bir perspektiften aynı noktaya parmak basıyor. Sadece parmak basmıyor daha öte bir iddiada bulunuyor. Makale Vail b Hallaq’a ait. Hristiyan birisi ama ömrünü İslam hukukuna adamış bir akademisyen. Şimdi de dünyaca ünlü Columbia Üniversitesinde öğretim görevlisi.

Uzatmayacağım; o söz konusu makalesinde okuyucuyu zâhirru’r rivâye, nâdiru’r rivâye ve vâkıât ayrımı üzerinden füru-ı fıkhın oluşum döneminden bugüne bir yolculuğa çıkartıyor. İslam fıkhının şekillenmesinde bu üçünün yerini tartışıyor, örnekler veriyor. Vermiş olduğu örnekler ve özellikle vâkıât konusunda yapmış olduğu açıklamalar Enes Hocanın şerh ve haşiyeler için söylediği şeye tekabül eden nitelikte.

Kapalı oldu biliyorum. Onun için önce bu üç kavramı kısaca birer-ikişer cümle ile açıklayıp Hallaq’ın iddiasına yer vereceğim. 

Zâhiru’r rivâye: Kurucu imamlar ve mezhep içinde ön plana çıkmış hukukçuların güvenilir görüşlerinin toplandığı kitaplara verilen isimdir. Hanefi mezhebini baz alacak olursak, bunlar İmamı Azam ve Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’dir. 

Nâdiru’r rivâye: yine aynı imamlara ait ama güvenilirlik derecesi ilkine nispetle daha zayıf olan rivayetlerin toplamının yer aldığı eserlerdir. 

Vâkıât’a gelince söz konusu imamlar tarafından ele alınmayan, arkadan gelen hukukçuların yapmış olduğu içtihatlar, verdikleri fetvalar ve hükümlerdir.

Şimdi benim henüz nihai kanaata varamadığım, Hallaq’ın bu düşüncesini kabullenmek için ciddi okumalar yapmak zorunda olduğum iddiasına geleyim. Diyor ki Hallaq; bizim klasik bilgilerimiz ışığında füru-ı fıkıh eserlerinin hiyerarşik sıralamasında üçüncü sırada yer alan vâkıât kitaplarının ilk iki sıradaki eserlere göre şekillendiğidir. Bir başka ifadeyle Hanefi fıkhının ana çerçevesini usul, zâhiru’r rivâye ve nâdiru’r rivâye eserleri belirler. Hallaq bunun tam tersini söylüyor; vâkıât kitaplarındaki içtihat, fetva ve hükümlerin diğer iki kategoride yer alan içtihat, fetva ve hükümlere nispetle daha çok ve hakim unsurun vâkıât olduğunu iddia ediyor. “li-ihtilâfi’l-asr ev li-tağayyüri ahvâli’n-nâs” yani yaşanılan dönemin farkılığı ve insanların ahvalinin, örf ve adetlerinin, gelenek ve göreneklerinin, yaşam tarzlarının değişikliğinin bunda hakim unsur olduğunu da söylüyor. Bu tespit benim için mesleki bağlamda çok yeni ve üzerinde derin okumalar yapmama değecek kadar önemli bir konu.

Makalesinin ilerleyen safahatında tashih, tercih, teşhir, tahrı̂c ve içtihad kavramları üzerinden bu tespitini hem örneklendiriyor hem de temellendiriyor. Son olarak da makalesini şöyle bağlıyor: “Özetle araştırmamız fetva hukuk edebiyatı türünün mezheplerde hukuk doktrininin gelişmesi ve değişmeşinden başlıca sorumlu olduğunu ve İ̇slâm hukukunun hukukçuların hukuku olduğuna dair mevcut anlayışımızın şimdi daha fazla müftülerin hukuku olarak tanımlanması gerektiğni göstermektedir. Füru-ı fıkıh doktrininin tarihsel evrimi ve sonraki gelişimine dair herhangi bir araştırma müftüyü ve onun fetvasını dikkate almalıdır. Vallahu a‘lem.”

Neden yazdım bu yazıyı? Paylaşmak istedim. Bu köşenin takipçileri arasında yazdıkları yorumlardan, çeşitli whatsapp ve benzeri gruplarda yaptıkları paylaşımlardan, gıyabımda bayram ziyaretleri dahil çeşitli sohbet ortamlarında yapageldikleri konuşmalardan anladığım ve bildiğim kadarıyla İlahiyatçı kimliğine sahip olan insanlar da var. Belki onlar için de faydalı olabilir, zihin açıcı, ufuk gösterici bir fonksiyon icra edebilir diye düşündüm.

Bir sonraki yazım bu kadar teknik detayların yer aldığı bir yazı olmayacak. Söz. Kitap tanıtım yazısı yazacağım. Hatta yazdım bile.

 

7 YORUMLAR

  1. Salih Türk
    Sayın Ahmet Kurucan, yazınız yoğun teknik konuları içeriyor. İhtisas alanınız olan bir konuda orijinal bir yazı kaleme almışsınız. Başlıkta "İslam Fıkhının Evrimi" ifadesini kullanmışsınız. İslam fıkhında evrim vardır anlamı çıkıyor değil mi buradan? İnsanların inanç sisteminin yapılan olumsuz empozeler ile allak bullak olduğu bir atmosferde İslam fıkhı ve evrim kelimelerinin bir arada yazılması evrimi destekleyen bir başlık olarak gözüküyor bence. Evrim yerine başka bir kelime kullanabilirdiniz. Umarım yorumum size ulaşır. Ve cevap verirsiniz. Maksadımı umarım anlatabilmişimdir.
    • Mustafa
      EVRİM KELİMESİ, GELİŞİM VE DEĞİŞİM ANLAMINDA KULLANMIŞ. BAĞLAMINDAN KOPARMAYA GEREK YOK. FIKIF ANA İLKELERİ DIŞINDA, STATİK Mİ, SABİT Mİ, MUTLAK MI ?
  2. İsmail
    Sevgili Ahmet hocam emeğinize teşekkür ediyorum. Ancak ben İslam fıkhının 5 asır falan düşünce ürettiği kanaatinde değilim. İlk defa düşünce üreten kişi Ebu Hanife dir ve o da onun gibiler de yöneticiler eliyle susturulmuştur. Ebu Yusuf falan hepsi devletin istediği müftülerdir.. Neden mi? Müslüman toplumların en büyük handikabı samimiyet ve şeffaflık problemidir. Güya ruhbanlık yoktur denir ama bir havas ve bir de avam vardır. Havasın her zaman avamı yönetmek ve gütmek gibi adı konulmamış dini bir vazifesi vardır. Çünkü avam hiçbir zaman rüşdüne eremeyeceği için bir çocuk gibi vesayet altında olmalıdır. Bu çocuğun rüşdüne erip hürriyet ve ehliyet sahibi olması, kendi kendine düşünmesi hiçbir zaman mümkün değildir. O hep çocuk kalacak ve perde arkasındaki planlarla nasıl düşünmesi ve ne yapması gerekenler telkin edilecektir. İslam toplumlarında veya topluluklarında bu gelenek yönetme ve yönetilme güdüsünün zorunlu bir sonucudur. Toplum veya topluluklar hiçbir zaman kendilerini yönetemez, kendileri düşünemez ve kendi adlarına karar veremez! Bu sebeple demokrasi ve batı kültürünü anlamaları çok zordur. Tıpkı devletin dininin olmaması gerektiği, devletin dininin hukuktan öte olamayacağı laiklik vizyonunu anlamalarının mümkün olmadığı gibi. Bu dini biz gönderdik onu koruyacak olan da biziz diyen Allah’tan bile daha çok kıralcı kesilip muhafazakarlığa soyunan, haddini aşıp kendi sınırlarının dışına çıkıp Allah’ın dinini koruma misyonu yüklenmeye kalkan güdü de yönetme şehvetinden kaynaklanmaktadır. Müslüman toplulukların başına ne geldiyse yönetme şehvetinin bir sonucudur! Peki bu ahlaksızlığın sebebi ne olabilir? Kendi subjektif düşünce ve inancını herkes için objektif doğru görme ahlaksızlığı.. Kısacası kendi düşünce ve inancını hukuk ve adalet sayma görgüsüzlüğü.. Oysa bir düşünceyi tartışılabilir kabul etmemek onu düşünce olmaktan çıkartıp kutsal bir inanca dönüştürür. Halbuki kutsal inançlar kutsal metinlerden ibarettir. Bu metinler dışında her açıklama düşüncedir ve tartışılabilir yorumlardır. Yorumu kutsallaştırmak ise cahiliye geleneği ve şirktir! Tevbe suresi 31. Ayet ve bu ayetin tefsiri olan hadis buna parmak basar ve nokta koyar vesselam!
  3. Ali Koca
    Ahmet hocam, * İlahiyatçı değilim ama sizi anladım, gayet sade anlatmışsınız.. * Şerh ve haşiye nin kıymetine dikkat çekmiş, E. Ergene bey. Ama bu fıkıh doktirini daha sonra, vaka odaklı Fetva lara, ardından da Müftü fetvalarına evrilmiş.. * Enes beyin vurguladığı bölümde pozitif bir gelişme var. Oysa son kısımlarda gerileme/duraklama var. * Sanki bir yazı daha gerekli, yoksa YANLIŞ anlaşılır..
  4. Yılmaz
    Değerli Hocam, Bamteli noktalardan birine değindiniz. Gün gelir, müslüman olmayan biri, Columbia üniversitesinde aklı başında bir akademisyen oturur inceler araştırır ve önümüze koyar ve biz de oturur düşünürüz. Hukuk, bir nosyon işidir. Örneğin, Türkiye de, 2009 yılı verilerine göre, İlahiyat ve İslâmî ilimler fakültelerinin “İslâm hukuku” veya “fıkıh” anabilim dallarında toplam 407 adet öğretim elemanı var. Yani, Türkiye’de ilâhiyat fakültelerinde görev yapan ve kendisine “İslâm hukukçusu” ismini veren 407 adet öğretim elemanı var. Ne var ki, bunların 5'i dışında geri kalanları hukuk fakültesi mezunu bile değil. Bunların hukuk alanında “lisans” düzeyinde dahi bilgisi yok. Bunlar ilâhiyat eğitimiyle yetişmiş kişiler. Bunların lisansları, yüksek lisansları ve doktoraları, hukuk değil, ilâhiyat alanında. Bu öğretim elemanlarının yüksek lisans ve doktora yaptıkları “İslâm hukuku bilim dalı”, hukukun bir alt dalı değil, “temel İslam bilimleri anabilim dalı”nın bir alt dalıdır. “Temel İslam bilimleri” de hukuk fakültelerinin değil, ilâhiyat fakültelerinin bir bölümü. Bu kişiler kendilerinin hukukçu oldukları sansalar da, beşi dışında, hukukçu değiller. Formel bir hukuk eğitimleri yok. Hukuk bilgileri de sınırlı. Bu kişiler hukuk donanımına sahip değiller. Hukukçu, ilâhiyat fakültesinde değil, hukuk fakültesinde yetişir. İhtimal, ilâhiyat fakültesinden çıkan “İslâm hukukçusu” yeryüzünde sadece Türkiye’de var. Hukukçular, ilâhiyat fakültesinde değil, Mısır’da, Ürdün’de, Suriye’de, Irak’ta, İran’da olduğu gibi hukuk fakültesinde yetişmkelive ondan sonra bu hukukçulara “İslâm hukuku emanet edilmeli. Türkiye’de şu an sadece 6 hukuk fakültesinde İslâm hukuku anabilim dalı var. Bu fakültelerin hepsi de yeni kurulmuş fakülteler. Bu 6 fakültenin İslâm hukuku anabilim dallarında toplam 2 profesör, 0 doçent, 1 doktor öğretim üyesi ve 3 araştırma görevlisi var. Her iki profesör ve doktor öğretim üyesi de hukukçu değil. Sadece ilâhiyat fakültesi mezunu; yüksek lisans ve doktoraları da, aynen ilâhiyat fakültelerindeki meslektaşları gibi “temel İslâm bilimleri” anabilim dalından. Hukukçu hukuk fakültesinde yetiştirilir. İslâm hukukçusuna ihtiyacınız var ise bunun yetişeceği yer, hukuk fakülteleri. Dünyada herhalde, Arap ülkeleri dahil, Türkiye’den başka bir ülkede ilâhiyat fakültelerinde hukukçu yetiştirmeye kalkmış bir ülke yoktur. İlave olarak, Türkiye’de sadece ilâhiyat fakültelerinin “fıkıh” veya “İslâm hukuku” anabilim dallarında çalışan öğretim üyeleri değil, ilâhiyat fakültelerinin, kelam, tefsir, hadis, kıraat, Arap dili ve belagati, mezhepler, tasavvuf, İslâm felsefesi ve hatta İslâm sanatları gibi fıkıh ile ilgisi olmayan anabilim dallarındaki öğretim üyeleri dahi İslâm hukukuyla ilgili meseleler hakkında görüş açıklama hak ve ehliyetini kendilerinde görebiliyorlar. Örneğin, sigarayı haram ilân eden Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş’ın İslâm hukuku konusunda herhangi bir uzmanlığı yok. Kendisi dinler tarihi anabilim dalı öğretim üyesidir. Doktorası da “İlâhî Dinlerde Melek İnancı” konusunda. İlâhiyat fakültelerinin İslâm hukuku anabilim dallarında görevli öğretim üyelerinin, hukukçu olmasalar da, İslâm hukuku meseleleri hakkında neden konuştuklarını anlıyorum; ama bir dinler tarihi öğretim üyesinin İslâm hukukuna dair bir mesele hakkında konuşma hak ve yetkisini kendisinde nasıl görebildiği işte şaşırtıcı olan bu. Türkiye’de ilâhiyat fakültelerinin “İslâm hukuku” anabilim dallarında çalışan öğretim elemanları, zaman zaman ülkenin hukuk sorunlarıyla ilgilenmiş, bu sorunları gözlemlemiş ve bu sorunlar hakkında fikrini söylemiş, eleştirilerde bulunmuş olabilir. Bunlar, bu kişileri hukukçu yapmaz. Bu kişilerin hukuk sorunları hakkında yaptığı eleştiriler, futbol maçını tribünlerden izleyen seyircilerin yaptığı eleştirilerin az üzeri olabilir ancak. Türkiye’de ilâhiyat fakültelerindeki “İslâm hukukçuları”nın yaptıkları hukuk eleştirileri, tribündeki seyircilerin maçı yöneten hakem hakkında yaptıkları eleştirilerden daha değerli değil. Tribünden hakemi eleştirmek kolaydır; sahaya inip siz hakemlik yapmaya kalkarsanız, eleştirdiğiniz hakemden çok daha fazla hata yapar. Sabri Şakir Ansay, Ali Himmet Berki, Hamdi Yazır, Ömer Nasuhi Bilmen gibi dönemlerinin hukuk fakültesinden (Medresetü’l-Kudât ve Mekteb-i Nüvvâb) mezun olan ve sahada gerçekten hakemlik yapmış İslâm hukukçuları artık yok. Türkiye’de “İslâm hukukçuları”nın “hukukçuluğu”, kendinden menkul bir hukukçuluktur. Şimdi eline Kuran ve Sünnet bayrağını almış, kerameti kendinden menkul kişiler türemiş. Burada yorumlarda da rastlıyorum. Hukuk nosyonu olan birisi, bunların cehaletini daha ilk satırlarından okuyor. Memleketin en büyük sorunu bu sanırım. Din ile Hukuku karıştırıyoruz. Hukuk, bir birikimdir. Nosyondur. Farkı bu nosyonu aldıktan sonra ancak fark edilebilen bir bakış açısıdır. Bir yönüyle, hukuk başka, din başkadır. İslâm hukuku başka, İslâm dini başkadır. Türkiye’de din ile ilgisi olmayan, saf hukukî kavram, kurum ve işlemler, dine gönderme yaparak açıklanmakta ve tartışılmakta. Böyle bir tartışmanın İslâm hukukuna da, İslâm dinine de verdiği büyük zararlar var kanımca. Bu şekilde Türkiye’de İslâm hukuku saf hukukî özünden saptırılmış da oluyor. Bey (satım), istisna, ariyet, hibe, icar, karz, vedia, rehin, kefalet, havale, şirket akitlerinin dinle ne ilgisi var? Bunlar kişiler arasında belirli hukukî sonuçları doğurmaya yönelik olarak yapılmış irade açıklamalarıdır. Sonuçları da, hükümleri de bu dünyaya ilişkindir. .......
    • İsmail
      Yılmaz beye çok teşekkür ediyorum. Hukuk ile din arasındaki farkın önemini ortaya koyan güzel bir yorum olmuş.. Din ile devlet konusundaki Müslüman toplumların meseleyi neden ayıramadıkları da din ile hukuk ayrımını yapamamaları ile ilgili zaten.. Hukuk objektif olarak tüm toplumu bağlar, din subjektif olarak inanç meselesidir ve kendi içinde bile mezheplerle kişileri bağlar toplumun tamamını değil. Bu yüzden devletin dini olmaz. Devletin hukuku olur. Çünkü devlet tüm toplumu idare eder düzenler ve yönetir…
  5. Hasan
    Din bir olgudur. İnanç ise algıdır. Sorun insanın algısındadır. Sorunu herkes sanki dindeymiş gibi gördü. Her gelen alim dini ilimlerle bu işi çözeceğine sanıp sayısı belli olmayan ciltler dolusu kitap yazdı. (Hepsine saygı duyuyorum) Kütüphaneler kitaplarla dolu. Soruyorum gazetenin verdiği fıkıh ansiklopedisini kaç kişi hepsini okuyup bitirebildi ve hayatına tatbik edebildi ? Çoğunluğu uygulanabilirliğini bırakın anlaşılması güç literatür ile yazılmışlar. Çözüm dinin yaşanır ve uygulanabilir olması insanın "çağdaş" eğitiminden geçmektedir.