YORUM | AHMET KURUCAN
“İslam dünyasının bugün en büyük problemlerinden biri fetvadır.” Bu cümlenin taşımış olduğu anlam çerçevesi içine giren tespitler öteden bu yana çokları tarafından yapılmış ve farklı kelimelerin bir araya getirilmesinden oluşan cümlelerle ifade edilmiştir. Okuduğunuz ifade şekli ise benim yakın dostlarımdan biri olan Enes Ergene’ye aittir.
İslam hukukunu daha doğru bir isimlendirme ile Müslümanların bir zamanlar uygulayagelmiş olduğu ve ibadetler hariç genel manada hukuk tarihinin konusu olan İslam’ın fıkhını mesleki düzlemde ilgi alanı olarak seçmiş bir kişi olarak ben de bu kanaate sonuna kadar katılıyorum. Bugün yeryüzünde yaşayan 2 milyara yakın Müslüman nüfusunun evet iman problemi vardır, ahlak problemi zirvelerdedir, Batı’lıların “fixed mindset” dedikleri donmuş bir zihniyet problemi had safhadadır ve tabii ki kurucu metinlere yaklaşım keyfiyeti açısından bilgi üretme ve düşünce sistematiğini oluşturan metodoloji problemi inkar edilemez bir gerçeklik olarak ortada durmaktadır. Bütün bunların üzerine koyabileceğiniz adeta yemeğe ekilen tuz biber misali bir fetva problemimiz de vardır.
BU YAZIYI YOUTUBE’DA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
Makalenin son cümlesini şimdiden söyleyeyim: İman, ahlak, zihniyet ve metodoloji problemleri büyük ölçüde çözülmediği müddetçe fetva problemi de çözülmeyecektir. Zira bunlar birbirlerine ince sicimlerle kopmaz bir şekilde bağlı konulardır. Büyük ölçüde dedim çünkü bunların tamamen çözülmesi eşyanın tabiatına, insanın fıtratına aykırıdır. Dolayısıyla mümkün ama zor, hayır öyle değil, mümkün değildir. Bu noktada ideal ile realiteyi birbirine karıştırmamalı derim. Benim mümkün değil demem de bu nedenle şuurluca yapılmış rasyonel bir çıkarımdır. Müslümanların 14 asırlık tarihi de bunun şahididir.
Konunun izahına geçmeden önce okuyucunun zihninde sorduğu muhtemel “Neden bu konu ve neden şimdi?” sorularına kısaca cevap vereyim. İki sebep var. Birincisi, Türkiye’nin iflah olmaz ve olması da yakın bir gelecekte mümkün görünmeyen siyasi hayatta yalancının yamacısı, hırsızın yandaşcısı durumunda diyebileceğim devlet şeyhülislamlarının, parti müftülerinin her türlü yanlışı din ile meşrulaştırmak için verdikleri fetvalar. Belki şöyle demek daha doğru, yapılan yanlışlıklara dini kılıf bulup meşrulaştırma değil aksine dinin bir emri gibi sunma. Müstakil bir yazı ister bu son cümlem ama ben devam edeyim.
İsim vermeye gerek yok sanıyorum. Alimlerin sultanı olma yerine sultanların alimi olmayı bile isteye tercih etmiş öyle insanlar türedi ki insan “Nereden çıktı bunlar Allah aşkına?” demekten kendini alamıyor. Eskiden ruhu kara, vicdanı kara, muhakemesi kara ve belki cüzdanı kara birkaç insan örnek olarak gösterilirken şimdilerde bunlara adı sanı sözünü ettiğim fetvalarla duyulan birçok insan eklendi maalesef. Eskiden “Hırsızlık yolsuzluk değildir, devletin âli menfaatleri için şahsın, grubun hukuku feda edilebilir, iktidara zarar verecekse doğruları söylemek caiz değildir, dövize endeksli faiz mevduatları faiz değil hibedir,” gibi ne dinin ne usul ve füruu, ne fıkhın kaide ve hükümleri ne İlahi iradenin maksadı ne de insanların maslahatları ile örtüşen fetvalar akla gelirken şimdilerde bunlara da evet deyip nice ilavelerde bulunan bir çok yeni isimler katıldı. İsterseniz, “Ziraat Bakası Kur Korumalı TL Katılma Hesabı İcazet Belgesi” diye piyasaya sunulan ve içeriği itibariyle modern fetva şekli denilen evrakın altındaki imzalara bakın, ne demek istediğimi daha net anlayacaksınız.
“Sadece Türkiye mi?” diye aklınıza bir soru gelebilir burada. Elbette sadece Türkiye değil, İslam dünyasının her yeri için geçerli bu dediklerim. Ele alınan meseleler farklı olabilir ama değişmeyen gerçek dinin ruhu, insanların maslahatı ile örtüşmeyen fetva gerçeğidir. Hatta bunlar arasında öyleleri vardır ki bütün Müslümanlara dünyayı dar edecek boyutlara ulaşmıştır. Ayetullah Humeyni’nin Selman Rüşdi’nin katli, Yusuf Karadavi’nin intihar bombacılarına verdiği fetvaları hatırlayın. Taliban’ın yıktığı Buda heykelleri, 11 Eylül Amerika, 7 Temmuz Londra, 11 Mart Madrid saldırıları, IŞİD’in masum sivil insanları boğazlayarak öldürmesi ve alt alta sıralayabileceğimiz onlarca-yüzlerce vakıanın altında hep bu tür fetvalar vardır.
İkinci neden bana ulaşan ve cevap verme mevzuunda kayıtsız kalamadığım bir mesele. Yaşanan aile parçalanma sayısı ile mukayese edilecek olduğunda sayıları az dahi olsa toplumsal hayatta karşılığı olan bir durum bu. Ama benim bu meseleye bakış açım sayısal düzlemde değil. Çünkü son tahlilde söz konusu olan kadınıyla erkeğiyle ve çocuklarıyla insan hayatı. İnsan hayatının devrede olduğu meselelere sayısal gözlükle bakılmaz. Gerçi bir kişi öldüğünde insan ama binlerce insan olduğunda istatistiki rakamlar konuşur. Hatta bu düşünce Stalin’e ait bir söz olarak aktarılır malum. Şöyle der Stalin: “Bir insanın ölümü trajiktir, on insanın ölümü dramatiktir, bir milyon insanın ölümü ise sadece bir istatistiktir.”
Evet savaşlar başta olmak üzere trafik kazaları, iş kazaları, intiharlar vb. hadiselerin sebebiyet vermiş olduğu ölüm hadiselerine bu gözle bakılır. İstatistiki bağlamda ölen insanlar sadece bir rakamdır ama doğru mudur bu yaklaşım Allah aşkına? O rakamları oluşturanların her biri insan değil mi? Neyse sözü daha fazla uzatmadan konuyu söyleyeyim: Parçalanmış ailelerde kocanın ilk eşinden habersiz olarak imam nikahı ile yapmış olduğu ikinci evlilik. Gerekçe en genel manada insan fıtratı. Cinsellik başta olmak üzere hayatın tabii seyri içinde yalnızlığın dayanılmaz oluşu. Hayatın tüm zorluk ve kolaylığını birlikte götüreceğiniz bir eş zarureti.
3 veya 4 yazı olarak planladığım bu seride meseleyi önce fetva ve onun fonksiyonları istikametinde genel olarak değerlendirecek ardından da spesifik olarak ikinci hususa cevap olabilecek düşüncelerimi aktaracağım.
Fetva, hayatta karşılaştığımız herhangi bir problemin dini değerlere, ilkelere, kurallara uygun bir şekilde müftüler tarafından getirilmiş çözüm şekline denir.
Kaldığım yerden devam edeceğim inşallah.
“Parçalanmış ailelerde kocanın ilk eşinden habersiz olarak imam nikahı ile yapmış olduğu ikinci evlilik. Gerekçe en genel manada insan fıtratı. Cinsellik başta olmak üzere hayatın tabii seyri içinde yalnızlığın dayanılmaz oluşu. Hayatın tüm zorluk ve kolaylığını birlikte götüreceğiniz bir eş zarureti.”
Konuyu oyle bir tarif etmissiniz ki, “saf zihinleri idlal”, “kurdun aklina kuzuyu sokmak”, “esegin aklina karpuz kabugu dusurmek”, “şüyuu vukuundan beter” gibi kavramlarin tumunu mundemic bir baska provokatif eyleme soyunmussunuz gibi gorunuyor.
Umarim, kas yapmaya niyetli gibi gorunurken, yuzu gozu patlatmassiniz.
Okuyucusundan yazara mektup-3;
Okuyucusundan yazara Mektup-3;
Değerli Hocam, yazı diziniz güzel bir girizgah. Niyet hayr, akıbet hayr olsun inşalah. Malumunuz, soyutlama; örneklem kümesinden elde edilen verilerin analiz edilmesiyle ve tasniflenmesiyle oluşan bir kalıptır. Bugüne kadar, İslam hukuku-fetva müessesesini hep soyut kullandınız. Örnek olayınızdan da yola çıkarak, aslında bir çeşit, fıkhi analiz yöntemini, irdelenmesin de okuyacağım için mutluyum.
Neden merakla bekliyorum;
Çoğunlukla;
Hakimler-yargılama,
savcılar-kovuşturma ve soruşturma,
uzmanlar-araştırma,
müfettiş/denetçi/denetmenler-inceleme ve soruşturma
kavramlarını kullanırlar yaptıkları işlerin başlıkları bu kalıplardan oluşur. İlgili evrakın en üstünde, dosyasında, bunlardan biri muhakkak yazar.
Aralarında farklar olsa da, aslında yapılan ameliye aynıdır. İdealize edilmiş kurallar, ilkelere göre bir çeşit zihin eforu sergileme ve analiz.
Bugün, yukarıda saydığım mesleklerin nosyonuna sahip olmuş herkes, birbirinin analizlerinde kullandığı yöntemleri, analizi, ve akıl yürütmeyi çok rahat görür, anlar. Zaten, birbirlerini de besleyen böyle bir dünyadır da bu, bir müfettişin, denetçinin yerine göre Danıştay, yerine göre Yargıtay, AYM kararlarına ihtayaç duyması gibi, bir hakim de, bir yargı mensubu da, bir muhakkike, bilirkişiye ihtiyaç duyar.
Bazen öyle olur ki, bir hakim bilirkişi raporunun üzerine söz dahi edemez, herşey net ortada, aynen o doğrultu da tasdik nevinden kararını verir.
Kısaca, analiz gerektiren meslekleri yapanlar, benzer türde ise, ünvanları dışında benzer işi yapmaktadırlar.
Sizin fıkhen bir konuyu ele almanız da, örnek bir olay üzerinden işte bu nedenle önemli.
Affınıza sığınırak ve elbette sizi öyle görmediğimi de ekleyerek, daha önce belirttiğim hususu tekrar edeyim.
Geçmişte ve günümüzde, en zekilerimiz, akıllılarımız İlahiyat alanını seçmiyor malum (28 Şubat sonrası kısa bir dönem girenleri ayrı tutuyorum). İlahiyat alanında yer alan kişilere verilen titirler, profesör, doktora ünvanları da aslında dünyevi alanda bir çeşit görünür kılma durumu. Pek çok disiplin, birbirini desteklerken, birinin gelişimi diğerine veri, kaynak oluştururken, ilahiyat alanında bunun çok sık gerçekleşmediğini söylemekte mümkün.
Bu ilahiyatçıdan da kaynaklanan durum değil. Toplumlarda konumlandırılması, itilip bir kenara atılmasıyla ilgili. Bir çeşit Hukukçu diyebileceğimiz fıkıh nosyonuna sahip kişilerde, İslam Hukukçuları da, bu kenara atılmadan paylarını almışlar.
Nasıl ki hukuk fakültesini bitiren kişi, gerçek anlamda hakim olmuyorsa, fıkıh eğitimi almış kişi de hemen ideal fıkıhçı olmuyor. Tecrübe, olayların içinde pişme ile oluşan bir gelişim süreci.
Bugün, alt derece mahkemesinin genç hakiminin verdiği kararların çoğu, üst derece de bozulur. Hakim diye kürsülere çıkardığımız kişiler, kısaca çokça yanılır. İnsan ahlakıyla verdiği kararında yanılabilir mi, ahlak hukuk birlikteliği ile ilgili yanızda da bunu kısmen yorumcu olarak bu örneği kullanmıştım.
Konudan sapmazsam, hukuksal bakış açısı onyıllarını bulur gerçek anlamda uzmanlaşmak. Bu nedenle de üst derece mahkemelerinin kararları da, ilgili İçtihadı Birleştirme Kurulu kararlarıyla, Genel Kurul kararıyla düzeltilir, yeni bir karar verilir, onlarda yanılır çünkü.
Bugün İslam fıkhının içine düştüğü en büyük sorun elbette, o alanı seçen insanların, kıyasen, diğer alanlara göre daha düşük profilli insanların seçmesi değil. Bunun etkisi gerekirse kısaca konuşuruz. Bazen, ummadığınız taş baş yarar misali, öyle bir cevher ortaya çıkar ki, şaşırırsınız. Amenna. Ama genel olarak şu vaki ki, eğitim geçmişi, entelektüel seviye ve zeka seviyesi de özellikle hukukta çok önem arz eder.
Aksi de iddia edilebilir elbette, ama bazen öyle olur ki, genç zeki bir hakim, öyle gerekçeli kararlar verir ki, memleketin en tecrübeli avukatları dahi, o akıl yürütmeye karşı koyamaz ve en üst derece mahkemesine kadar da gitse, o genç hakimin kararı teyit edilir. Tersi de, yıllarını vermiş, hasbelkader hakim olmuş, binlerce insanın alındığı bir dönemde bir şekilde potaya girmiş, siyasetin rüzgarıyla bir yerlere gelmiş, yılların emektar hakimi de, bir bakarsınız ki, kararlarında hep çuvallıyor.
Demek istediğim şu, zeka ile tecrübe bir araya geldi mi, işte öyle bir yargıcın, muhakkikin gerekçelerini okumak dahi bir romanı okumak gibi keyif verir.
Ezberden yazmadığımı da söylemek istiyorum, bir dava da sonuçtan ziyade özellikle gerekçesine bakan, gerekçe okumaktan keyif alan biri olarak söylüyorum.
İnsan zekasının bir yansıması bizi Marsa götürürken, Hukuk alanında da işte böyle gerekçelerde ortaya çıkar. “Yılan gibi kıvrar sözü” kullanılır, olayı ele alır, etrafını çevirir, öyle kıvrım büklüm sarar ki, bir vakıayı, artık en ufak hareket tartışma alanı kalmaz ve son hamle de kararını taçlandırır hakim, muhakkik, müfettiş. O kelimeleri kullanma tarzı, mantık, muhakemeyi okurken, o zekanın parıltısını görür, şapka çıkarırsınız.
Evet, zeka pırıltılığı ile ilgili söyleyeceğim kısmen bu. Bunu daha sonra da konuşabiliriz. Ama dediğim gibi, İlahiyatçının, fıkıhçının daha büyük bir sorunu var o da bu değil demiştim.
Nedir o?
Yukarda da kısmen belirttiğim gibi, zamanla gelişir, olgunlaşır bakış açısı, zeka ile tecrübe bir araya gelir, bir çeşit HİKMET tezahür eder insanda, anlayış, bilgelik zamanla olur kısaca. Pişer insan. Bugün sosyo-ekonomik yaşam öyle dallara budaklara ayrıldı ki, devlet bambaşka bir organizasyon, şirketler ayrı bir organizasyon..
Kamu için ayrı bir hukuk alanı oluşmuş durumda, idare hukuku başlığıyla, özel sektör için, ticaret hukuku konmuş ap ayrı hükümlerle ve hatta, büyük çaplı olmayan borç alacak ilişkileri için bile, mütemmim cüz niteliğinde borçlar hukuku var, bütün bunların cezai yönünü işaret eden Ceza hukuku var..
Bu dallanıp budaklanma içinde, artık en yetkin dimağlar bile tek bir alanda ilerliyorlar, bütün hukuk dallarının profesörü değil dikkat ederseniz hukukçular, idare hukuku profesörü, ceza hukuku profesörü vs.
Bu durum, hakimler içinde böyle, usul mahkemelerinde, ticari davalara, vergi davalarına bakan hakimler başka başka, boşanmaya bakan hakimin oluşturduğu nosyon başka, hep uzmanlaşma. Emek yıllar süren bir emekle bir noktaya geliniyor. Olayların içinden pişiyor.
İşte bam teli burası. Bir ilahiyatçı bu süreçlerin hiçbir yanında yok. Zira, ilahiyat alanı, ilahiyat fakültesinde görünür olmanın dışında yaşamın içinden çekilmiş, bir fıkıhçı, bu olaylarla kendi karşılaşıpta, kendi gelişimini sağlayamıyor. Kendi bakış açısıyla, günümüzün sorunlarını irdeleyemiyor. Örnek çeşitliliği, ayrıntılara vakıf olamıyor. O nedenle, zeka pırıltısını göreceğimiz “gerekçe savaşlarını” göremiyoruz tam. Bir enerjisizlik, basitlik mevzu.
Fıkıhçının eline ne kalıyor peki, usul hukukunu bir kenara koyarsam, günümüzün hukuk sisteminin özünü içselleştiremediği için, dışardaki bir insandan farksız bir şekilde konuları ele almak zorunda kalıyor. Dolayısıyla, o da kendi geçmiş günlerine dönüyor. Bu nedenle, geçmişte verilen kararlar, içtihadlar, davalar, olaylar üzerinden birşeyler oluşturmaya çalışıyor.
İşte bu gerçek bir dünya değil sevgili hocam. Bir simülasyon artık. Gerçeğin ufak bir simülasyonu. Osmanlı dönemi toplumsal kurumların ve devletin inşası bugünnüden çok farklı. Sistemlerin adı bile farklı.
Günümüz islam fıkhının oluştuğu siyasi toplum, MONARŞİ ler çoğunlukla. Oysa demokratik bir sistemin içindeyiz biz. Ve gelişen teknolojiyle birlikte aslında ilişki türleri de farklı farklı.
İlahiyatçının kovulduğu köşeden bunu analiz etmesi bu nedenle işte çok zor. Bu nedenle kızamıyorum da İlahiyatçıyı.
İşte Hayrettin Karaman vb lerine yönelik analizimde bu kapsamda değerli hocam. Düşük profille ilahiyata girme, fıkıhçı olma durumunu bir kenara koyarsam, zaten bu insanların gerçek hayatla bağları yok. Lütfen küçümsediğimi sanmayın, bir olgu olarak ortaya koyduğumu düşünün.
Sarayın fetvacısı olmaları bir yana, şunu düşünmeden edemiyorum, bu insanlar istese de, doğru karar veremezler aslında diyorum. Çoğunluk olarak. Çünkü itilmiş çıkarılmış toplumsal alanın içerisinden.
Bu nedenle, başlayacağınız yazı dizinizi önemsiyorum demiştim gerekçeleri okumaktan keyif alan biri olarak.
Bir fıkıhçı nasıl düşünür, nasıl kıvrım kıvrım sarar bir hadiseyi, vakıayı ele alıp çepeçevre sarar ve şüpheye vermeyecek şekilde kararını verir ve vicdanlara uyar bu gerekçesi. Ben biraz işin burasındayım. Ben gerekçenizdeyim.
Gerekçelerde biliyorsunuz, normlar savaşır. Bazen bir olayda bir norm diğerine üstündür, ve gerekçeli kararlarda bunlar ustaca işlenir.
Sevgili hocam, siz bir mahkeme başkanısınız öyleyse şu an, bizler ise, müdahil avukatlar yahut gözlemci.
Yazınızı okumadık elbette, ama ricam, bu bağlamda bir açıklama yapınız lütfen.
Bir fıkıhçı bir olayı nasıl ele alıyor, nasıl yorumluyor.
İslam fıkhı dediğimiz şey, soyut. Şu fıkhi yargılamayı, analizi dört başı mağmur yapınız lütfen.
Çok teşekkür ederim.
Niyet hayr, akıbet hayr olsun.
Modern cag büyük kafalara asiri büyük görevler yüklüyor, ayni problemi aslinda bütün bilim dallarinda yasiyoruz. Ekonomi de kriz yasiyor, tip da, psikoloji de. Büyük kafalari bulmak, sistematik bir sekilde yönlendirmek de pek kolay bi is degil. Ama ben sunu beklerdim: Ne olurdu, ilahiyatcilar cift kanatli olsaydi da, birer biyokimyaciya, antropologa, sosyologa nedimlik etseler, bir nevi musahip olsalardi da, bilim adamlari da cift kanatli olabilselerdi.
Bunun icin ya sizin tarif ettiginiz gibi her daim bir adim önde teologlara ihtiyacimiz var ya da cift kanatli olmaya hazir bilimadamlarina. Sanirim ikinci grubu bulmak zor olmayacaktir. Öyleyse bu teologlari o yöne sevkedecek organizasyonu, himmeti kim yapacak? Bir de, büyük kafa olmasa da, bu defa da bilimadamlarina bir eren diliyle hitap edecek, onlara birer Semsi Tebrizi olmaya evrilebilecek teologlari kim yetistirecek? Iste bu potansiyel var ama maalesef yeterince kullanilmiyor.
“Hepimiz birer yıldız tozuyuz”
Raci bey, bahsettiğiniz nokta dikkate değer evet. O noktaya gelmek bir çeşit hayal gibi mevcut durumda, bari hiç yoktan İlahiyat dünyasının ve ilahiyatçının reflekslerini değiştirebilsek. Dikkat ederseniz, İlahiyat dünyasını bir çeşit eğitilmeye hazır bir vaka olarak ele alıp, reflekslerini değiştirebilsek diyorum. O nedenle de, yukarıya “Hepimiz birer yıldız tozuyuz” başlığnı kullandım. Bu sözü ilk duyduğunda içinden tepki veren herkes aslında eğitilmeye ihtiyacı var demek. Bir çeşit turnusol kağıdı bu kelime.
“Hepimiz birer yıldız tozuyuz” sözünü, genellikle astrofizikçiler söyler. Bu cümleyi ilk duyduğumda, o birkaç saniye içinde içimden inancıma saldırı olduğunu düşünmüştüm. Yani, lafı ilk kendime söylüyorum.
Bir bilim adamının, konumunu bilgisini kullanarak bir çeşit manipüle etmesi olarak aklıma gelmiş, içimden rahatsız olmuştum. Ancak, ardından açıklamaları dinlecekte, aslında bunun dine aykırı bir söylem olmadığını, özünde hepimizin birer yıldız tozu olduğumuzu da öğrenmiş oldum. Bu kendimden verdiğim ölçüden yola çıkarak, işte benzer önyargı refleksleriyle İlahiyat dünyasının dolu olduğunu düşünüyorum. Tek kanatlı olunmasının handikapları da var kısaca.
Kısaca söylemek gerekirse, (ruha dair bilgimiz çok sınırlı, ruh-can denen olguyu kenara koymak şartıyla elbette), bedenimizi oluşturan tüm elementler, BİG-BANG sonrası süreçlerin ürünü. Başlangıçta varolaN madde-anti madde arasındaki o o bilmem 10 üzeri – kaç yüz oranındaki küçücük farkın, maddenin anti maddeye fazla gelmesi nedeniyle maddenin var olduğunu, ilk başta var olan hidrojenle başlayan, yüksek sıcaklık, basınç, radyasyon vb ile devam eden süreçler neticesinde, diğer atomların ortaya çıktığını, ardından elementlere dönüşümü, onlardan da cansız varlıkların yapısının, canlıların da ruh hariç bedenlerinin oluştuğunu öğrendiğimde,
Hepimiz birer yıldız tozuyuz.. sözünü yadırgamamdaki ilkelliği düşünmüş, kızmıştım kendime.
Eğer yıldızlar olmasaydı, gezegenler olamazdı da.. evrendeki hemen hemen tüm elementler insan vücudunda da var, ve ruhumuzun içine girdiği kalıp oralardan geliyor.
Hepimiz birer yıldız tozuyuz.. sözüyle başlayan çığır açıcı cümleyi astrofizikçilerde alıştık, ama bir ilahiyatçının koşarak bunu kullandığını görmedim. Nedeni de açık sanırım. İçselleştirememiz. İlahiyat dünyasının entelektüelleri dahi bilimsel konulara hep korkarak yaklaşmış, bunu kabul edersem, erkenden davranırsam, aceba bir şekilde evrimcilere, şuna buna hizmet eder miyim kaygısını güdüyor. Bu kaygıya saygı duymakla birlikte, bu kaygının onları yarım bıraktığını, bir çeşit skolastik dönem ruhuna soktuğunu düşünmeden de edemiyorum.
Aslında, tekvin kanunu da demek olan, yani Allah bilgisinin farklı bir yansıması olan bilim, İlahiyat dünyasının ilgisini çekmiyor. Övünmekle yetiniliyor, müslüman bilim adamlarını öne çıkararak okadar. Geçmişi analiz etme yetisine çok sahip değilim bu dönemde, elbette Ali Kuşçular vardı bu topraklarda, Biruniler, Farabiler, Sinalar da, onlar çıktığına göre, bir zamanlar ilahiyat ile bilim ruhu birbiriyle örtüşüyordu. ama günümüzde ben bir çeşit DUALİTE görüyorum. Bu bir olgu.
Bilim adamı olmalarını beklemiyoruz elbette İlahiyatçıların. Ama diğer taraftan farkına varmadan köstek oldukları durumu fark edebilseler.
Nedir o köstek olma? Yukarı da en entelektüelleri demiştim, birde öyle olmayanları var ki, kulaklarımla duyduğum örneğin, bir çeşit örnek nevinden olduğu için veriyorum,
Cübbeli Ahmedin, gök taşına bir uyduyu indirmek ve incelemek için yıllarını veren bir bilim adamı grubunun bu emeğini küçümseyerek başladığı sohbetine,
“Ne gerek vardı yıllarınızı vermeye, bana sorsaydınız söylerdim orada gidince bulacağınızı,… deyip ardından bir ayet söylemesi aklıma gelince, bazıları için bu teyakkuzda bekleyiş yok bile. Şakayla karışık anlatımlarında aslında, bilimle donatılmış bir insan modelini ideal olarak ele almıyorlar. Onun için bile zaten bilim-ilim kavramı ayrı kullanılıyor artık.
Ben, kendi adıma, gerçek anlamda, günümüzdeki İlahiyat dünyasının tutumunun, gerçekten de ilerlemenin önünde bir engel olduğunu düşünüyorum demiştim. Elbette yüce dinimiz değil, ancak, onu anladığını sanan insanların yorumlama biçimleriyle, etki altındaki insanları etkilemeleri. Bunu özellikle genç yaşlardakine yapınca, onun önündeki modeli de değiştiriyorsunuz. (Tekrarlarsam, hizmet, üstad, HE bakış açısı konumuz dışı).
İsmi lazım değil, bir tarikat lideri kalp ehli olduğunu düşündüğüm vefat etmiş birinin, ki çok da severek dinlerdim sohbetlerini zaman zaman, İlim den bahis açılınca, İngilizce öğreniyorlar kurslar vs, tamam öğrensinlerde, farz olanları öncelemek lazım deyip, sürekli, tefsir üzerinde durması aklıma gelince, teknik olarak mantıklı bu yaklaşımın, uygulama da bizi felakete sürüklediğini düşünüyorum. Bardakda durduğu gibi durmuyor.. sözü dini sohbetler için birebir.
Örnekle gidersem; bir Tul-i emel kavramını, ergenlik çağında bir çocuğa çok dikkatli anlatmalı, gence farklı, orta yaşa farklı. Yetişen bir sürgüne fidan muamelesi, fidana da ağaç muamelesi yapılmamalı. Bir yetişen ergene, kendine gel, topar
Günümüzde, dini hassasiyeti olan yapıların dikkat etmediği bu hususun çok büyük etkileri oluyor sırf bu örnek kalıp üzerinden, tuli emel kavramı üzerinden. Dünya hayatının faniliği, hayatın geçiciliği, bir çeşit bir lokma hırkanın kutsanması vb üzerinden aslında fark etmeden, tertemiz bir çocuğa farklı bilinç altı göndermelerde yapıyoruz. Bunu bilerek yapmıyoruz, ama bunun o çocuğun zihninde neler oluşturacağını bilmiyoruz. Aslında biliyoruz ortaya çıkan sonuçlar üzerinden.
Bu konu kapsamlı, derin, elbette çok yönü var. Dünyadaki eğitim, kariyer, bilim planlı. yılları alan bir süreç. Bu bir yaşam tarzı artık.
Doktora yapın, postdoktora yapın, gece gündüz bilime yönelin, alanınız neyse onun en iyisi olun diyen bir İlahiyat dünyası yok, varsa da ucundan kıyısından. Konuşunca hayır biz teşvikte ediyoruz diyorlar ama diğer taraftan bir bakıyorsun o kadar çok dünya hayatı kötüleniyor ki,yetişme çağında olan bir dimağ bunlardan etkilenir, demek istediğim bu. İş işten geçip o eğitim zamanları geçtikten sonra bunları idrak etse de, artık kütüğe dönüşmüş oluyor.
İlahiyat dünyası fark etmese de, bu sonucu doğruyor. Bir çeşit Orta Çağ Kilisesi mantığı hüküm sürüyor.
Bu yönüyle, sürgünler, fidanlar, yani çoçuk ve gençler çok önemli. Hangi hadisi, hangi ayeti o çocuğun ruhuna gelişimi için daha gerekli olduğu da düşünülmeli. Daha dünyaya bulaşmamış, tertemiz bir çocuğa, kırk yıllık günahkar gibi, yahut şehvetle, malayani ile uğraşan insanlar gibi düşünüp, onlara sürekli, dünya hayatının kötülüğünden bahsetmek iyi de, bunun handikapı da işte onların kendi içlerine kapanmalarına, içsel dönüş yaparken aslında bir çeşit kapanmaya da sebep olduğuna bunun inanmamız, kabul etmemiz gerekiyor. İlgisini kaybediyor gençler, çocuklar.
Zengin olmak, işini büyütmek, yaşamında buna ilişkin plan kurmak, ardından istihdam oluşturmak, vergisini verip ülkesine katkı sağlamak, yeterince büyürse, zenginleşirse araştırma fonları oluşturmak, burslarla gençlerini fonlamak, dev laboratuvarlar kurmak da günümüzde dev bir hizmet. Hizmet ama benim bu satırlarımı okuyan pek çok dini hassasiyeti olanın dahi, bunları birer hizmet olarak gördüğünü sanmıyorum, (hizmet insanı müstesna). Dindarlaştıkça insanları varlıktan, ekonomik, sosyal hayatın içinden çekmeye çalışan bir anlatım dili var bugün ilahiyatçıların, tarikatların, cemaatlerin. Bu nedenle dünya hayatını levmetmenin yeri ve zamanı önemli işte. Bir fidana, sürgüne, gence bu yapılmamalı.
Sırf tuli emel üzerinden bunlar aklıma geliyor bir çırpıda.
İlahiyat dünyasının yaptığı akademik çalışmalar içinde bunlarda olmalı bence bu nedenle. Bizim anlattıklarımız nasıl algılanıyor. Algı çalışması yapılmalı. Biz konuşuyoruz, tavsiye ediyoruz ama bu nasıl bir etki oluşturuyor. Neye faydalı oluyoruz, neye bilerek-bilmeyerek zararlı oluyoruz.
Bu yazdıklarım bağlamında hizmetin konumunu girmiyorum. Konumuz o değil. o spesifik bir konu. O konu ayrı. Ama özetle, İslam medeniyetinin ilerlemesinin önündeki en büyük engellerden biri malesef ki İlahiyat dünyası.
Yeri gelince konuşalım da. Bu arada asıl gireceğim konuya giremedim ama olsun.
Ahmet Hoca iyi başladığı yazıyı kötü bitirmiş. Fetva meselesi gerçekten İslam dünyasının önemli bir problemi. Ancak bunu “ikinci eş” meselesiyle aynı yazıda ele alması mantıklı değil.
Keşke başlı başına fetva meselesini ele alsaydı. “İkinci eş” meselesini de ayrı bir yazı yapsaydı.
Saygılar
Zaten bu meseleler hakkinda ikna edici olmak icin öncelikle kliseleri asmak gerekiyor.
Kurucan’ın bu yazısı tam bir hayal kırıklığı oldu. Ne demek istediğine dair bir kanaatim oluşmadı. Ne yazık ki son zamanlarda onu da “ne şiş yansın ne kebap” üslubunu benimsemiş birisi olarak görüyorum.
Mesela ikinci evlilik mevzuunda HH’nin tepe yönetiminin “ikircikli tutumunu” kendisi çok iyi bilir. “Etkili ve yetkili biri” olduğunda herkes kafasını kuma gömer, alttan bir gariban en ufak hatasında afaroz edilir. Bugün Kurucan’ın da bildiği insanlar hala aktif icraatlara devam ederler, onlara bir şey olmaz.
Neyse niyetim bu konuları gündeme getirmek değildi. Zaten ulema ve fakihler, asırlardan beri asıl meseleleri konuşmak yerine “kutuplarda namaz, sakız orucu bozar mı bozmaz mı?” tartışmaları yapmıyorlar mı?
Kurucan da temel meseleleri yazamayınca aynı tekrara düştü diye düşünüyorum.
Niyetim sadece bir uyarı.
İnşallah yazının devamı beni yanıltır.
Hürmetler