YORUM | AHMET KURUCAN
Aidiyet duygusu insanî bir haslettir ve kimliğin hem tanımlayıcı hem de tamamlayıcı bir parçasıdır. Nelere aidiyet duyar insan? Birçok şeye. Mesela, bir aileye, bir ülkeye, bir dine, bir ırka, bir şirkete, bir takıma vb. Bu duygu harekete geçtiğinde dünyanın öbür ucunda bile olsa hiç görmediği, bilmediği, konuşmadığı insanlarla aralarında bir bağ oluşur kendiliğinden. Başlangıcı itibariyle tamamıyla duygusaldır bu bağ. Sonrasında şartların belirlemesine bağlı olarak ilişkiler daha farklı ve çeşitli evrelere yükselebilir.
Aidiyet duygusu ve bağının sosyoloji ve psikoloji başta olmak üzere çeşitli ilmi disiplinler tarafından yapılan araştırmalarda getiri ve götürülerinden bahsedilir. Akademik ve popüler alanda yapılmış nice çalışmalardan bahsediyorum. Özgürlük, bireysellik, mahalle baskısı, ötekileştirme, tarafsız, bağımsız ve objektif olamama, adalet duygusunun zedelenmesi, milliyetçilik, kabilecilik, particilik, cemaatçilik, fanatizm, radikalizm, terör ve nihayet devletlerarası planda barış ve savaşa kadar uzanan boyutları vardır bu aidiyet duygusunun. İlgi duyanların sahalardan elde edilen ve istatistiklere dökülen verilerle desteklenen bu çalışmalara bakmalarını öneririm.
Konudan uzaklaşmadan geriye döneyim ve Müslüman kimliği ve Müslümanlığa aidiyeti itibariyle çocuklarımızın İslam dünyasının hayatın hemen her alanına yansıyan pürmelâl halinden etkilenmelerine geçeyim. Etkilenmemek mümkün mü diyeceğim ama önce mevcuda bakalım. Köşe yazısının sınırlarını aşacak detaylara girmem mümkün değil ama pürmelâl halimizi anlamak ve öğrenmek için bu detaylara gerek yok zaten. İletişim sektöründeki akıllara durgunluk veren hızla ve sürekli gelişerek ilerleyen teknolojik buluşlarla global köy haline gelen dünyamızda İslam veya Batı ülkelerinde yaşayan Müslümanlar ayrımının bir manası da kalmadı. Dünyayı avucumuzun içine sığdırdığımız telefonlarımız sayesinde bilgiye ulaşmak artık çocuk oyuncağı. Çocuklarımız gördükleri fotoğraflar, seyrettikleri filmler, okudukları kitaplar, aldıkları eğitim ve öğretimler ve bütün bunları yedeklerine alarak yaptıkları mukayeselerle sözünü etmeye çalıştığımız gerçeği kendileri buluyorlar.
Devletlerin siyasi yönetim sistemleri, o sistemlerin temel insan hak ve hürriyetlerine vermiş oldukları değer, adalet, sosyal refah, ekonomik kalkınmışlık, fert başına düşen gayri safi milli hasıla rakamları, ithalat ve ihracat oranları, tarımda yetiştirilen ürünlerin rekolteleri, eğitim yuvalarının sayısı ve akademik yeterlilikleri, yayınladıkları ilmi makale ve yaptıkları buluşlarla insanlığa sağladıkları katma değer, insanî yardım faaliyetleri, insanlık ailesinin yaşamını ilgilendiren yakın-orta ve uzak gelecek projeleri ve daha art arda sıralayabileceğim onlarca, yüzlerce konu. İşte hayatın tüm alanlarını içine alan kapsamlı ve mukayeseli değerlendirmeleri yapan çocuklarımız kalbinde taşımış olduğu inanç ve bu inancın kendisine duyurduğu aidiyet bağı ile elde ettikleri sonuçlar karşısında haklı olarak utanıyor ve zamanla aidiyet duyguları zayıflıyor hatta kayboluyor.
İmanının, bilgisinin, ufkunun derece ve seviyesine göre kimi bu aidiyeti yok sayıyor, kimi başka inanç mensuplarının yanında bu kimliğini izhar etmeye çekiniyor, kimi inkar ediyor. Kimileri de bunların hiçbirini tasvip etmiyor hatta bu durumun dinden, dinin asli değerlerinden değil tarihsel süreçte Müslümanların tercihlerinden ve harici unsurlardan kaynakladığını söylüyor ama bunlar dahi bu durumun psikolojik etkisinden kurtulamayıp aidiyetlerini gizliyor. Ve nihayet kimileri ise bu duruma sebebiyet veren başat unsurun İslam olduğu inancını taşıyor, başka vadilerde din ve inanç arayışı içine giriyor.
Tam da burada okuyucu yorumlarında gördüğüm bir hususa hem cevap vermek hem de farklı bir perspektiften aynı hususun altını çizmek isterim. Bir okuyucu diyor ki: “Hissetmesin kardeşim.” Mümkün mü Allah aşkına? Bir insanın ellerini ayaklarını sıkıca bağlayıp elbiseleri ile havuza attıktan sonra “Elbiselerini ıslatmayacaksın ha!” demekten başka manası var mı bu sözün? Baştan bu yana dile getirdiğimiz gerçeklerle bağdaşır bir tarafı var mı bu yaklaşımın? Dolayısıyla bu bağlamda daha fazla söz, israfı kelam olur.
Ama şunu ilave edebilirim: Farzı muhal ama diyelim ki oldu ve çocuğumuz hissetmedi o bağı. Pekala Müslüman kimliği nedeniyle o bağı kuran çevredeki insanların varlığına, dini aidiyetinizi belirtecek her söz ve davranışınızdan hareketle sizinle İslam ve buna bağlı olarak Müslüman dünyasının pürmelâl hali ile irtibat kuran okul arkadaşınıza, iş arkadaşınıza, komşunuza ne diyeceksiniz? Daha dün bir arkadaşım telefon etti, 11 Eylül’ün 20. yılı münasebetiyle ilkokulda yapılan programda uçaklarla ikiz kulelere saldırıları anlatıp İslam ile terörizmi özdeşleştiren bir söyleme karşı 9 yaşındaki kızı itiraz etmiş. Okul arkadaşlarının ona sorduğu soru şu olmuş: “Senin baban pilot mu?”
Bu 2021 yılından bir misal. Bir de 20 yıl öncesine götüreyim sizi. Yıl 2001. 11 Eylül terör saldırısı yeni olmuş. Babadan oğula devam eden aynı mekanda yıllardır benzinlik işleten bir arkadaşımız anlattı. “Büyük bir inşaat firması arabalarına benzini bizden alıyor. Şoförleri benzinleri kendi doldurur, ben başka müşterilerle meşgul isem ofisteki açık hesap defterlerine tutarını yazar ve çeker gider. Aydan aya da toptan hesap öderler. Bir defasında ben namaz kılıyordum ofisin arka tarafında. Bu esnada o şoförlerden birisi gelmiş, benzinini almış, deftere kayıt etmiş ama o kadar süre içinde beni göremeyince ve seslenmelerine cevap bulamayınca merak etmiş, nerede bu diye? Namaz kıldığım yere gelmiş ve beni namaz kılarken görmüş. Ben de namazdayım ve beni gördüğünün farkındayım. Öyle bir “Oh my God!” dedi ki. Namazım biter bitmez “Ne oldu?” dedim. Verdiği cevap unutulacak gibi değil: “Teröristler gibi!” Neden? Çünkü 11 Eylül sonrası TV ekranlarında sürekli ikiz kulelere uçakların çarpması ve hemen ardından Üsame Bin Ladin başta olmak üzere teröristlerin kıldıkları namaz görüntüleri vardı. Zihninde o ilişkiyi kurmuş hemen ve yıllardır tanığını insana terörist demese de “Teröristler gibi” demiş. Gördüğünüz gibi aidiyet bağı hissetmesin demekle iş bitmiyor, siz hissetmeseniz bile çevreniz şu ya da bu vesile ile o bağı kuruyor ve sizi onlardan biri olarak yargılayıcı bir gözle ele alıp değerlendiriyor.
Pekala çözüm ne? İslam dünyasını bu pürmelâl halinden kurtarmak, her bir ülkesinin ve her bir ferdinin evrensel insani standartlara uygun bir biçimde hayat yaşamalarını sağlamak her şeyden önce insanî bir görevdir. Bu konuda gayret göstermesi gerekenlerin başında da hiç şüphesiz Müslümanlar gelir. Bize düşen çocuklarımıza söz konusu pürmelâl halin dinden, dinin asli değerlerinden kaynaklanmadığını aksine dini öğretilere yapılan beşer yorumu ve dünyevi başka sebeplerden kaynakladığını anlatarak din ile Müslümanların tarihsel tecrübesini birbirine karıştırmamaları gerektiğini öğretmektir. Bu bir.
İki, bu halden kurtulmak için gösterilecek çabanın sözünü ettiğimiz aidiyet bağından hareketle ilk defa bizim görevimiz olduğunun idrakine varmalarını sağlamaktır. Bunun sadece Müslümanlara yönelik sevap kazandıran İslami bir görev değil aksine bütün sonuçlarının bütün insanlığa yansıyacağı muhakkak olan insani bir görev olduğunun da altını çizmektir.
Üçüncü olarak madem ki pürmelâl hal hayatın her bir alanında, öyleyse çözümün de hayatın her bir alanında olması gerektiğini belirtip herkesi kendi kabiliyetleri, istekleri doğrultusunda bir meslek edinip, o mesleği yoluyla en iyiyi, en güzeli, en doğruyu hedefleyip ferdi ya da ekip çalışmaları sonucu dünyada ses getirecek başarılara imza atmalarına teşvik etmektir. Tekrar ediyorum, spordan sanata, siyasetten iktisada, hukuktan uzay teknolojilerine kadar ne ile mutlu oluyor ve olacaklarsa o alanda çalışmalar yapmalarını sağlamaktır. Zira onların seçtikleri sahalarda göstereceği ferdi ve/ya ekip başarıları öncelikle ait oldukları ülkelerine katkı sağlayacak ve sözünü ettiğimiz halden kurtuluş adımları atılmış olacaktır.
Dördüncü olarak sabırlı olmalarını öğretmek gerek. Torunlar olarak dedelerimizin diktiği ağacın meyvalarından yeme misali asırlardır ihmal edilen şeylerin değil bir insanın bir-iki neslin ömrüne sığmayacak kadar uzun bir zaman alacağı gerçeği unutmamaları telkin edilmelidir.
Bir sonraki yazımda ikinci sebep diyerek sekülerleşme trendi, hayat ve anlam arayışı, Tanrı-alem ilişkisi, mutluluk, özgürlük ve Batı medeniyeti tecrübesini, deizm, agnostizm ve ateizm gibi üst başlıklara ayırabileceğim konulara başlayacağım.
Yazarımızdan ilk defa çözüm önerileri de duymuş olsak da sonuç ne yazık ki yine hayal kırıklığı. Yazarımız bizden çocuklarımıza neyin dinden kaynaklandığını neyin kaynaklanmadığını anlatmamızı istiyor ve onları geleceğin mühendisleri, doktorları olarak yetiştirmemizi istiyor. Acaba az buçuk dini hassasiyeti olan hangi insan bunu düşünmemiştir ki? Kaç anne-baba saatlerce okulda işlenen çocuğu eve geldiğinde resetleyebiliyor. Kaç anne-baba İslamı ötekileştirerek Batıyı yücelten yayınların alternafini sunabiliyor?
Aidiyet meselesi sadece dinin kötülenmesi sayesinde yaşanmıyor, aynı zamanda kenara itilmesi sayesinde yaşanıyor. Yazarımızın bahsettiği o aşağılık kompleksi yıllardır yetişmiş insanlarımızda yok mu sanki? Evrim teorisinden, hayvan haklarına, beden bütünlüğünden cinsel tercihe kadar birçok konuda aydın diyebileceğimiz insanlar bile bir aşağılık kompleksinin içinde yuvarlanıp durmuyor mu?
Peki bizim aydınlarımız, alimlerimiz bu konuda napıyor? Bol bol analiz yapıp, çocuklara doğrusunu öğretin demekten başka bir hiç. Yetişmiş insanımıza, bilgisayar mühendisimize, biyokimyacımıza musahip olabilecek çapta bir alim var mı peki? Yok yok yok, görünüşe bakılırsa da olmayacak. Bırakalım düşüncelerini okurla paylaşmayı, kendi aralarında bile bir tartışma, bir kavga, bir birlikte mücadele, bir sistem arayışı yok. Ne yeni bir ses oluşturmak için bir planları var ne de bu planlarını topluma nasıl aktaracakları ile ilgili bir proje. Siz hiç Hizmet alimlerinin şu şu konularda akademisyenlere ulaşsın diye kıyasıya konferans, kongre yaptıklarını, dergi çıkardıklarını gördünüz mü? Göremezsiniz. Uzun uzun seri yazarak havanda su dövmeyi pek iyi bilirler.
Ah!
👏👏👏
…bir de, esen ruzgara gore sekilden sekile girmeyi.
“Çocuklarımız gördükleri fotoğraflar, seyrettikleri filmler, okudukları kitaplar, aldıkları eğitim ve öğretimler ve bütün bunları yedeklerine alarak yaptıkları mukayeselerle sözünü etmeye çalıştığımız gerçeği kendileri buluyorlar” demişsiniz. Bütünüyle çok güzel bir yazının içindeki harika tespitlerden bunlar…
Problemlerden biri, verilen dataların çok defa gerçeğin bir parçası olduğu, kalanlarınsa yine çok defa verilenlerin taraflı yorumları olduğunun farkına varıncaya kadar alınması gereken çok yol olduğu.
Sahi, bu yorumu okuyanlar arasında, “11 Eylül’de kaç kişi öldü?” sorusunu cevaplayabilecek kaç kişi var?
Bu soruyu belki onlarca insana sordum ya “bilmiyoruz” deyip riske girmiyor, hiç bir sayı vermiyorlar ya da on binlerce diyebiliyorlar. “70 bin” diyen de çıktı…
Peki yine “ABD, Afganistan’da son 20 yılda kaç insan öldürdü?”, “Suriye’de kaç kişi öldürdü?”, “Irak’ta kaç kişi öldürdü?” sorularına cevap verebilir misiniz?
Hadi hepsini bildiniz, “20 yy’da, Müslümanların öldürdüğü insan sayısı ile, Hrıstiyanların öldürdüğü insan sayısı nedir?” gibi bir soruyla karşılaştınız mı?
Çocuklarımızın gördükleri değil bizim gördüğümüz fotoğraflar, izlediğimiz filmler, okuduklarımız, eğitimimiz ve bütün bunları yedeğimize alarak yaptığımız mukayeselerle bu soruların cevaplarını bulabiliyor muyuz?
“ISIS, BokoHaram, El-Kaide, Taliban ya da hangi hatalı yorumlarla, olursa olsun, Müslümanları terörist gibi gösteren bütün örgütlerin, 11 Eylül’ü onlardan birinin yapığını varsaysak o da dahil olmakla, katlettikleri zavallı insanların sayısıyla, Batı dünyasının halkı Müslüman olan devletleri işgal ederek katlettikleri masumlar arasında nasıl bir orantı var” sorusunu duydunuz mu? İnternetten cevabını araştırdınız mı? Bulmanın mümkün olduğunu düşünüyor musunuz?
Sanıyorum eski diplomat Kamran İnan´ın bir kitabında okumuştum. „Gençliğimde dünyayı değiştirmek gibi bir hayalim vardı. Yaşım ilerleyince bunun bana göre çok büyük bir hedef olduğunu görüp Türkiye´yi değiştirmeyi düşündüm. Sonra bunun da gerçekçi olmadığını anlayıp hedefi küçülttüm. Şimdi ise kendim değişmemeye çalışıyorum“, diyordu hafızamda kaldığı kadarıyla.
Ahmet hocam, yazınızda aidiyet konusunu ele alıyorsunuz, buradan hareketle gelecek nesillere İslam dünyasını içinde bulunduğu durumdan kurtarma veya en azından buna katkıda bulunma hedefini vermeden söz ediyorsunuz. Aidiyet bağı nedeniyle bunun bir görev olduğunu yazıyorsunuz.
Öncelikle şunun altını çizeyim: Yazdıklarınız bana da sempatik geliyor. Ama ne kadar gerçekçi, emin değilim. Hizmetin zaten böyle bir hedefi vardı. İçinden çıktığı ülke, özellikle de aynı mahallenin insanı bu hareketi boğmayı tercih etti. Böyle bir şokun devam ettiği bir süreçte insanlara tekrar büyük hedeflere odaklanmak zor gelebilir.
Başka bir sebepten de bunun, yani gelecek kuşakları İslam dünyasını kurtarma hedefine odaklamanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Bizim kuşağın Türkiye´ye ve İslam dünyasına bu derece büyük ilgi göstermesi normal. Ancak bu ilginin gelecek nesillerde de aynen devam edeceği şüpheli.
Hatta şöyle bir tez bile ortaya atılabilir: Gelecek nesillerin yeni ülkelerine uyumu ilerledikçe Türkiye´ye ilgi azalacaktır. Bunu Avrupa´daki Türkiye kökenli insanlar bağlamında da görmek mümkün sanırım. Burada uyumu en zayıf sünni kökenli insanlar. Bu kimlik etrafında örgütlenmeyen kesimlerin ise topluma entegrasyonu daha ileri derecede.
Siz yazınızda aidiyet kavramını çok merkezi bir yere koyuyorsunuz. Aidiyet bağı bu kadar değişmez bir bağ mı, ondan da emin değilim. Bana göre aidiyet bağı kimlikle alakalı bir kavram ve bu iki kavram doğuştan gelen ve değişmez özellikte kavramlar değil. Bunlar insanın yaşadığı çevreye göre içeriği değişen kavramlar.
Ben çocuklarıma iyi bir insan, bulundukları ülkenin iyi bir vatadaşı olma hedefini vermeyi (eğer verbilirsem) daha doğru buluyorum. İslam dünyasını kurtarma işi ise bana sonu gelmez hayal kırıklıklarına odaklanma anlamına gelecek gibi geliyor. Ayrıca bana yaşanılan ülkeye bağlılık aidiyet duygusu nedeniyle İslam dünyasına bağlılığa göre çok daha öncelikli olmalı gibi geliyor.
Türkiye´ye veya İslam dünyasına duygusal bağ veya ilgi muhtemelen hiç bir zaman tamamen yok olmayacaktır, hatta bu zaman zaman içinde yaşadığımız ülkelerde sağcı/popülist/ırkçı çevreler yükselme eğilimi gösterirse güçlenecektir de.
Ancak bunun olmaması her iki tarafın da lehine olacaktır. Göçmen kökenli insanların fazla olduğu, bazı bölgelerde göçmen kökenli insanlar olmasa okullarda sınıfların olmayacağı düşünüldüğünde bu ülkelerin sağcı partileri yükselmesine tahammülü yoktur, çıkarına da değildir.
Göçmenlerin de herkese demokratik bir ortamda eşit bir şekilde yaşama imkanı sağlayan bu ülkelerde geldikleri ülkelerden getirdikleri kültürleri ön planya çıkarmama, ülkenin bütününü düşünme gibi bir görevleri olduğunu düşünüyorum. Yaşadığımız ülkelere karşı sorumluluğumuzun ve sosyal ve yatandaşlık aidiyetinin İslam dünyasına olan aidiyetten daha öncelikli olduğu kanısındayım.
“İşte hayatın tüm alanlarını içine alan kapsamlı ve mukayeseli değerlendirmeleri yapan çocuklarımız kalbinde taşımış olduğu inanç ve bu inancın kendisine duyurduğu aidiyet bağı ile elde ettikleri sonuçlar karşısında haklı olarak utanıyor ve zamanla aidiyet duyguları zayıflıyor hatta kayboluyor.”
Islam dunyasina aidiyetin bir “sorun” teskil ettigine/edebilecegine dair onermeniz, yukarida alintiladigim “gozleminize” dayaniyor.
Bu “gozleminiz” herhangi bir saha calismasina, istatistige dayanmadigi icin, ve oyle de herhangi bir uydurmadan oteye gitmedigi icin, aslinda sunu soylemis oluyorsunuz:
Musluman topluluklarin geri kalmisligina (kaldi ki geri kalmislik neye gore, o da tartisilir) bagli olarak, musluman kimliginizden utanmaniz, ve zamanla kendinizi musluman olarak tanimlamamayi tercih etmeniz gayet normal ve kacinilmaz birsey.
Boyle bir alginin zeminini olusturdugunuzu farketmediginizi, sehven yazmis oldugunuzu umit ediyorum.