YORUM | Prof. Dr. OSMAN ŞAHİN
Önceki yazıda bulunduğumuz zaman dilimine kadar müslümanların ekseriyetinde İslam’ın tekrar yeryüzünde hükümferma olması için kurulacak yeni bir İslam devletine ihtiyaç olduğu düşüncesinin hakim olduğunu, hak ve adalet üzerine teessüs etmiş böyle bir devletin yeryüzünde muvazene unsuru olmasının, dinin yaşanması, temsil ve tebliği açısından önemine dikkat çekmiştik.
Şimdi de günümüzde İslam böyle bir devlet eliyle mi temsil edilmeli sorusuna cevap arayalım.
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin devletin bir gaye değil, araç olması gerektiği tespitini hatırlayalım. Asr-ı Saadet’te Allah Resulü’nün (sav) öncelikli hedefi devlet kurmak değildi. O’nun (sav) en önemli meselesi insanların Allah’a (cc) iman etmeleriydi. İnsanlar, iman edip de belli bir keyfiyet ve kemiyete ulaştıktan sonra, devlet doğal bir netice olarak ortaya çıkmıştır.
O günün şartlarında inananların hak ve hukukuklarının korunması adına, böyle bir devletin vücudu aynı zamanda bir zaruret idi. Sonraki asırlarda kurulan İslami devletler de bazen problemler yaşansa da genellikle bu misyonu eda etmişler ve İslam’ın günümüze kadar ulaşmasında çok önemli bir rol oynamışlardır. Malik bin Nebi’nin Osmanlı Devleti ile alakalı şu tesbiti buna dikkat çekmektedir: “Eğer İslâm dünyasının şimalinde Osmanlı olmasaydı, bugün İslâm dünyası da olmazdı. Osmanlı olmasaydı, bugün yeryüzünde müslümanlık da kalmazdı.”
Bugün sadece Siyasal İslamcılarda değil, aynı zamanda birçok cemaatte de devletin ele geçirilip, elde edilecek imkanlar ile İslam’ın hayata hayat kılınması düşüncesi hakimdir. Halbuki İslamı tebliğde öncelikli olarak bireylerin iman etmeleri önemlidir. İman problemi olan insanlar ile bir İslam devleti kurulamazdı. İslam adına kurulacak böyle bir devlet, ancak insanlığın başına bir problem kaynağı olurdu.
Menfaat üzerine kurulu siyaset canavardır…
Bugün İslam, hiç bir İslam beldesinde gerçek olarak yaşanıp temsil edilmemektedir. Bu iddia ile ortaya atılan siyasi parti mensuplarının hayat tarzlarının, İslama uygun olduğunu söylemenin ise imkanı yoktur. Siyaset arenasında her şey menfaat eksenli olarak cereyan etmektedir. Dinin emir ve yasaklarından daha çok, maddi çıkar ve menfaatler ön plandadır. Tarafgirlik hastalığının da etkisiyle haklı olana değil parti/hizip mensubiyetine bakılmaktadır. Muhalif olanlara ise hakkı hayat tanınmamaktadır. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle “menfaat üzerine kurulu siyaset canavardır.” Başkalarının hakkını gasp eden, darp eden ve hatta hayat hakkını elinden alan bir canavardır. Çok açıktır ki bütün bunların İslam ile alakası olmadığı gibi, İslam’ın şiddetle karşı olduğu hususlardır. Böyle bir menfi ortamdan, hakiki bir İslam devleti beklemek ise safdillik olsa gerektir.
İslam adına devleti ele geçirenler güç zehirlemesi yaşayacak, toplum paramparça olacak, birileri hep ötekileştirilecek ve zülümlerin ardı arkası kesilmeyecektir.
Bediüzzaman Hazretleri, bütün bu hususlara 1940 ve 1950’li yıllarda dikkat çekmişlerdir. O günden bugüne kadar yaşananlar, her zaman Üstad Hazretlerini haklı çıkarmıştır. Üstad, ahirzamanda en önemli hizmetin iman kurtarmak hizmeti olduğunu ve ancak bunda muvaffak olduktan sonra, İslam’ın hayata hayat kılınması için gerekli olan diğer safhalara geçilebileceğini ifade etmişlerdir.
Kurulacak bir İslam’i Devlet zararlı mı olur?…
Üstad, bu hususta elimize bir takım kriterler de vermektedir. Bu amaçla kurulacak bir parti için Emirdağ Lahikası’nda verilen ölçü şudur: “İttihad-ı İslâm Partisi, yüzde altmış, yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini siyasete âlet etmemeye, belki siyaseti dine âlet etmeye çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmeye mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.”
Bu zamanda terbiye-i İslâmiye zedelendiğinden (iman problemleri ve ahlaki bozulma neticesinde) böyle bir şartı gerçekleştirmenin mümkün olamayacağı da ifade edilmektedir. Böyle bir parti, işe vaziyet ederse zarar verecektir. Din, siyasete ve dolayısıyla menfaatlere alet edileceği için çok büyük zararlara maruz kalacaktır. İnsanlar, dini, yanlış temsil eden bu insanlara bakarak dinden uzaklaşacaklar ve toplum bünyesinde tamiri neredeyse imkansız çok büyük tahribatlara yol verilecektir. İslam adına devleti ele geçirenler güç zehirlemesi yaşayacak, toplum paramparça olacak, birileri hep ötekileştirilecek ve zülümlerin ardı arkası kesilmeyecektir. Düşünsenize, inanç problemi olan insanlara, devlet eliyle zorla dayatılacak dini bir yaşayış karşısında bu insanların münafıklaşmaktan başka bir seçenekleri kalacak mıdır? Maalesef bu yaşanılan ifritten süreç boyunca bunun çok sayıda mükemmel örneklerini görüyoruz.
Toplum, belli bir kıvama ulaştıktan sonra, yüzde altmış, yetmişi bu işe evet dedikten sonra ancak devlet düşünülebilir. Ancak böyle bir devlet, yeryüzünde sulh ve sükûnun müessisi olabilecektir. Bugünün şartları içerisinde, daha önceki asırlarda yaşandığı gibi, dinin devlet eliyle temsili mümkün gözükmemektedir.
Devlet eliyle temsil edilmeyecekse nasıl temsil edilecek?…
Her zamanın bir hükmü vardır. Dünyada iletişim imkanları had safhaya ulaşmıştır. Globalleşmenin etkisiyle, dünya bir köy haline gelmiştir. Son asırda meydana gelen önemli inkılâplardan sonra tebliğ ve temsil metodu da değişmiştir. Üstad Hazretlerinin bu hususa dikkat çeken bazı tesbitlerini buraya alalım.
Başkalarının hakkını gasp eden, darp eden ve hatta hayat hakkını elinden alan bir canavardır. Çok açıktır ki bütün bunların İslam ile alakası olmadığı gibi, İslam’ın şiddetle karşı olduğu hususlardır.
20.Söz’de “Ulûm ve fünûnun en parlağı olan belâğat ve cezâlet, bütün envâıyla âhir zamanda en merğub bir suret alacaktır. Hattâ, insanlar kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için en keskin silâhını, cezâlet-i beyandan ve en mukavemetsûz kuvvetini belâğat-i edâdan alacaktır.” demişlerdir. Fikir olarak daha güçlü olanlar ve bunu en güzel bir şekilde kavli ve fiili ifade edebilenler başarılı olacaklardır.
Üstad Hazretleri, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce, bir vâkıâ-ı sâdıkada, Ararat denilen Ağrı Dağının infilak ettiğini ve mühim bir zatın ona “İ’câz-ı Kur’ân’ı beyan et.” diye emrettiğinden bahsederler. Bu müşahadeyi, büyük bir infilak ve inkılâp olacağı ve Kur’an’ın etrafındaki surların kırılacağı, Kur’an’ın kendi kendini müdafaa edeceği ve kendisinin, Kur’an’ın i’câzının izharına namzet olacağı şeklinde tevil ederler.
Kur’an’ın etrafındaki surların yıkılmasından, Osmanlı Devletinin yıkılacağı ve artık Kur’an hakikatlerinin bir devlet eliyle müdafaasına ve temsiline bundan sonra ihtiyaç duyulmayacağı anlamı da çıkarılabilir. Artık, “Medenilere galebe ikna iledir” ile prensip haline gelen, bireylere tek tek İslam’ın anlatılmasına ve temsiline ihtiyaç vardır. Maddi güç ve kuvvetle, devlet baskısıyla değil, Kur’an’ın manevi olan elmas kılıcıyla, kalplerin feth edilmesi gerekmektedir. Bu zaman da önemli olan, toplumlar arasındaki iletişim engellerini ortadan kaldırmak için diyalog köprüleri kurmak, İslam’ı hakiki manada yaşayan, Kur’an’i ve nebevi düsturlara uygun hareket eden hizmet erleri ile insanları buluşturmak ve böylece kalplere, hak ve hakikate giden yolları açmaktır.
Devlet eliyle gerçekleştirilecek bir temsile, diğer ülke insanlarının soğuk bakacağı, yine bir parti tarafından temsil edilen İslam’a, diğer parti mensuplarının uzak duracağını da göz önünde bulunduracak olursak, yaşanan süreçte hizmet hareketinin başına gelen hadiselerin ilahi takdir boyutu çok daha iyi anlaşılabilecektir.
Allah (cc), hizmet insanını dar kalıpları içerisinden çıkararak, hiç bir devletle ve hiç bir parti ile ilişkisi olmayan bir hizmet hareketi haline getirerek, tebliğ ve temsil için en ideal şartları meydana getirmiştir. Süreç, hizmet insanını gittiği ülkelerin vatandaşı olmaya, dillerini ve kültürlerini öğrenmeye ve o topluma entegre olmaya zorlamaktadır. Böylece aradaki iletişim engelleri ortadan kalkmakta, diyalog köprüleri kurulmakta ve bu dünyanın insanlarına, İslam’ı en güzel şekilde temsil edip gösterecek hakikat erleri ile buluşma imkanı verilmektedir.
Siyaseti tam dindar İsevilere bırakmak…
Bediüzzaman Hazretleri, Emirdağ Lahikası’nda geçen yayınlanmamış bir mektupta şöyle bir tesbit yapmıştır: “Gerçi, hakikat noktasında, ahirzamandaki gelecek büyük Mehdi, siyaseti tam dindar İsevilere bırakıp yalnız İslamiyet hakikatlarını ispata, izhara, icraya çalışır.” Bir diğer önemli tespiti ise Osmanlı Devleti’nin bir Avrupa devletine, Avrupa’nın ise bir İslam Devletine gebe olduğu şeklindedir. Osmanlı bir Avrupa devleti doğurmuş, şimdi ise Avrupa’nın bir İslam devleti doğurması intizar edilmektedir. Bu tespitlerden İslam dünyasında, müstakim bir siyaseti hayata geçirebilecek bir potansiyel bulunmadığı, bu işte hakiki dindar isevilerin istihdam edilerek buna muvaffak olunacağı müjdesini anlamak da mümkündür. Belki de müslümanların, hakiki dindar İseviler ile ittifak etmesi sayesinde, İslami bir devletin vücuda gelmesinin şartları meydana gelecek, Avrupa kendinden beklenen İslam Devleti’ni doğuracak ve böyle bir devlet veya devletler yeryüzünde bir kere daha muvazene unsuru haline gelerek, Beyanı Nebevi’de (sav) müjdelenen, ahirzamanda İslam veya İslami hakikatlerin bir kere daha yeryüzünde hakim olması hakikatı gerçekleşecektir.
Hocam kaleminize sağlık.
Aşk, heyecan duyduk.
Devamını bekliyoruz.