(*OHAL KHK’si ile mesleğinin kaybetmiş bir yargı mensubu)
Türkiye’de insan haklarının koruyucusu olması gereken yargının içler acısı durumu ve insan haklarının ne kadar korumasız olduğu, Trabzon Cumhuriyet Başsavcılığı’nın bir süre önce verdiği kararla (2017/123) bir kez daha gözler önüne serildi.
Bu karara konu soruşturmada şikayetçi, gözaltında bulunduğu sırada görevli polis memurları tarafından tehdit ve darp edildiğini yani işkenceye maruz kaldığını iddia ediyor. Cumhuriyet savcısı bu iddiayla ilgili herhangi bir araştırmaya gerek dahi duymadan “OHAL kapsamında karar alan ve görevleri yerine getiren kişilerin bu görevleri nedeniyle hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğunun bulunmadığı; bu nedenle şikayet edilenler hakkında kovuşturma yasağı bulunduğu” gerekçesiyle takipsizlik kararı veriyor.
Savcı şikayet dilekçesini aldıktan sonra, her rutin soruşturmada yapılması gerektiği halde, ifadeleri almıyor, işkence iddiasıyla ilgili şikayetçinin doktor raporunu, kamera kayıtlarını ve diğer delilleri dosyaya koymuyor. Takipsizlik kararında, şüpheli bölümüne “faili meçhul” yazıyor. Yani failin kim olduğunu tespit etme ihtiyacı dahi hissetmiyor. 667 sayılı KHK’nın 9. maddesini gerekçe gösteriyor. İşkence yapanların, zamanaşımına bağlı olmaksızın soruşturulması gerektiğini, bu kanun kapsamında korunamayacağını, hatta kendisinin en temel görevinin bu suçları soruşturmak olduğunu göz ardı ediyor.
Bu kararıyla savcı, en temel insan haklarından olan, hem AİHS ve birçok uluslararası sözleşmeyle hem de Anayasa ve TCK ile koruma altına alınmaya çalışılan işkence yasağının Türkiye’de uygulanmadığını, işkencenin yasal ve yargısal koruma altında olduğunu ilan etmektedir.
Peki, bir savcının hukukçu sıfatını toprağa gömmeden veremeyeceği ve Türkiye’de Cumhuriyet savcılığı makamının varlığını/gerekliliğini sorgulatacağı açık olan böylesine ağır bir kararın saiki ne olabilir? Türk yargı camiasının son dönemlerdeki durumunu bilen birisi için bu sorunun cevabı çok açık: KORKU!
15 Temmuz darbe girişimi, henüz tam olarak bastırılmadan, yaklaşık 4,000 hâkim ve savcı gerekçesiz/delilsiz tutuklandı veya meslekten atıldı. Darbe fırsatçılığıyla bu kadar yargı mensubunu meslekten atan HSYK’nın başkan vekili Mehmet Yılmaz, 1,200 hâkim ve savcı hakkında ayrıca soruşturma sürdürüldüğünü belirtti.
Hala görevdeki hakimlerden Adem Aslan, Yılmaz’ın açıklamalarıyla ilgili olarak, teşkilatın yüzde 40’ının meslekten atıldığını, hala yeni listelerden söz edilerek hakim-savcılar üzerinde oluşturulan korku ve baskının sürdürüldüğünü, hakim savcıların hayatının “liste muhabbetinden ibaret” olduğunu yazdı.
Bir diğer hakim Aydın Başar “Bu süreçten sonra ise kriter, cemaatçi olup olmadığın değil, etkin gücün istediği adam mısın değil misin, istenilen kararları veriyor musun, yani cübbenden vazgeçmişin, kriter bu artık. Vazgeçmedin mi, halen ‘adalet’, halen ‘ben dosyayı incelerim, hukuku uygularım’ mı diyorsun, ‘yok kardeşim, o zaman sen de tehlikelisin, ayağını denk al, yarın bir gün kapına birileri gelebilir’ tehdidi altındayız” dedi.
Türkiye’nin bağımsız tek yargı birliği olan ve OHAL’de kapatılan YARSAV yöneticilerinden hakim Murat Aydın ise bir konferansta, yargıda baskının ulaştığı boyuta vurgu yaparak, duruşmada karar veren bir hakimin ertesi sabah makamına gelip gelemeyeceğinden emin olamadığını söyledi.
Türk yargısı içinden bunun gibi onlarca örnek vermek mümkün olsa da, bu kadarı yeter sanırım. “Sıra bana da gelecek mi acaba!” diye korkan, çalıştığı adliyeye korku tüneline giriyor hissiyle giden, cübbesi üzerindeyken veya duruşma salonunda yargılama yaparken ya da suçluları tutuklarken kendisinin de her an tutuklanabileceğini düşünen bir yargı mensubundan yukarıdaki karar dışında bir karar beklenebilir mi?
Bir hukukçu olarak bu kadar şeyi yazmak bile bana utanç verirken, meslektaşlarının 1/3 ü atılmış/tutuklanmış, sıranın her an (iktidara itaat etmemeleri ve bağımsızlık/tarafsızlık demeleri halinde) kendilerine de geleceğini düşünen hakim ve savcıların durumunu hayal etmek ne kadar zor!