Hitler’in başarısı, demokrasilerin ne kadar kırılgan olabileceğinin çarpıcı bir ispatıydı. Kurumsal direncin zayıflığı, siyasi manipülasyonlara açık yapı ve toplumsal gerilimler, demokratik sistemlerin en büyük tehlikelerindendi.
“Demokrasinin en komik tarafı, kendi ölümcül düşmanlarına bile
kendisini öldürmesini sağlayacak silahları vermesidir.”
Joseph Goebbels
M. NEDİM HAZAR | YORUM
Her şey rutin izlediğim ve şahsen çok faydasını da gördüğüm The Atlantic’te Timothy W. Ryback imzasıyla yayınlanan, “How Hitler Dismantled a Democracy in 53 Days-Hitler 53 günde, bir demokrasiyi nasıl yok etti?” yazısını okumamla başladı. Hatırlatmakta fayda var; Timothy W. Rybak Lahey’deki Tarihsel Adalet ve Uzlaşma Enstitüsü’nün müdürüdür…
Ryback makaleyi 5 Ocak’ta yayınladı, yani yazı çok taze. Onun bu enfes makalesinden ilham alarak yazacağım genel özeti, yazının ilerleyen bölümünde göreceksiniz. Ama önce maruzatım var…
Demokrasinin çöküşü ve otoriter rejimlerin yükselişi, 20. yüzyılın en travmatik olaylarından biri olarak tarihe geçti. ‘Nazi Almanyasının’ yükselişi ve demokratik Weimar Cumhuriyeti’nin çöküşü, bu sürecin en çarpıcı örneklerinden biri. Bu tarihsel deneyim, günümüz demokrasilerinin karşı karşıya olduğu zorlukları anlamak ve değerlendirmek için kritik bir referans noktası oluşturmakta.
Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik serüveni de bu bağlamda incelemeye değer zengin bir örnek sunuyor. Biraz geriye sararak okuyacak olursak; Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünden modern bir ulus-devletin kuruluşuna, çok partili sisteme geçişten askeri darbelere, ekonomik krizlerden toplumsal hareketlere uzanan bu yolculuk, demokrasinin karmaşık ve çok boyutlu doğasını gözler önüne sermekte.
Bu incelememizde, Nazi Almanyası örneğinden yola çıkarak Türkiye’nin demokratik deneyimini ele alacağız. Ancak amaç, basit bir karşılaştırma yapmak değil, demokrasinin işleyişi, karşılaştığı zorluklar ve direnç mekanizmaları hakkında daha derin bir anlayış geliştirmek aynı zamanda. Türkiye’nin kendine özgü tarihsel, sosyal ve siyasi dinamikleri, bu analizin merkezinde yer alacak.
Bilindiği üzere demokrasi, sadece bir yönetim biçimi değil, aynı zamanda toplumsal bir süreç. Bu nedenle, yapacağımız bu tarihsel arka plan okumasında siyasi kurumlardan sivil topluma, ekonomik politikalardan kültürel dinamiklere kadar geniş bir yelpazedeki konuları ele alacağız. Açıkçası bugüne kadar bu kadar kapsamlı bir analiz yapıldı mı emin değilim. Çünkü yapacağımız bu kapsamlı yaklaşım, demokratik bir toplumun karmaşık yapısını ortaya koyacak ve demokrasinin korunması ve güçlendirilmesi için gerekli olan faktörleri anlamamıza yardımcı olacaktır.
Öte yandan demokrasinin kırılganlığını ve aynı zamanda direncini göstererek, demokratik değerlerin korunması ve geliştirilmesi için sürekli bir çaba gerektiğini vurgulamayı düşünmekteyim.
Günümüz dünyasında, demokrasilerin karşı karşıya olduğu zorlukları anlamak ve bu zorluklara karşı etkili stratejiler geliştirmek, her zamankinden daha önemli hale geldi. Bu bağlamda, Türkiye’nin deneyimi, evrensel demokratik ilkeler ile yerel gerçeklikler arasındaki etkileşimi anlamak için değerli bir örnek teşkil etmekte.
Hitler’in önce Alman demokrasisini katletmesini, ardından bütün dünyanın başına bela oluş serüvenini kapsamlı şekilde ele alacağımız bu seride, isterseniz moda tabirle “hap gibi” bir anlatımla Hitler’in demokrasiyi kullanarak demokrasiyi nasıl öldürdüğüne bir çırpıda bakalım.
Weimar Cumhuriyeti’nin anayasal sistemi, 20. yüzyılın başındaki Almanya’nın karmaşık siyasi yapısını yansıtan oldukça hassas bir mekanizmaydı. 181 maddeden oluşan bu anayasa, teorik olarak güçler ayrılığını ve demokratik işleyişi garanti altına almayı amaçlıyordu. Ancak sistemin içinde barındırdığı yapısal zayıflıklar, Hitler gibi stratejik bir politikacının demokrasiyi kendi lehine çevirebileceği boşluklar sunuyordu. Ekonomik krizin derinleştiği, toplumsal gerilimin arttığı bir dönemde Hitler, bu anayasal yapının çatlaklarını ustaca kullanmaya hazırlanıyordu. Weimar Cumhuriyeti’nin kurucu ilkeleri, aslında kendi yıkımının tohumlarını da içinde barındırıyordu.
Nazi Partisi’nin yükselişi, 1929 Ekonomik Buhranı sonrasında hızlandı ve Hitler’in iktidar hesapları için mükemmel bir zemin hazırladı. On iki milletvekilinden başlayarak kısa sürede 107 ve ardından 230 sandalyeye ulaşan parti, meclisteki güç dengesini radikal biçimde değiştirmeye başladı. Hitler, bu sınırlı çoğunluğun bile kendisine mutlak iktidar sağlayabileceğine inanıyordu. Amerikalı bir gazeteciye verdiği demeçte, yüzde 37’lik bir temsil oranının yüzde 51’in yüzde 75’ini oluşturduğunu ve dolayısıyla ezici bir çoğunluğu temsil ettiğini söyleyecek kadar özgüvenli davranıyordu. Bu hesaplama, onun demokrasinin kurallarını kendi lehine çevirme stratejisinin temelini oluşturuyordu.
Komünist Parti’nin varlığı, Hitler’in demokrasiyi yok etme planında kritik bir engel oluşturuyordu. Reichstag’daki 221 sandalyeleri ile komünistler ve sosyal demokratlar, sistemin demokratik dengesini koruyabilecek potansiyele sahipti. Hitler, bu partiyi devre dışı bırakmadan mutlak iktidarı elde edemeyeceğinin farkındaydı. Komünizm korkusunu toplumsal bir travmaya dönüştürerek hem siyasi rakiplerini etkisizleştirmeyi hem de halkın desteğini almayı planlıyordu. Komünist tehdidi, onun için demokrasiyi yıkmanın en etkili propaganda aracıydı.
27 Şubat 1933’teki Reichstag yangını, Hitler’in demokrasiyi yıkma planındaki en kritik dönüm noktalarından biriydi. ‘Komünistlerin darbe girişimi’ olarak sunulan bu olay, sivil hakların askıya alınmasına ve olağanüstü yetkilerin devreye girmesine zemin hazırladı. İçişleri Bakanı Wilhelm Frick ve Hermann Göring gibi figürler, bu süreçte Hitler’in demokrasiyi çökertme planında kilit roller üstlendiler. Yangın, Hitler’in elindeki en güçlü siyasi silahtı ve onu demokrasinin kalbine doğrudan bir darbe indirmek için kullandı.
Medya kontrolü, muhalif seslerin bastırılması ve devlet kurumlarının ele geçirilmesi, Nazi rejiminin temel stratejilerinden biriydi. Gazeteler susturuldu, muhalif siyasetçiler tutuklandı ve toplumsal korku mekanizmaları devreye sokuldu. Hitler, propaganda ve şiddet araçlarını son derece sistematik ve acımasız biçimde kullandı. Basın üzerindeki sansür, devlet kurumlarının yeniden yapılandırılması ve muhalif seslerin etkisizleştirilmesi, onun demokrasiyi yıkma stratejisinin temel bileşenleriydi.
23 Mart 1933’te Reichstag, Hitler’e neredeyse sınırsız yetkiler veren “Halk ve Reich’ın Sıkıntısını Giderme Yasası”nı kabul etti. Bu yasa, güçler ayrılığını fiilen ortadan kaldırdı. Artık parlamento onayı olmadan yasalar çıkarılabilecek, uluslararası anlaşmalar imzalanabilecekti. Sosyal Demokrat lider Otto Wels’in tüm karşı çıkışlarına rağmen, meclisin 441 üyesi yasayı onayladı. Bu, demokrasinin kendi elleriyle intiharı anlamına geliyordu.
Cumhurbaşkanı Hindenburg’un sessiz kalması ve hatta Hitler’i desteklemesi, demokrasinin çöküşünü hızlandıran en önemli faktörlerden biriydi. Nazi partisi, devlet kurumlarını sistemli biçimde ele geçirirken, muhalif mekanizmalar etkisizleştirildi. Hindenburg’un Hitler’e güç devretmesi, aslında Weimar Cumhuriyeti’nin sonunu getiren kritik bir adımdı. Siyasi elitlerin kısa görüşlülüğü ve hesapçılığı, demokrasinin yıkılmasına zemin hazırladı.
Propaganda Bakanı Joseph Goebbels’in ifadesiyle, “Demokrasinin en komik tarafı, kendi ölümcül düşmanlarına bile kendisini öldürmesini sağlayacak silahları vermesidir.”
Bu söz, Hitler’in demokrasiyi yok etme stratejisinin özünü mükemmel biçimde özetliyordu. Demokratik sistemin kendi kuralları, onun yok edilmesine hizmet ediyordu.
Hitler’in başarısı, demokrasilerin ne kadar kırılgan olabileceğinin çarpıcı bir ispatıydı. Kurumsal direncin zayıflığı, siyasi manipülasyonlara açık yapı ve toplumsal gerilimler, demokratik sistemlerin en büyük tehlikelerindendir. Yasal süreçlerin arkasına gizlenerek demokrasiyi yıkan Hitler, aslında demokrasinin en büyük düşmanı haline geldi.
Tarihsel süreç, sistemlerin kendi içsel mekanizmalarının bile zaman zaman kendi sonlarını hazırlayabileceğini göstermiştir. Hitler örneği, demokratik değerlerin ancak sürekli gözetim, eleştirel yaklaşım ve toplumsal bilincin canlı tutulmasıyla korunabileceğinin en çarpıcı kanıtıdır. Demokrasi, sadece kurumsal yapılarla değil, aynı zamanda toplumsal farkındalık ve sivil direnişle ayakta durabilir.
Bu tarihsel deneyim, günümüz demokrasileri için de kritik dersler içermekte ama merak etmeyin bugün için zihninize daha fazla yüklenmek istemiyorum…
Bir sonraki yazıda bandı epey geriye sarıp meseleye en başından ve daha disipliner şekilde bakmaya başlayacağız.