YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU
İşi ehline verme, İslam’ın devlet yönetimiyle ilgili vaz etmiş olduğu önemli ilkelerden birisidir. Bunu emreden âyet-i kerime şu şekildedir: “Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adalete uygun tarzda hüküm vermenizi emreder. Allah bununla, size ne de güzel öğüt veriyor! Şüphe yok ki Allah semî ve basîrdir.” (en-Nisa, 4/58) İbn Teymiye, bu âyette yer elan “emanetlerin ehline verilmesi” ve “adaletle hükmedilmesi” şeklindeki iki ilkenin, sağlam ve adil yönetimin özünü ve aslını oluşturduğunu ve es-Siyasetü’ş-şeriyye fî ıslahı’r-râî ve’r-raiyye isimli kitabının da “ümera âyeti” ismini verdiği bu âyete dayandığını ifade etmiştir. (İbn Teymiyye, Siyasetü’ş-şeriyye, s. 4-5)
Emanete Riayetin Önemi
Öncelikle ifade etmek gerekir ki emanete riayet etme, Müslüman ahlakının ayrılmaz hususiyetlerinden ve başlıca meziyetlerinden biridir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur: “O mü’minler ki emanetlerine ve verdikleri sözlerine riayet ederler.” (el-Mü’minun, 23/8; el-Meâric, 70/32) Başka bir âyette ise mü’minlere hitaben, “Bile bile size emanet edilen şeylere hıyanet etmeyin.” (el-Enfâl, 8/27) buyrulmuştur. Peygamber Efendimiz de emanete hıyanet etmenin başlıca münafıklık alâmetlerinden birisi olduğunu beyan etmiş (Buharî, İman 24) ve Müslüman birisinin kendisine hıyanet eden kimseye dahi hıyanetle karşılık veremeyeceğini vurgulamıştır. (Ebû Dâvud, Büyu 79; Tirmizî, Büyu 38) Şu hadis-i şerifte ise emanet, doğrudan imanla ilişkilendirilmiştir: “Emaneti olmayanın imanı da yoktur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/135)
Emanetin Anlamı
Kur’ân ve Sünnette sıklıkla üzerinde durulan, ahlak ve hukukun en temel ilkelerinden birisi olan emanet, insan için kullanıldığında güvenilirlik, doğruluk ve dürüstlük gibi anlamlara gelir. Hukuk dilinde ise koruması için başka birine geçici olarak tevdi edilen şey için kullanılır. Bütün bunların yanında iman ve ibadet gibi dinî yükümlülükler, sahip olunan duyu ve organlar, malik olunan mal ve servetler, elde tutulan makam ve mevkiler, başkalarıyla yapılan akit ve sözleşmeler, başkalarına verilen söz ve sırlar, Allah tarafından lütfedilen eşler ve çocuklar da insan için sahip çıkılması, hakkı verilmesi ve korunup kollanması gereken önemli birer emanettir.
Farklı bir tasnifle emaneti üç kategoride ele almak da mümkündür. Bunlardan birincisi Cenab-ı Hakk’a karşı yerine getirilmesi gereken emanetlerdir ki bunlar da dinin emir ve nehiylerine riayet etmek ve kulluk vazifesini hassasiyetle yerine getirmektir. İkincisi insanlara karşı olan emanetlerdir ki bunlar da uhdemize bırakılan emanetlere sahip çıkmak, herkesin hukukuna riayet etmek, başkalarının sırlarını saklamak, verilen sözleri tutmak, muttali olunan şahsî kusurları ifşa etmemek gibi şeylerdir. Üçüncüsü ise insanın kendisiyle ilgili emanetlerdir ki göz, dil ve kulak gibi organları haramlardan uzak tutmayı ve yerli yerinde kullanmayı, sahip olunan bilgi, istidat ve kabiliyetlerin hakkını vermeyi, beden ve ruh sağlığını korumayı, kalb ve ruhun gıdasını vermeyi buna misal olarak zikredebiliriz.
Bir Emanet Olarak Kamusal Vazifeler
Bütün bunların yanında başta devlet başkanlığı olmak üzere vekillik, valilik, kaymakamlık, hakimlik veya komutanlık gibi her türlü kamusal vazife de insan için önemli birer emanettir. Nitekim Peygamber Efendimiz, kendisinden vazife isteyen Ebu Zer el-Gıfari’ye şu mukabelede bulunmuştur: “Sen güçsüzsün; bu iş ise bir emanettir. Emanet ise üstesinden gelemeyen kimse için kıyamet gününde zillet ve perişanlık sebebidir.” (Müslim, İmare 16)
Şu hadis-i şerifte de iş ve vazifelerin önemli birer emanet olduğuna dikkat çekilmiştir: Peygamber Efendimiz, “Emanet zayi olduğunda kıyameti bekleyin!” buyurmuş, sahabenin, “Ey Allah’ın Resûlü, emanet nasıl zayi olur?” sorusuna ise şöyle cevap vermiştir: “İş, ehli olmayanlara verildiği zaman kıyameti bekleyin!” (Buhari, İlim 2)
En başta verdiğimiz Nisa suresindeki “ehline verilmesi gereken emanetler” de öncelikli olarak iş ve vazifeler şeklinde yorumlanmıştır. Zira Nisa suresinin 58. ve 59. ayetlerinin yönetimle ilgili meseleleri ele alıyor olması ve bu ayetin sebeb-i nüzulü olarak gösterilen hâdise de bu yorumu desteklemektedir.
Müfessirlerin ittifakla bu ayetin nüzul sebebi olarak gösterdikleri hâdise şu şekilde cereyan etmiştir:
Peygamber Efendimiz, Mekke’yi fethettiği gün sidane/hicabe görevi (Kâbe’nin bakımı, örtüsünün değiştirilmesi, ziyarete açılması, anahtarlarının muhafazası) Abdüddaroğullarını temsilen Osman b. Talha tarafından temsil ediliyordu. Allah Resûlü, Kâbe’yi tavaf ettikten sonra anahtarları Osman b. Talha’dan alır ve Kâbe’ye girer. Hem Kâbe’nin içindeki putları kırar hem de orada iki rekat namaz kılar. Dışarı çıktığında Hz. Abbas (bazı rivayetlerde Hz. Ali) sikaye (hacılara su dağıtma) görevinin yanı sıra sidane görevinin de kendilerine (Haşimoğullarına) verilmesini talep eder ve Efendimiz’den anahtarları ister. Fakat Allah Resûlü (s.a.s) Kâbe’nin içindeyken kendisine emanetlerin ehline verilmesini emreden Nisa suresindeki ilgili ayet-i kerimeler nazil olur. Bu yüzden O, Osman b. Talha’yı çağırarak ilgili âyetleri okur ve anahtarları kendisine teslim eder. Sonrasında da kıyamete kadar bu görevin kendilerinde kalacağını, bu görevi onlardan ancak zalimlerin geri alacağını ifade buyurur.
Bu hâdise de göstermektedir ki Allah Resûlü (s.a.s) o gün için oldukça saygın ve önemli olan sidane/hicabe görevini kendi akrabalarına değil, bu işe ehil olanlara vermiştir. Zira uzun zamandır yapageldikleri bir iş olması hasebiyle muhtemelen o gün için Müslümanlar arasında bu işe en liyakatli olan kimseler Osman b. Talha ve yakınlarıydı. Bazı rivayetlerde Osman b. Talha’nın bu görev kendisine verilirken henüz Müslüman olmadığının ifade edilmesi de ayrıca önem arz etmektedir. Demek ki Efendimiz (s.a.s) açısından emanetlerin ehline bırakılması yani görevlendirmelerde liyakatin esas alınması, yerine göre Müslümanlığın da dindarlığın da önünde yer alıyordu.
Allah Resûlü’nün Görevlendirmeleri
Allah Resûlü’nün hayat-ı seniyyeleri boyunca yapmış olduğu görevlendirmelere bakılacak olursa, liyakat esasına göre vazife vermenin sadece burada zikredilen hâdiseyle sınırlı olmadığı, bilakis Onun hayatında önemli bir esas olduğu görülecektir. Yani o, bir taraftan,“Müslümanların yönetim işini üstlenen kimse, içlerinde daha liyakatlisi, Allah’ın Kitabını ve Resûlünün Sünneti’ni daha iyi bilen birisi bulunduğu halde başka birisine görev verirse, hiç şüphesiz Allah’a, Resûlüne ve bütün mü’minlere ihanet etmiş olur.” (Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, 11/114) şeklindeki sözleriyle her türlü adam kayırmayı, torpil ve iltiması sert bir dille yasakladığı gibi, diğer yandan da bizzat fiilî uygulamalarıyla ümmetine örnek olmuştur.
Bilindiği üzere Allah Resûlü, 23 yıl gibi beşer tarihine nispetle oldukça kısa bir süre içerisinde, her türlü kötü âdet ve alışkanlığın mevcut olduğu Cahiliye toplumundan insanlığa yol gösterecek fazilet abidesi rehberler yetiştirmiş ve Allah’tan aldığı vahyi bütün Arap Yarımadasına ulaştırmıştır. Allah’ın teyit ve muvaffakiyetini bir yana bırakacak olursak, bir beşer olması hasebiyle Efendimiz’in ortaya koymuş olduğu bu başarının altında yatan önemli sebeplerden birisi de insan istihdamındaki isabetidir.
Allah Resûlü (s.a.s) insan kaynağını öyle yerli yerinde kullanmış ve vazifenin mahiyetine göre mevcutlar içerisinden öyle ehil insanları iş başına getirmiştir ki onun görev verdiği insanlar arasında başarısız olmuş birine rastlamak mümkün değildir. O, çevresindekileri tavzif ederken onların ne kendisine olan yakınlık ve dostluklarına ne fakirlik ve zenginliklerine ne soy ve soplarına ne yaş ve başlarına ne de Arap ya da acem olmalarına bakmıştır. Bilakis Efendimiz yapacağı görevlendirmelerde öncelikle liyakat ve kabiliyetleri göz önünde bulundurmuştur. Aksi takdirde Nebiyy-i Ekrem’in içinde Hz. Ömer ve Hz. Ebu Bekir başta olmak üzere önde gelen pek çok sahabenin bulunduğu bir ordunun başına henüz yeni Müslüman olmuş Halid b. Velid’i veya azat olmuş bir köle olan Zeyd b. Harise’yi ya da Hz. Zeyd’in oğlu olan ve henüz yirmi yaşında bulunan Üsame b. Zeyd’i komutan tayin etmesini açıklamak mümkün değildir. Efendimiz (s.a.s) onlardaki askeri kabiliyet ve dehayı keşfettiği için, yer yer yükselen itirazlara aldırmaksızın onları ordunun başına getirmiştir.
Aynı şekilde Peygamberimizin henüz sekiz yaşında olmasına rağmen Amr b. Seleme’yi kavmine imam tayin etmesinin sebebi onun Kur’ân bilgisinin herkesten daha fazla olması, yani imamlık vazifesine en liyakatli kimse olmasıdır. Yine on yedi yaşındaki Amr b. Hazm’ı bir kısım hükümlerin yazılı bulunduğu bir mektubu eline vererek Necran’a zekat memuru olarak göndermesinin sebebi de onun bu konudaki maharet ve ehliyetidir.
Efendimiz’in hayatında ehliyet ve liyakate göre vazife vermenin daha pek çok misalini görmek mümkündür. Daha doğrusu onun bütün vazifelendirmelerinin altında yatan temel esas budur. Birkaç örnekle meseleyi biraz daha açmaya çalışalım. Allah Resûlü, Mescid-i Nebevi’nin inşaatının sürdüğü günlerde çamur işlerinde iyi bir usta olan Hadramevtli Talk b. Ali’yi Medine’ye getirtmiş, onun bu işteki başarısını gördükten sonra da “Çamur karma işini Yemameli’ye bırakınız. Çünkü o, sizin bu işi en iyi yapanınız, işi en sıkı tutanınız ve en güçlü olanınızdır.” buyurarak ihtisas ve liyakatin önemine dikkat çekmiştir. (İbn Sad, Tabakat, 5/552)
Aynı şekilde Efendimiz, Habeşistan’a gönderdiği kafilenin başına Hz. Cafer’i tayin etmiştir. Amr b. As’ın Müslümanları Necaşi’den talep etmesi üzerine Hz. Cafer ayağa kalkmış ve yaptığı oldukça veciz, fasih ve beliğ konuşmasıyla hem diplomat kişiliğini ortaya koymuş hem konumunun hakkını vermiş hem de Efendimiz’in nasıl yerli yerinde bir tayin yaptığını göstermiştir.
Diğer bir misal olarak Allah Resûlü’nün İkinci Akabe Biatı’ndan sonra Medinelilerin talebi üzerine mürşit olarak Mus’ab b. Umeyr’i seçmesini verebiliriz. O, Medine’ye ulaştıktan sonra tevazu ve mahviyetiyle, yumuşak üslubuyla, hikmetli sözleriyle kısa süre içerisinde Medinelilerin gönlünü fetheder ve bir yıl sonra yeni Müslüman olmuş 72 kişiyle Efendimiz’in karşısına çıkar.
Görevlendirmelerinde işleri ehline verme ilkesi doğrultusunda hareket eden Allah Resûlü, gayrimüslimlerin bilgi ve tecrübelerinden istifade etmekten de geri durmamıştır. Mesela o, müşrik olan Abdullah b. Ureykıt’ı hicreti esnasında yol rehberi olarak tutmuş, Mescid-i Nebevi’ye minber inşa etmesi için bir Hristiyan ustadan faydalanmış, Müslüman olmamalarına rağmen okuma-yazma bilen Bedir esirlerini fidyeleri karşılığı Müslümanlara muallim olarak istihdam etmiş, o gün itibarıyla henüz Müslüman olmayan Amr b. Umeyye ed-Damrî’yi Habeşistan’a elçi olarak göndermiş ve hastalanan Sad b. Ebî Vakkas’ı da Müslüman olmasa da tıp bilgisindeki maharetinden ötürü Beni Sakife’li bir doktor olan Haris b. Kelede’ye yönlendirmiştir.
İşler niçin ehline verilmelidir?
Buraya kadar ifade edilen hususlardan da anlaşılacağı üzere insanları farklı vazife ve görevlere istihdam ederken göz önünde bulundurulması gereken öncelikli ve en önemli kriter, ehliyet ve liyakattir. Akrabalık, ahbaplık, hemşerilik, yandaşlık, zenginlik, soyluluk, yaşça büyüklük, güç ve makam sahibi olma, istekli bulunma gibi hususiyetler bu konuda belirleyici olamaz. Aynı şekilde herhangi bir mezhebe, etnik gruba, tarikat veya cemaate veya siyasi partiye mensup olma da kesinlikle liyakat ve ehliyetin önüne geçirilemez. Yine herhangi bir konumda idareci olarak bulunan bir insanın, sırf sözünü daha iyi dinleteceğini veya kendisine daha çok yağcılık yapacağını düşündüğü için insanlara görev verecek olursa ilgili ayet ve hadislere muhalefet etmiş olur.
Değil dostluk, akrabalık, ahbaplık veya yandaşlık ilişkileri, dindarlık dahi bu konuda ikinci planda göz önünde bulundurulması gereken bir husustur. Bediüzzaman Hazretleri de iş ve sanatta salahate (kişinin dindar ve takva sahibi olmasına) değil, maharete (yapacağı işteki bilgi ve tecrübesine) bakılması gerektiğini ifade eder. Fakat bir işe ehil olduğu anlaşılan birden fazla insan bulunduğunda elbette bunlar arasında tercihte bulunurken daha başka faktörler de devreye girecektir. Fakat burada bile asıl düşünce, iş ve vazifelerin daha iyi yerine getirilmesi, verimlilik ve başarının artırılması olmalıdır.
Söz konusu olan ister bir devlet ister bir kurum isterse herhangi bir sosyal organizasyon olsun, işlerin ehil insanlara bırakılmadığı, insan istihdamında kabiliyet ve yeteneklerin gözetilmediği, bilgi, ihtisas ve tecrübelerin göz ardı edildiği bir yerde adam kayırmalar, kadrolaşmalar, torpil ve iltimaslar söz konusu olur. Bunların bulunduğu bir yerde ise zulüm ve haksızlıkların, bozulma ve yozlaşmaların olması; ilim, irfan ve tecrübenin yerini sığlık ve cehaletin alması kaçınılmazdır. Ehliyet ve liyakate riayet edilmeyen bir yapıda insan sermayesi zayi edilmiş ve kabiliyetler de israf edilmiş olacağından yapılan işlerden de verim alınamaz, başarı sağlanamaz.
İş ve vazifelerin taksiminde tam bir tarafsızlıkla hareket edildiği, bilgi ve kabiliyetlerin değer gördüğü toplumlarda ise zulmün yerini adalet, yozlaşmanın yerini terakki, tembelliğin yerini de say ve gayret alır. Belirli vazifelere gelmenin yolunun falana filana yakın olmadan değil, liyakat sahibi olmadan geçtiğini bilen fertler, daha çok çalışır, bilgi ve birikimlerini artırmaya gayret ederler. Aynı şekilde herhangi bir vazifeye tayin edilen insanlar da birilerine yaranmakla, birilerini pohpohlamakla bulundukları yerde kalamayacaklarının farkında olur ve kendilerinden beklenen işleri en iyi şekilde yapmaya çalışırlar. Hiç şüphesiz böyle bir toplumun fertleri arasında müthiş bir yarış havası hâkim olur, marifetler iltifatla karşılanır, potansiyel durumdaki kabiliyetler inkişaf etme imkanı bulur ve neticede kazanan yine toplumun kendisi olur.
Devlet İdaresinin Ehliyetli İnsanlara Bırakılması
Çobanlıktan saat tamirciliğine kadar her işin erbabına bırakılması gerekir. Çobanlıktan anlamayan bir insan kısa sürede sürüsünü kurda kaptırır ve zayi eder. Aynı şekilde eğer işin erbabı olmayan bir kimse ticarete atılacak olursa kâr etme ve para kazanma bir yana kısa sürede elindeki sermayesini batırır. Yine halk arasında meşhur olduğu üzere yarım doktor insanı candan yarım hoca da dinden eder. Kısaca başarının öncelikli şartı, işlerin erbabı tarafından deruhte edilmesidir.
Hiç şüphesiz liyakat ve ehliyetin aranacağı öncelikli yer, devlet idaresi olmalıdır. Zira devlet başkanının yük ve sorumluluğu toplumdaki herkesten daha çoktur. Bir mahalle bekçisi liyakatsiz olursa, en fazla birkaç ev soyulur. Fakat bir devlet başkanı liyakatsiz olursa, ülke heder olur. Bir ülkedeki en büyük emanet devlet idaresi olduğu için, millet fertlerine düşen öncelikli görev de bu emanetin ehil ellerde kalması adına kendilerine düşen sorumluluğu bihakkın yerine getirmektir.
Elbette devletin iyi yönetilmesi sadece devlet başkanıyla sınırlı değildir. Özellikle güçler ayrılığının esas kabul edildiği ve devlet yönetiminde bürokrasinin çok önemli hale geldiği günümüz şartlarında, yüksek idari makamlar başta olmak üzere her türlü kamusal vazifenin ehil ellerde bulunması fevkalade önemlidir. Mülkün temeli adalet olduğu gibi, adaletin sağlanması da özellikle yönetici ve idareci konumundaki insanların ehliyet ve liyakat sahibi olmalarına bağlıdır.
Hangi seviyede olursa olsun, idareci konumunda bulunan insanların liyakat ve ehliyetlerini anlamak için en temelde iki hususa bakılır: Birincisi güvenilir, dürüst, şeffaf ve adil olup olmadıkları (emanet), ikincisi de idare sanatını bilip bilmedikleri. Zira ehl-i emanet değil ehl-i hıyanet olan yöneticiler, insanların can ve mal güvenliklerini korumakla görevli oldukları halde, bizzat kendileri bu konuda tehdit oluşturmaya başlar. Aynı şekilde devlet idaresinden ve ilm-i siyasetten anlamayan kişiler devlet kademelerinde önemli makamları işgal ettiklerinde, devlet çarkları bozulmaya, ülke de gerilemeye ve çökmeye başlar.
Ehil insanlar yönetici oldukları takdirde ise kendileri adaleti temin edecekleri ve insanların hak ve özgürlüklerini koruyacakları gibi, emanetleri de (her türlü iş ve vazifeyi) ehline verirler. Dolayısıyla İbn Teymiye’nin ifade ettiği gibi “Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adalete uygun tarzda hüküm vermenizi emreder.” ayeti adil ve sağlam bir devletin kurulmasının ana dinamiklerini ortaya koymaktadır.
Son olarak şunu da belirtmek gerekir ki işlerin ehil olan insanlara verilmesi oldukça kuşatıcı ve önemli bir Kur’ânî disiplin olduğu gibi, ehil insanların yetiştirilmesi adına plan ve projeler yapmak da yine Müslümanlara düşen önemli bir vazifedir. Allah Resûlü (s.a.s) bir taraftan yetişmiş ve kabiliyetli insanları çok iyi değerlendirirken, diğer yandan da yapılması gerekli vazifeleri hakkıyla yerine getirebilecek geleceğin yöneticilerini, komutanlarını, mürşitlerini vs. yetiştirmiştir.