HABER ANALİZ | MUHSİN AHMET KARABAY
Cemaat evinde kalan tıp fakültesi öğrencisi Enes Kara’nın intiharı toplumda tartışılmaya devam ediyor. 19 yaşındaki Enes’in intihar ettiği Elazığ’dan benzeri bir çığlık yükseldi. Babası Elazığ Cezaevinde yatan 16 yaşındaki Bahadır Odabaşı hayatına son verdi. Bahadır’ın intiharını neredeyse duyan bile olmadı.
Enes Kara’nın canına kıyması olayında herkese durduğu yere göre kullanabileceği “mesaj” vardı.
– Tıp fakültesi gibi saygın bir okulda okuduğu için toplumun geneline,
– Okulun zorluğunu dile getirdiği için öğrenci arkadaşlarına,
– Doktorlara uygulanan şiddetten korkmalarından dolayı müstakbel meslektaşlarına,
– Ülkenin geleceğine dair ümitsizliklerini dile getirdiği için, geleceklerinden endişe duyan bütün gençlere,
– Öğrenci evinde kalmak zorunda bırakıldığı için aile baskısı görenlere,
– İktidarın barınma sorununu çözemediği için mağdur olan tüm öğrencilere,
– 3 yıldan bu yana Müslüman olmadığını söylediği için de hem dindarlara, hem de İslam’dan şu veya bu şekilde uzaklaşanlara mesajları vardı…
Enes’in ölümü üzerine 12 Ocak’ta “Enes Kara’nın ölümünde söylenemeyenler” başlıklı yazımda bunları kendi penceremden aktarmaya çalışmıştım. Ama 16 yaşındaki Bahadır Odabaşı’nın ölümü, kolaylıkla görmezden gelinecek türden oldu.
Bahadır’ın hayatına son verme şekli sıradandı. “Babası cezaevine konuldu diye bunalıma girdi ve intihar etti” diye bir zarfa konulup üzeri kolaylıkla örtülebilirdi. Üstelik geriye bir intihar videosu, ya da bir intihar mektubu bile bırakmamıştı.
Öyle ise bu konu hemen kapatılmalıydı. Üstelik intiharın konuşulmasının ayıp sayıldığı toplumumuzda bu ailenin acılarını içine gömmesine yardımcı olabileceği gibi, bu olay babasının mensup olduğu söylenen cemaatin de işine gelebilirdi.
Baba Nurettin Odabaşı, Gülen Cemaati mensubu olduğu gerekçesiyle 4 yıl önce görevinden ihraç edildi. Bu da yetmedi bu kez hakkında dava açılıp tutuklandı. Elazığ’da dört duvar arasında ve demir parmaklıkların gerisinde tutuluyor.
Annesi de kamuda çalışırken KHK ile görevden uzaklaştırıldı. Mahkeme göreve iade kararı verdi. Lakin işine başlayıp başlamadığına ilişkin bende bilgi yok.
Bahadır, bu acılarla tam hayatla tanıştığı dönemde 12 yaşında karşılaşıyor. Ergenliğin ilk döneminde yaşanan acıların insan ruhunda bıraktığı yaralar hiçbir döneme benzemiyor. Ergenliğin ilk dönemleri, kendi değerlerini oluşturabilmek için insanın ailesinden uzaklaştığı yıllar olarak bilinir.
Bahadır tam bu döneminde en hassas yerinden vuruldu. Ailesinden uzaklaşıp arkadaşlarıyla kendisini aradığı dönemde bir anda etrafı boşaldı. Düne kadar içindeki her şeyi paylaştığı arkadaşlarının gözünde bir anda “FETÖ’cünün oğlu” olarak yaftalandı.
Dönüp ailesine gelmek istedi belki. Bu kez “ailem” dediği yuva hoyrat bir el tarafından dağıtılmıştı. Babası cezaevine tıkılmış, bütün gelir kapıları yüzüne kapanan anneyse evlatlarıyla baş başa kalmıştı.
Bırakın konu komşuları, akrabaları bile Bahadır’a başka gözle bakar olmuştu. Komşularına aldırış etmemeyi becerebiliyordu. Ama ya daha düne kadar içtikleri su ayrı gitmeyen kuzenlerine ne olmuştu ki…
Oysa Bahadır aynı Bahadırdı. Dün neyse bugün de aynı kişiydi. Mahallesinde, sokağında yürürken görmezden gelinmeye tahammül ediyordu ama kuzenlerinin adını bile anmak istememesi içini yiyip bitiriyordu.
Bahadır’a çektiği maddi sıkıntılardan çok yakınları arasında yokluğa mahkum edilmek zor geldi. Çevresinde yaşatılanlar yüzünden annesiyle ilişkileri inişli çıkışlı olmaya başladı.
Yüreği yaralı annenin anlattıklarının özetiydi bunlar. Lakin kim bilir anne daha neler çekti? Kendi dünyasına dair hiçbir şey bilmiyoruz.
Tigris Haber’de yer alan bilgiye göre, olay gecesi Bahadır, akşam erken saatte “dışarı çıkıyorum” diyerek evden ayrıldı. Sabaha kadar kendisinden haber alınamayınca annesi, ulaşabileceği kişilerden sordu soruşturduysa da sonuç alamadı.
Diyarbakır Kayapınar ilçesindeki Metropol-3 Sitesi’ndeki evin kameraları incelendiğinde Bahadır’ın siteden dışarı çıkmadığı anlaşıldı. Sonra apartman boşluğunda cansız bedeni bulundu.
TAM DA BİRİLERİNİN İSTEDİĞİNİ YAPMAK
İntihar olayları, bugüne kadar yaşayanlar açısından hep gizlenmeye çalışıldı. Gidenlere hep farklı gözle bakıldı, dışlandı, hatta aşağılandı.
Geride kalanlar, yakınlarına bu “aşağılık hareketten” bir zarar görmesinler diye ölenin ismini bile gizlediler. Toplum polisliği rolünü seven medya ise “başkalarına özendirici olmaması” gibi bir gerekçeyle ölenin isimlerini gizleyip, ad ve soyadının baş harflerini yazılar.
Bahadır Odabaşı’nın hayattan kopup gidişini iktidar yandaşı medyanın vermesini beklemek beyhude olur. Verseler de “Oh olsun! Birer birer yok olup gidiyorlar” gibisinden bir yaklaşımla duyururlar.
İnsan hakları savunucuları için de Bahadır’ın ölümünün hiç renkli bir tarafı yok. Belki göze çarparsa beylik bir cümle ile geçiştirilmesi yeterli olabilir.
Ölüm illa toprağın altına girmekle olmuyor. Bu, ölümün bilinen hali. Oysa binlerce kişi yaşayan ölüler haline getirildi. Binlerce kişi bir tür bitkisel hayata mahkûm edildi.
Benim anlamakta zorlandığım ise Bahadır’ın acısının benzerini yaşamış olanların bu ölümü görmeye ayıpmış gibi yaklaşmaları.
Bahadır, ayıp ve utanılacak bir şey yapmadı. Anne babasına ve kendisine yapılanlara isyan etti. İsyanını sadece yanlış bir yöntemle yaptı hepsi o kadar.
HEPSİ ADALETSİZLİĞE İSYAN
AK Parti iktidarı, bir avuç yandaş dışında her düşünceden insanların hayatını tüketiyor. Öğretmenlik okuyan aldığı iyi puana rağmen atanmayan Merve Çavdar’ın yaşadıklarına isyanı hayatını noktalayarak oldu.
Merve’nin yaptığı sahte diplomalı Hamza Yerlikaya’nın Cumhurbaşkanı Başdanışmanı yapılması ve ikinci maaş alması için Vakıfbank Yönetim Kurulu Başkan Yardımcılığı görevine getirilmesine olan isyandı.
Ölümün her rengi, her çeşidinin temelinde adaletsizlik ve adaletsizlik karşısında insanın çaresizlik hissi var.
İnsanlar, tanık oldukları acıları paylaşmaktan niçin çekiniyor. Ölümün her çeşidine sahip çıkılmalı.
Hepsi baskı ve zorbalığın oluşturduğu ortamın bir sonucu olarak yaşanıyor.
Bu insanların hayatlarına sahip çıkmak için bir şey yapamadık. Hiç değilse ölümlerine sahip çıkalım.
Mustafa İslamoğlu’nun bir sözü aklıma takılıyor:
“Her intihar geriye kalanlara edilmiş bir bedduadır. Ve cana mal olmuş dua bir biçimde tutar.”
Bir kişinin intiharı aynı süreci yaşayan binlerce insanın psikolojisi hakkında fikir vermektedir. O çocuğun ölümü doğal bir süreç sonucunda gelişmedi. İntihar etmesi için bu ortam yapay olarak oluşturuldu. Bu ortamı insanlar onlara kurdu. Herşey bilinçli şekilde yapıldı. Psijolojik olarak çaresizliğe ve ölüme terk edilmekte. Terk edilmiş olarak hissetmesi, sanki bir ölü olarak hissetmesi istenmektedir. Bu psikolojik savaşın tutması için bu süreci iktidarı ve muhslefeti tek ses olarak yürütmektedir. Bir tane “ama, fskat” şeklinde itiraz yükselmemektedir. Sırf kendilerini ölü gibi hissetsinler diye ve “siz ölüsünüz, yoksunuz” inandırıcı olsun diye bir tane aykırı sesin çıkmamasına özen gösterilmektedir. Bu sayede kişide bu algıyı yaşatmak ve insanları intihara sürüklemek kolaylaşmaktadır. Halbuki muhalefet bir ses verse o kişilerin ümidi oluşacaktır. Bu ümit oluşmasın, insanlar tutanacak bir dal bulamasın diye topu, alayı tek ses olmaktadır. Sırf bunun için aralarındaki yüzyıllık islamcı laik kavgasını bile bitirdiler. Siz kaç yıldır laikliği, irticayı, cumhuriyetin değerleri gibi kavramları duymuyorsunuz. Bu kavramlar oyuncak mı ki istenildiğinde oynuyorsun istemediğinde kenara atıyorsun. Herkes rolünü kurbanlar kendilerini sahipsiz hissetsin diye güzel bir şekilde oynamaktadır. Algıda kurbanlar çıkış yolu bulamasınlar diye koca koca insanlar plsn yapıyorlar. Koca koca insanlar bir figüran rolünü kabul etmişler, insanlara önder olarak kurbanlara nasıl davranmaları gerektiğini öğretmektedir. Kurbanlar bir çıkış yolu bulamasınlar diye bütün çıkış yollarını kapatmaktadırlar. Psikolojik, sosyal işkenceyi yapabilmek için atatürkün kurduğu cumhuriyeti yıkmaları gerekiyordu. Çünkü hukuk devletinin ortadan kaldırılması gerekiyordu. Daha da ileri gidilirse ışid devletinin baş eyaleti olarak belirlendi. Hiç kimse atatürkün değerlerinden bahsetmediği gibi yapılan soykırım ışidin yöntemidir. 15 temmuz gecesi askeri lojmanlara gidip kadınlara siz bizim helalimissiniz demeleri gücün kimde olduğunu göstermektedir. Boğaz köprüsünde türk askerin kafasını kesmeleri ışidin iktidarı ele geçirdiğinin sembolik ifadesiydi. Işid aleyhinde tek bir sesin çıkmaması yine ışid vesayetinin göstergesidir. Işidin yükselmesi için müslümanların ölüme, yokluğa terk edilmesi gerekiyordu. Işid kendisine karşı çıkan müslümanları cezalandırmaktadır. Işide sesini çıkaramayan kemalist kalıntılar oh olsun diyerek eski davayı gütmektedirler. Yani şeriat laik kavgasını devam ettirmektedirler. Ama ışidi bu süreçten muaf tutmaktadırlar. Işidin yanında yer alarak oh olsun demekteler. Önceden irtica diye saldırırlardı olmadı fetö diye saldırıyorlar. Işid fetöye girmediğinden ona saldırmıyorlar. Onlar sadece onlara hedef gösterilene saldırır. Bu biraz köpeğe benzedi ama öyle. Ona sadece fetöyü tut denildi. Bütün algı fetöyü soyutlama, düşmanlaştırma, yok etme üzerine kurulu. Fetönün bez parçası insanlara koklatıldı sadece. Diğerleri yokmuş gibi davranılmaktadır. Işid ve ona biat eden tarikatlar ve cemaatler yokmuş gibi davranılmaktadır. Bütün düşmanlığın sadece fetöye odaklanılması istenmektedir. Işid önündeki en büyük engel olarak fetöyü görmektedir. Sanki atatürkün değerleri geri çekildi ve sanki sahnede sadece cemaat ve ışid var gibi. Köpeklere de cemaat gösterilerek tutun denilmektedir. Işide neden ses çıkarmıyorsunuz dediğinizde kimse ses vermiyor nedense. Köpeğin özelliği ona düşman gösterilene saldırmasıdır. İnsan ise eğer teröre karşı çıkacaksa önce ışide karşı çıkması gerekir. Işide karşı atatürkün değerlerini hatırlatmaktır. Ama dedim ya atatürkün değerleri yok edildiki meydan sadece cemaat ve ışide kalsın diye. Atatürkçü yöntemlerle cemaati bitiremediler taşeron olarak ışidi kullanıyorlar. O yüzden mi kimse ışide ses etmiyor?
İki Şehrin Hikayesi-Charles DİCKENS
Solgun yüzlü köylüler, Fransız soylularının saraylarının kapılarına yığıldığında, içerdeki konuşmalardan alıntılar yapar pek çok yazar.
Bunların içinde dikkat çekici olanı, “İki Şehrin hikayesi”-Charles Dickensın satırlarında yer alır.
Artık bıçağın kemiğe dayandığı, fakirlikten, ezilmekten, aşağılanmaktan bunalmış köylülerin,Sarayların kapısına yığıldığında ve dağılmadığında Kraliçe söylenir başmuhafıza.
“Lütfen, tadımızı kaçırmayın. Bu konuyu çok uzattınız. Böyleleri sert davranmaktan hoşlanır. Daha sert davranın olur biter. Oysa biz onlar için neler yapıyoruz. Bu şımarıklığı hoş görmeyin”.
———————————————————————————-
Enesin intiharı, Hollywood efektliydi. Geri de, bir mektup, mektupta da, herkesi susturacak satırlar vardı.
Enes muteber bir intiharcıydı. Biri intihar edecekse, böyle olmalıydı.
Bir bakteri türü var. Canlıların dirisi ile değil, ölüsü ile ilgilenen. Leş yiyen de denir. İşte, dirisinde umrunda olmayanlar, hatta Enes gibilerden, dirisinde, ateist dahi olsa, geçmişi nedeniyle, nefret edenler, ölüsünde üşüşmüşler ve ondan faydalanmışlardı.
İşte öyle bir şey ki, Bahadırın ölümü, o leş yiyen bakteriler dahi, ucundan kıyısından dahi bulaşmadılar Bahadıra.
Böyle bir ayrımı yeryüzü çok az görür. Ama bu ayrım özündedir aslında insanlığın. Suriyeli diye küçümsediği insanların, Taylan bebekleri, Akdeniz kıyılarına vurduğunda, manşetlerde olur fotolarla. Gözlerden damla yaş varsa bir damla, yahut içten bir huzursuzluk olursa da bir anlık o kadar da olsa işte olur.
Bahadıra bu bile yoktu.
İnsan ahlakıyla doğruyu bulur mu deyip duruyordu Ahmet Kurucan. Ahlak diye birşey yok be kuzum. Ne ahlakı.
Bahadırın ölümünü internette okuyupta, duyupta, içsel bir ah çeken insan sayısı ne kadardır, eminim o kadar eminim ki, bunun azlığına. İnsanlar, koyundur. Sürülürler. Vicdansızdırlar, acımasızdırlar.
Üstelik sonradan da edinmezler ki bunu. O saf, masum dediğimiz çoçuklar bile, istedikleri olmuyor diye nasıl ortalığı ayağa kaldırırlar. Bir başkasını oyuncağı için nasıl delice çırpınırlar.
İnsanın en mükemmel şekilde yaratılması ayrı, insanın doğası ayrı.
Ahlakçılara bir ders olsun, Enes ile Bahadır olayı. İnsan ahlakı hücre zarı gibidir, ey teologlar. Seçici geçirgendirler. Onların doğalarına uygun olanları seçerler. Herkesin kendi acısı vardır bu dünyada, kendi kitlesinin, milletinin, hizbinin, grubunun ve ülkesinin acısı.
Enes ile Bahadır olayı bunu bir kez daha gösterdi bize. Bahadırın intiharı bunu taçlandırdı da.
Bahadırın intiharına ikinci sınıf bir efekt dahi yoktu, çünkü orta da bir iz yoktu. Geride ne mektup vardı, ne fiyakalı kariyer. Bahadırdı işte adı. Yeni ergen, bıyıkları terleyen bir ergen.
İhtimal ahirette bir “mazlum, rıza-ı ilahi için gayret eden adam” olarak anılacak olan babasının, bu dünyadaki ünvanı Teröristti ve terörist çoçuğu olarak anılıyordu. Bundan dolayı, intiharını duyupta burun kıvıranlar o kadar çoktu ki, zaten tek satırla anılmayışı medyada, sağda solda bunun da en güzel ispatı.
Şeytanların istila ettiği melekler şehrinin bir kaybıydı o kadar Bahadır. Melek kalmış mıydı, o şehirde onu bilmiyorum. Ama bildiğim kalmışsa, o melekler dahi artık hizipçiydi. Kendi cinsinin kanadına olan zarara üzülüyordu.
Öküzler diyarıydı çünkü orası, Sarı öküz gidince, mera bana kalacak diye düşünen Danaların ülkesiydi orası. Gün gelip Kurban edileceklerini bilmeyen Sürülerin ülkesi.
Enes, elit bir intiharcıydı Bahadıra göre. Onu yıpratan şeyler, üfürükten teyyareydi Bahadır için.
Enes, Tıp okuyordu, hangi mesleği seçeceğine ilişkin seçimin ortasında kalmıştı hatta, doktorluktan alacağı parayı küçümsüyor, yurt dışına gitme zorunluluğunan bahsediyor arkadaşlarının, başka alana yönelse zorluklarından bahsediyordu.
Bahadır da bırak geleceği, belki sırada bekleyen anasının göz altına alınma ihtimalinin kaygısı yatıyordu. Tıp okumak, oradan alacağı paranın azlığına kaygılanmak mı? Bu işte Bahadır için lüks bir kaygıydı.
Birilerinin kaygıları, birilerinin hayali bile olamıyor.
Birini intihara sürükleyen ortam, diğerinin istese de ulaşamayacağı yer oluyor.
Ama sonuçlar değişmiyor, Enes de, Bahadır da intihar ediyor.
………………………………………………………………………………………………………………..
Aç olan sürüler, danalar henüz Sarayın kapısına yığılmadı.
Nitekim, Bilaller, Sümeyyeler Saraylarda fink atıyor. Hanımefendiler 50 bin dolarlık çanta takıyor. Gucci ler, Armaniler artık beğenilmiyor. “Zehir zıkkım olsun, size okadar makarna veriyor, gıda veriyor, bu ne nankörlük” diye hatta Sarayın yardakçıları, makarnacıları da hala savunuyor.
Fransız İhtilalini anlatan bir kitabın hemen ardından bu satırları yazıyorum. Sanırım kitapta anlatılmak istenilen ruhu yakaladım.
Dostlar, Din soslu yeni bir sömürü düzeni kuruldu.
Bilaller, sümeyyeler rahat etsin diye, Enesler, Bahadırlar feda ediliyor.
Sırf Beyefendi ve beyefendiler, hanımefendiler rahat etsin diye.
Tarih tekerrür ediyor.
Bir gün o beyefendiye o ah ulaşır. Bilali de, Sümeyyesi de elbette bundan nasibini alır.
Nasibinin ne olduğunu merak edenler için,
Charles Dickens ın “İki Şehrin Hikayesi” romanı diyorum.
Allah rahmet eylesin. Maşherde hem Bahadıra, hem Enese rahmetiyle muamele etsin.
İyi pazarlar..
Yazar bey neden susalım neden gizleyelim nerden çıkarıyorsun bunu. Acıyı paylaşırken bile cemaate bir laf çakma derdindesiniz. Daha reşit olmayan bir yavrumyuz 6 yıldır terörist muamelesi görmüş vicdansızlar yüzünden. 10 yaşından beri neler yaşadı acaba neden Saklayalım İçimiz yanıyor sadece, kim bilir ne masum yavrular ne acılar çekiyor. RABBİM MERHAMETİYLE muamele etsin o yavrumuza. Sorumlularını da hem bu dünyada hem ahirette perişan eylesin.