YORUM | ŞEMSİ AÇIKGÖZ
“İnsanın doğuşunu görmekten kaçar herkes ama ölümünü görmeye hep koşa koşa gideriz. İnsanı öldürmek için gün ışığında, geniş meydanlar ararız ama onu yaratmak için karanlık köşelere gizleniriz. İnsanı yaparken gizlenip utanmak bir ödev, onu öldürmesini bilmekse pek çok erdemleri içine alan bir şereftir.”
Böyle der Montaigne, Denemeler’inde, “İnsanı öldürmesini bilmek pek çok erdemleri içine alan bir şereftir.”
Montaigne, bu ifadeleriyle anlatmak istediği duygu farklı olabilir. Takıldığım nokta; insanı öldürmesini bilmek meselesi… Öleceğiz. Lakin ölümün nasıl gerçekleşeceği meselenin bam teli.
Detaylıca üzerinde düşünmedim ama sanırım bir insanın nasıl yaşayıp, nasıl öleceğine karar veren en etkin kişiler devleti yönetenlerdir. Yaşadığımız son deprem de bunu yürek dağlayıcı bir şekilde gösterdi hepimize. Mesela devletimiz, milyonlarca insana beton yığınlarının altında kalarak ölmeyi layık görmüştü. Enkazdan sağ çıkanlara ise hipotermi sebebiyle soğuktan ölmeyi…
ÖLÜM DARAĞACINDA SALLANIR MI?
İnsanımıza verilen(!) değer maalesef ki sadece bu dönemin utancı değil, uzun yıllardır böyle durum.
12 Eylül cehenneminde yönetim, gençlere, ‘bir sağdan bir soldan’ diyerek darağacında sunmuştu ölümü. Bilmem ki bir gün darağacında sallanır mı ölüm.
90’lardaki karanlık dönemlerde ise, özellikle Kürt vatandaşlar, ailelerinin gözleri önünde kurşunlanarak, tecavüz edilerek buluştu ölümle.
14 yaşındaki ‘çocuk’ Berkin Elvan’a layık görülen ölüm ise, polisin attığı gaz kapsülünün başına isabet etmesiydi. Berkin, kısacık hayatının son 10 ayını komada geçirmişti.
Üniversite öğrencisi Ali İsmail Korkmaz’a ise daha farklı bir ölüm takdim ediliyordu: Önce polisin sonra sopalı grupların şiddetine maruz kalmak. Devleti ona, ilk tıbbi müdahaleyi 20 saat sonra yapıyor ve komada geçen 38 günün sonunda hayata gözlerini yumuyordu Ali İsmail.
OĞLUNUN KEMİKLERİNE HASRET ÖLEN BERFO ANA
Cumartesi Anneleri’nin evlatlarına ise çeşit çeşit ölümler düşünmüştü büyükler. Kimilerini asit kuyularında eritmiş, kimilerini sokak ortasında katletmişlerdi.
Berfo Ana’nın payına düşen ise, evladının kemiklerini bulamadan bu dünyadan göçüp gitmek oldu. Oğlu Cemil Kırbayır, 12 Eylül 1980 ihtilali sonrası gözaltına alınmış ve kendisinden bir daha haber alınamamıştı. 105 yaşında hayata veda eden Berfo Ana, son isteğini söylemişti politikacılara, “Oğlumun kemiklerini bulun, bir mezarı olsun.” Heyhat ki, sorumlular ne oğlunun kemiklerini buldular ne de Berfo Ana’nın özlemini dindirdiler.
ZAMANE BİR ÖLÜM YÖNTEMİ: PASAPORT VERMEME
Profesör Haluk Savaş ve 8 yaşındaki Ahmet Burhan Ataç’a reva görülen ölüm ise ‘tedaviden mahrum bırakma’ şeklinde olacaktı. Savaş, KHK ile görevinden ihraç edildikten sonra beraat etmesine rağmen yurt dışı yasağı sebebiyle Almanya’ya tedaviye gidememişti. Aynı durum Minik Burhan ve annesi için de geçerliydi. Kamuoyu baskısıyla ikisi de sonraları pasaport alıp gitseler de, bedenleri artık tedaviye cevap vermeyecekti.
Sanatçı Ahmet Kaya’ya ise ölümünü yurt dışında beklemesi uygun görülmüştü. Baskı ve tehditler sebebiyle vatanından ayrılmak zorunda kalan Kaya, Paris’te hayatını kaybetmişti.
HAVADA, SUDA VE YERALTINDAKİ ÖLÜM ÇEŞİTLERİ
Ahmet Kaya kadar şanslı olamayanlar da vardı ölüm tercihlerinde: Meriç’te boğulanlar. Ülkedeki inanılmaz baskıya tahammül edemeyen Gülen Cemaati’nin bazı mensuplarına ise Meriç’in dondurucu sularını uygun görmüştü politikacılar. Çocuk, yaşlı, kadın demeden, onlarca insanın mezarı oluyordu Meriç.
Soma’daki 301 madenciye düşünülen ölüm ise yer altında olacaktı. Güvensiz ve denetlenmeyen madenler mezarı olacaktı işçilerin.
Muhsin Yazıcıoğlu ise havada yakalanıyordu ölüme! Şaibelerle dolu bu helikopter kazasında yöneticiler, telefon sinyallerinin tam tersi istikamette arıyordu yaralıları nedense!
HAPİSHANEDE ÖLÜME NE DERSİNİZ?
Devlet büyüklerimiz, ölmek için cezaevlerini de steril bir mekân olarak sunuyordu halkına. Kimi mahkûmları açlık grevleriyle ölüme gönderirken, KHK’lı polis Mustafa Kabakçıoğlu gibilerini ise cezaevindeki tek kişilik hücresinde plastik bir sandalyenin üzerinde uğurluyordu son yolculuğuna. Güvenliği devlet koruması altında iken…
Mehmetçikler için düşünülen ölüm ise ayrıca yürek yakıcı idi. Askerlerin bir kısmına, sadece 20 yıl yaşama hakkı tanınıyordu devletimiz tarafından. Çünkü kimileri terör örgütleri tarafından yakılarak gidiyordu ölüme, kimileri ise hükümetin yolsuzluklarını unutturabilmek adına yaptırdığı sınır ötesi operasyonlarda…
TÜRKİYE BİR ÇOCUĞUN ÖLÜMÜNÜ İZLİYOR
Şimdilerde Türkiye, 6 yaşındaki kanser hastası Yusuf Kerim Sayın’ın günbegün ölüme gidişini izliyor. Doktorların yaşama şansının yüzde 20 olduğunu söylediği Yusuf’un annesi cezaevinde. Sebebi ise, devletin bir bankasına parasını yatırmak. Ölüme giden Yusuf’un son bir isteği var: hayatının son zamanlarını annesiyle geçirmek. Fakat politikacılar, üç maymunu oynayarak, Yusuf’un sesini ne duyuyor ne görüyor ne de ve bir ses veriyor…
Yazamadığım binlerce ölüm şekli kusuyor bu topraklar. Halkını en refah şartlarda yaşatmayı hedef edinmiş Batı ülkelerini örnek vermeye lüzum yok. Lakin ‘Yaratılanı severiz, Yaratandan ötürü’ sözünü dilinden düşürmeyenlerin inandığı Peygamber, “Allah, insanlara merhamet etmeyene rahmette bulunmaz.” diyor. Hadi kuldan utanmıyorsunuz inandığınız Allah’tan da mı korkmuyorsunuz?
“SİZ ÖLDÜRMEYİ İYİ BİLİRSİNİZ”
Hoş, ölümün güzeli nasıl olur ki? Bilemiyorum. Fakat sevdiklerinin yanında huzur içinde, herkesin inancı gereği yapacağı ayin veya dualarla uğurlanmak sanırım olabilecek en güzel ölümlerden.
Lakin gelin görün ki, bizde böyle ölümler nadir oluyor.
İnsan bazen, “Siz öldürmeyi iyi bilirsiniz” diye avazı çıktığı kadar bağırmak istiyor. Fakat yine de emin olamıyor bu sesin hedefine ulaşıp ulaşmayacağından.
Montaigne’in, alıntı yaptığım cümlelerinin geçtiği yazının adı neydi biliyor musunuz? Aşka dair. Sırrı başlığa saklamış yazar: Huzurlu ölümler sunmak, insanı aşkla sevmeye bağlı.
Umarım yanılırım, ama sanırım devletlûlarımız, ‘insanı nasıl öldüreceğini’ öğrenemeden “pek çok erdemi içine alan bir şereften” yoksun ölecekler…
.