YORUM | RAMAZAN FARUK GÜZEL
Geçtiğimiz hafta, AKP Genel Başkan yardımcısı Leyla Şahin, çok tepki çeken hassas sözler söylemişti. Söylediklerine tepki verenler, onu “anlayışsızlıkla, olayları görememekle” vs itham etmişlerdi. Üzerinde çok durulmayan vahim bir durum vardı ki bu; üzerinde sadece böyle bir makele yazmakla geçiştirilmeyecek, doktora konusu olacak bir mevzu idi… Sözlerin araştırılması gereken siyaset bilimine dair kısmına geçmeden önce Şahin’in sözlerine tekrar bakalım…
Gazetecilerin “Muhalefet, özellikle insan haklarının ihlal edildiği yönünde açıklamalar yapıyor. Türkiye’de insan hakları ihlal ediliyor mu?” şeklindeki sorusuna Leyla Şahin aynen şu cevabı vermişti:
“İnsan hakları ihlali denilince aslında somut bir iki tane olay bile gündeme getiremiyorlar.”
AKP’li Şahin “bir iki deyince herkes “hangi o bir iki?” diye sormuştu haliyle. Evet, hangi o ‘bir iki’yi insan hakkı ihlali sayar acaba, merak konusu.
Haliyle herkes hemen cezaevlerindeki 743 bebeği, 17 bin kadını, binlerce öğrenciyi, uygulanmayan yüksek yargı kararlarını, coplanan Cumartesi annelerini, ülkede yaşanan cadı avını vs hatırlatmıştı. Türkiye’de yaşanan, yaşanmakta olan insan hakkı ihlalleri dünya genelinde haber konusu oluyor, uluslararası araştırmalarda bu ihlaller ele alınıyor, her yıl yapılan istatistiklerde Türkiye’deki insan hakları durumu her geçen gün aşağılara iniyor… Ve şu an Türkiye Kuzey Kore, İran ve Afrika’nın bazı anti demokratik ülkeleri ile anılır vaziyette…
Bütün dünyaya malum olan bu ihlallere rağmen Leyla Şahin Usta, sözlerinin devamında şunları söylüyordu:
“Türkiye, insan hakları noktasında pek çok Avrupa ülkesinin, Amerika’nın, kendini özgürlükler ve insan hakları noktasında sözde ileri olarak niteleyen pek çok ülkenin standartlarının üzerindedir. O yüzden insan hakları ihlalinin olduğunu söylemek aslında Türkiye’yi farklı ülkelerle kıyasladığınız zaman mümkün değil. Ama burada şuna dikkat etmek lazım. Bütün dünyada, uluslararası platformlarda, devletlerin güvenlik politikalarıyla birlikte insan hakları politikalarının artık tartışıldığı bir dönemdeyiz.”
AİHM’LİK BAŞÖRTÜLÜ MAĞDURİYETİNDEN…
AKP’li Şahin’in bu sözleri, onun geçmişini çok iyi bilenler için de şok etkisi yapmıştı. Zira Leyla Şahin Usta, 28 Şubat sürecinde İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde okurken, okula alınmayan başörtülü öğrencilerden birisi olarak o dönem ‘insan hakları ihlal ediliyor’ diye konuyu AİHM’e taşımış kimsedir!
AİHM ise ‘Leyla Şahin kararı’ olarak kayıtlara giren kararında Türkiye’deki kanunlara uyulması yönünde görüş belirtmişti. O mağduriyet rüzgarı ile bugün siyasette üst noktalara gelen Şahin’in o dönem böylesine zayıf bir dosya ile AİHM’e gitmekte ısrar etmiş olması şimdi tartışma konusu. Zira 28 Şubat’ta yaşanan başörtüsü zulmünün yerleşik hale gelmesinde, onun dosyası üzerinde böyle olumsuz bir kararın çıkmış olmasının payı var…
AKP’li Leyla Şahin, başörtüsü nedeniyle Türkiye’yi AİHM’e şikayet edeli 14 yıl, AKP’den vekil seçildikten sonra ‘’Türkiye’de bir tane bile insan hakları ihlali yok.’’ diyeli birkaç gün olmuşken, akla şu soru geliyordu:
Bir zamanlarının mağdurları, nasıl oluyor da gücü ele geçirince bütün herşeyi unutup kendilerine yaşatıldığı söylenen zulümlerin binlerce katının yapılmasına ön ayak oluyorlar ve hatta dönüp mağduriyetleri bile göremiyorlar?
Aslında siyasal İslamcılığın doğasında olan bir şeydir bu;
Güç elinde değilken mağduru oynama, ne zaman ki kendisini güçlü hissetsin/ gücü ele geçirdiğini görsün, bundan önce yakındığı hata ve baskıların mislini çekinmeden yapabilme.. İran’da, Mısır’da, Pakistan’da bunların örnekleri acı bir şekilde yaşanmıştı.
Türkiye’de yıllarca devlete, Türkiye Cumhuriyeti’ne “Tağut düzeni” diyen, “adil düzen” getirme vadinde olan, Parti isimlerinin başına Adalet ismini koyan bu Politik İslamcılar, kendilerini devlet görmeye başlayınca şimdi devleti “Tağut” değil “Tabu” ve hatta “Mabut” olarak görmeye başladılar. Bu noktada da Bekir Bozdağ’ın da dediği gibi, “Şirk koşmadan” ona inanıyorlar. Bu mabut kurban istediğinde de vecd ile kurbanlar vermekten çekinmiyorlar.
DAHA FECİSİ
Bunlar yaşanırken, şimdi AKP’li Şahin çıkıp dese ki: “Ben yalan söylemiyorum, gerçekten de bir insan hakları olduğuna inanmıyorum” dese bu konuda samimi olduğunu düşünürüm.
Çünkü bu tarih boyunca yaşanmış, görülmüş bir psikoloji.
Kendilerine ve binlerce inançlı insana, başörtülü bayanlara “Karafatmalar” diyen katı laikler de öyle düşünüyordu çünkü. O dönemin zalimleri, Leyla Şahin gibi kimseleri insandan kabul etmiyordu, onları adeta bir böcek gibi görüyordu. Onları adeta bir virüs adderek devletten, toplumdan arındırmak istiyordu. Dolayısıyla da ortada hiç bir insan hakkı ihlali görmüyorlardı. Hatta onları temsil eden partileri kapatmak isteyen o dönemin Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, onlar için “Habis ur, kanser, metastas” gibi ifadeler kullanmıştı.
Aradan geçen 14 yılın ardından, gücü ele geçirmiş olan “dünün mağdurları (?)” şimdi çok daha ağır zulümleri işlerken, bir çoğunun hata yaptıklarını düşünmediklerini, yapılanlarda bir ihlal görmediklerine inanıyorum. Çünkü aşamalı olarak hazırlanmış bir süreç ile, yok edilmek istenen muhalif kesimler soyutlanmış, insan olma olgusundan uzaklaştırılmış, yok edilmesi gereken haşareler noktasına getirilmişti. Bunun zihni alt yapısını hazırlayanlar, bu yapılanların bilincinde, kastında.. Fakat aşağıya doğru inildikçe bilincin körü körüne lidere itaat noktasına indirgendiğini düşünüyorum.
“İNSANDIŞILAŞTIRMA”
Şu an Türkiye’de yaşanan bu süreç, dünya tarihinde yeni bir olgu değildir. Muhalif gördüklerini sistematik olarak yok etmek isteyen faşist, totaliter rejimlerin, diktatörlüklerin sıkça başvurduğu bir yoldur bu.. Sonu da bunun soykırımdır, yakın tarihte de bunun çok acı örnekleri vardır.
Sosyoloji ve siyaset biliminde buna bir isim de vermişlerdir: “Dehumanisation” yani “İnsandışılaştırma”, sıradan ve normal insanların kötülüğe duyarsız ve hatta kötülük yapmaya hevesli kimseler haline getirilişin adıdır bu…
“İnsandışılaştırma”, Hannah Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı” tezini çağrıştırır.
Arendt bu kavramı, milyonlarca insanın ölümünden sorumlu Nazi Adolf Eichmann’ın yargılanması üzerine yazdığı makalede kullanmış ve o dönemdeki koca bir halkın yaşanmış bu zulme sessiz kalarak da olsa ortak kalışını tanımlamada kullanmıştı. Arendt’in bu görüşlerini test etme bağlamında 1950’lerde Stanley Milgram’ın itaat deneyleri ve Phil Zimbardo’nun Stanford Üniversitesi’nde yine aynı tarihlerde cezaevi deneyleri benzer sonuçlar vermişti.
New Yorker’de yazan Paul Bloom, Melbourne Üniversitesi’nde Nick Haslam ile Edinburg Üniversitesi’nden Steve Loughnan’ın bir araştırmasına yer veriyor: “Öfkeli halk mensupları cinsel suçlulara hayvan der. Psikopatlar kurbanlara yalnızca kötü emellerine giden bir araç muamelesi yapar. Yoksullar şehvet düşkünü ahmaklar denilerek alaya alınır. Gelen geçenler evsizlere sanki saydam engellermiş gibi bakar. Demans hastaları medyada ayaklarını sürüyen zombiler şeklinde temsil edilir.”
“İNSANDIŞILAŞTIRMA”NIN TÜRKİYE UYGULAMASI
Fakat sosyolojik olaylar, bir “körü körüne itaat” ile böyle bir kırımın olmadığını, toplum belleğinin, bilinçaltının bu insandışılaştırmaya hazırlandıktan sonra gerisinin kendiliğinden geldiğini gösteriyordu.
Türkiye tarihi bunun çok acı örnekleri ile doludur. “Azınlık” denilen Ermeniler, Rumlar, Yahudiler “İnsandışılaştırma”nın çok feci uygulamalarını gördüler. Aleviler ve özellikle de Kürtler her dönem bu “Dehumanisation”a sıklıkla maruz kaldılar. Maraş katliamında, Sivas katliamında yöre halkının nasıl bir anda acımasız katillere döndüğünü gördük.
Amerika’nın ilk istila yıllarında beyazların Kızılderiler için söylediği “En iyi Kızılderili, ölü Kızılderilidir” sözü Türkiye’de, “En iyi Kürt, ölü Kürttür” şeklinde yansımasını bulmuştur. Bu sözü kendi kulaklarımla da kaç kere şahitlik etmişliğim vardır. “Kürt meselesi de nedir ya, bütün Kürtleri öldürürseniz, Kürt meselesi de kalmaz” ifadelerini çoğunuz sağda solda duymuşsunuzdur!
Zira “Dehumanisation”ın kavramının yerleştirildiği halkların başında Kürtler gelir ve şu son dönemde yaşanan olaylar da bunun işaretçisidir. (“Kürt müsün, Suriyeli misiniz?” diye sorduğu bir baba- oğlu, Kürt olduklarını öğrenince gözünü kırpmadan öldüren cani örneğindeki gibi…) Toplum genlerinin bu kadar hastalıklı hale gelmesinde 1952’de kurulan Seferberlik Tetkik Kurulu’nun payı büyüktür. Sonradan Özel Harp Dairesi adını alan bu gizli kuruluş önceleri Nato bünyesinde “Kızıl tehlikeye karşı ülkeyi korumak” iddiasıyla yola çıkmışken zamanla toplumu tamamen manüpile edip her alanda yönlendirmeye, güdülemeye kadar varmıştır. Her darbe öncesinde de toplumu buna hazırlamada başat rol oynamasını bilmiştir.
“DEHUMANISATION”UN SON KURBANI CEMAAT
Devletimiz ve iktidarlarımız her zaman bir düşmana ihtiyaç duymuşlardı. Yoksa da icat etmesini bilmişlerdir. Böylece bu “ortak düşman”a karşı halkı “tek lider” etrafında birleştirme imkanı bulmuşlardır. Bu bayat taktik de Hitler Almanyasından aparma bir icraattır. Bir avuç savunmasız Yahudi’ye karşı bütün Almanları “Führer” (Reis) etrafında toplayan güç, “Bu Yahudi belasını bertaraf ediyoruz” derken, önce Yahudileri, sonra bütün dünyayı, en son olarak da kendilerini/ ülkelerini yakmışlardır.
Şu an da Türkiye adım adım o noktaya doğru giderken, “İnsandışılaştırma” konusunda yerleşik uygulamaları ve alt belleği oluşmuş olan devletimiz ve halkımız, şimdilerde FETÖ dedikleri Gülen Cemaati üyeleri için de aynı yaklaşıma ve kıvama ulaşmış durumda.
“İnsandışılaştırılan, adeta böcek yerine konulan yüzbinlerce insan bütün toplumdan ve devletten tecrit edilmiş, “ağaç kabuğu yemeye mahkum”, “bir yudum su bile çok görülen” insanlar haline getirilmeye başlanmıştır.
Bu ortamda Türkiye’nin tanınmış mafya liderlerinden Sedat Peker, basın önünde açık açık bu insanlara karşı katliam çağrıları yapmakta, hiç bir kesim ya da adli merci bu konuda kılını bile kıpırdatmamaktadır. En ufak bir kritik getiren akademisyenin başına olmadık işler açılırken, böyle bir mafya liderinin söylediklerine kayıtsızlık, bu sürecin geldiği noktayı göstermesi babından önemlidir.
Bu bağlamda Prof. Dr Ahmet Akgündüz isimli bir Nurcu akademisyen de Hucurat Suresi’ne atıf yaparak bu FETÖ dedikleri insanların katline fetva getirmeye çalışırken, devlet içinden, yargıdan hiç bir tepki gelmemektedir. Halbuki ortada en salt anlamıyla bir “nefret suçu”, “insanlığa karşı suç” işlenmektedir.
Bütün bu gelişmeler ışığında Leyla Şahin’ın sözlerini çok önemsiyorum ve bu yaklaşımın partisinde ve tabanında geniş bir karşılığının olduğunu düşünüyorum. Liderine tam itaat içinde olan bu kitleler, Reislerinin 2012’lerde “Beni kızdırmasınlar, 2 polis ve 1 savcı ile hepsini terörist ilan ederim” dediği bu Cemaat üyelerini tedrici olarak düşman ilan etmesini sükunetle izleyip bu noktaya kadar geldiler.
HALKIMIZ NE DER?
Sansasyonel televizyon dizisi “Black Mirror”ın bir bölümü, yaşananları çok çarpıcı şekilde özetlemektedir. Beynine bir implant yerleştirilmiş bir asker, hamam böcekleri denilen son derece çirkin insansıların (humanoid) peşine düşer, onları öldürmeye başlar. Beyni normalleşmeye başladığında ise kendisinin bir kahraman değil, masum insanları öldüren bir insanlık düşmanı katil olduğunu anlar.
Hitler’in yıkılışından yıllar sonra halk, yıkımın ve katliamların farkına varmışlardı. Aradan geçen yüz yıla yakın zamandır Türk halkı hemen hiç bir zaman yaşanmışlar üzerinde bir özeleştiri yapmaya, yüzleşmeye yanaşmamıştı. Sürekli olarak bir savunma güdüsü ile “ama” ile başlayan argümanlar geliştirmeye çalışmıştı. Türkiye’de yine bir uğursuz döngü yaşanıyor, bazı insanlara aşamalı olarak soykırım uygulanıyor, bunun nerelere varacağı ise kestirilemiyor.
İnsanımız, bu yaşananlara bir yerde dur diyebilecek mi? Herşey olup bittikten sonra bari bunun muhasebesini yapabilecek mi? Uygulamada örneği yok.
Bu topraklar, “Yaratılanı hoş gör, Yaratan’dan ötürü” demiş, bu sözü bayraklaştırmış Yunus Emre gibi birisini çıkarabilmiştir. Ama bu sözün arkasında durabilecek günümüzde ne kadar insan çıkabilecek..? Bekleyip göreceğiz.