Ana Sayfa Güncel İnkâr politikası

İnkâr politikası

YORUM | YAVUZ ALTUN

Zehirlenerek öldürülmeye çalışılan Rus muhalif lider Aleksey Navalny, geçenlerde Rusya’nın federal güvenlik servisi FSB’de çalışan ajanlara telefon edip kendisini üst düzey yöneticilerden birinin yardımcısı olarak tanıtmış. Telefonu ilk açan ajan, onu hemen tanıyıp kapatmış. Koronavirüs sebebiyle karantinada olan ikinci ajan, Konstantin Kudryavtsev, arayanın Navalny olduğunu fark etmemiş. Maxim Ustinov isimli bir yönetici asistanıyla görüştüğünü zannetmiş. Navalny, zokayı yutan Kudryavtsev’e, “Navalny zehirlenmesinde neden başarılı olamadık?” diye sorunca, acemi ajan dökülmüş.

Meğerse FSB ajanları, Navalny’yi zehirlemek için iç çamaşırına bir krem ya da sprey formunda Novichok denen zehri bulaştırmışlar ve o gün kıyafetlerini giydikten saatler içinde öleceğini hesaplamışlar. “Peki neden ölmedi?” deyince Kudryavtsev, her şeyin incelikli biçimde ayarlandığını fakat Navalny’nin uçağı Moskova’ya devam etmek yerine acil iniş yapınca, planın bozulduğunu söylemiş. Telefondaki FSB ajanı, beş gün sonra Navalny’nin kaldığı Omsk şehrine gidip bütün delilleri yok etmiş. Navalny’nin diplomatik girişimler sonucu tedavi için Almanya’ya götürülürken tamamen çıplak olduğunu hatırlatalım.

Muhalif liderin etrafında FSB ajanlarının dolaştığı sır değil. Yakın zamanda yapılan detaylı haberlerde o gün Navalny’nin yakınında görüntülenen ajanların isimlerine kadar yer veriliyor. Devlet Başkanı Vladimir Putin bile doğruladı bunu. Ancak Putin’e göre bunun sebebi, Navalny’nin ABD ajanı olması. Alman sağlık uzmanları, Navalny’nin zehirlendiğini delilleriyle ortaya koydu. Fakat Moskova, konuyla ilgili yeterince delil olmadığını söyleyerek soruşturma başlatmayı reddediyor. Rus yetkililerin tezi şu: Navalny, Almanya’ya götürülürken ya da oraya vardıktan sonra zehirlendi.

(Navalny, telefon görüşmesini Bellingcat isimli araştırmacı gazetecilik sitesiyle paylaştı ve yaklaşık 49 dakikalık görüşme, İngilizce altyazılarla deşifre edildi.)

Artık bu delilden sonra Rusya’da her şey değişir, halk Putin iktidarının olayı örtbas etme çabasına kanmaz, diye düşünüyorsanız sizi ABD’ye alalım.

Malumunuz, Kasım ayındaki ABD başkanlık seçimlerinde ilk sonuçlara göre Demokrat Parti adayı Joe Biden oyların çoğunluğunu alarak yeni ABD başkanı olmaya hak kazandı. Ülkenin köklü haber ajansı, The Associated Press (AP), Biden’in kazandığını duyurunca, mevcut Başkan Donald Trump şöyle sordu: “Ne zamandan beri kimin başkan seçildiğini medya ilan ediyor?”

Bu sorunun aslında gayet mantıklı bir cevabı var. Cemal Tunçdemir’in yazısından okuyalım:

“ABD’de 170 yıldır kimin başkan seçildiğini medya ilan ediyor. Çünkü, ABD’de, seçim gecesi, seçimi kimin kazandığını ilan edecek federal bir seçim kurulu veya yetkilisi yok. (…) Seçimin olduğu 3 Kasım ve sonrasında ise eyaletleri oluşturan ve ‘county’ adı verilen küçük idari bölgeler (Türkiye’deki ‘il’in bir versiyonu gibi görebiliriz) kendi sayımlarını kendileri yapıyor. (…) Dolayısıyla ABD başkanının kim olacağını o gün öğrenmek isteyen birinin yapabileceği tek bir şey var; ABD’nin 50 eyaletine bağlı 3141 ‘county’deki sayımların hepsini yerinde takip edebilip, buralardaki resmi sayım tutanaklarına dayanarak eyalet ve sonra da ülke geneli oyların toplamını elde edebilecek bir organizasyona bakmak. (…) İşte 170 yıldır bu organizasyonu yapan gücün adı Associated Press haber ajansı. Yani ABD’nin ana ve en büyük haber ajansı.”

Dahası, bu geleneğin bir parçası olarak 170 yıldır seçimi kaybeden taraf basına bir konuşma yaparak yenilgisini kabul ediyor ve yeni seçilen başkanın işin başına geçiş aşamasını başlatıyor. Donald Trump’ın bütün bunları bilmeme şansı var mı? Elbette yok.

Buna rağmen Trump ve yakın çalışma ekibi, Cumhuriyetçi Parti’nin ağır toplarıyla birlikte, seçimlerin hileli olduğu iddiasını canlı tutmaya çalıştı. Kritik eyaletlerde dava açarak oyların yeniden sayılmasını ya da seçimin tekrarlanmasını talep etti. Cumhuriyetçilere yakın hâkimlerin yer aldığı Yüksek Mahkeme bile bu talepleri reddetti. Nihayet 14 Aralık’ta toplanan eyalet delegeleri, hiçbir aksilik görmeyerek, Joe Biden’ın başkan olduğunu resmiyette de ilân ettiler. Trump ise hâlen yenilgi konuşması yapmadı ve seçimleri kaybetmediğini çünkü çok fazla oy aldığını söyleme devam ediyor.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Ancak hepsinde ortak bir tema var: Gerçekliğin inkârı. Nereye kadar? Gücü yettiği yere kadar…

Rusya’da Putin rejimi sağlam temellere dayandığı için yıllara yayılan bir inkâr siyaseti güdebiliyor. Ancak Trump yönetimi 4 yıllık süreçte yeterli miktarda tahkimat yapamadığı için seçim mağlubiyetini kabullenmek zorunda kalıyor. Tabi bu durum Trump’ı durdurmayacak, önümüzdeki 4 yılda seçimlerle ilgili şüpheleri hep taze tutmaya çalışacak. Neticede 8 yıllık Barack Obama döneminde, Amerikalı muhafazakârların seyrettiği Fox News, hiç fasılasız Obama’nın ABD doğumlu olmadığını ve aslında gizli Müslüman olduğunu konuşup durmuştu.

Gerçeğin inkârını mümkün kılan birkaç unsur var: Öncelikle söylediğiniz yalanları ya da çarpıtılmış doğruları olduğu gibi, sorgulamadan etmeden yayacak bir medya. İkincisi, inkârın arkasında kapı gibi duracak, yalanı yüzüne vurulsa bile bir milim kımıldamayacak politik aktörler. Ve nihayet bu düzeni sarsılmadan sürdürebilecek maddi imkân.

Türkiye kamuoyu, 2013-2014 kavşağında Gezi parkı protestoları, devasa yolsuzluk soruşturmaları ve Erdoğan ile çevresinin telefon konuşmalarının internete sızmasıyla AKP hükümetlerinin arka sokaklarına dair çok önemli malumat edindi. O günlerden bu yana, üstelik bir hayli acemice, çok yerinden patlak vermek suretiyle, bir inkâr politikası güdülüyor.

Şöyle geriye dönüp bir baktığınızda, iktidarın yalanları, çarpıtmaları ve inkârları defalarca ortaya çıktı. Hem de şeksiz şüphesiz, güneş gibi ayan beyan. Bazılarını bizzat kendileri itiraf ettiler. İnternetin en sevilen içeriklerinin başında, Erdoğan’ın dün ak dediğine bugün kara dediği konuşmaları yer alıyor. İşte daha yeni pandemi sürecinde sağlık bakanı çıkıp rakamları doğru vermediklerini itiraf etti. Onlarca insan çıkıp “Yahu biz çıplak aramaya maruz kaldık” diyorlar, AKP milletvekilleri ya olmayacağını bile bile delil istiyor ya da inkâr ediyor. Nihayet kendi bürokratları itiraf ediyor ama o cephede gene tık yok.

Bir post-truth karikatürü. Solda, hakikat çağında Descartes “Düşünüyorum o hâlde varım” diyor. Sağda post-truth çağında birisi, “[Dediğime] inanıyorum o hâlde haklıyım” diyor.
Yaşadığımız bu döneme post-truth (Yalın Alpay’ın çevirisiyle ‘hakikatin önemsizleşmesi’) denmesinin önemli bir sebebi var o da şu: Siyasetçilerin medyayla, yüzü kızarmayan aktörleriyle ve maddi imkânla sürdürdüğü inkâr siyasetinin devam edebilmesinin en temel sebebi, buna itiraz etmeyen, gerçeği gördüğü hâlde görmezlikten gelen kitlelerin olması. O kitleler nezdinde gerçeklerin pek de bir öneminin kalmaması. İddialarını ayakta tutabilecek birkaç ‘haklılık kırıntısı’ bulsalar, yetiyor.

Geçmişte gerçeğe ulaşmak bu kadar kolay olmadığı için kitleleri manipüle etmek kolaydı. Buna rağmen yalancılığı ortaya çıkanlar, nezaket gösterip durumu kabulleniyordu. Şimdilerde kutuplaşmanın ve siyasetin kimlikleşmesinin de etkisiyle, siyasetçiler kabullenecek olsa bile kitleler inkâr siyasetini sürdürmeye meyilli. Bu da yaşadığımız çağı öngörülmez bir kaosa sürüklüyor.

HENÜZ YORUM YOK