YORUM | CEMİL TOKPINAR
Kur’an’da derinliğini ve etkisini tam fark edemediğimiz bir cümle vardır. Hadid Suresinin 4. ayetinde yer alan “Ve Hüve meaküm eyne mâ küntüm” şeklindeki bu kısa cümleye “Siz nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir.” şeklinde meal verebiliriz. İnsanın, her an Allah ile beraber olduğunu, Onun her şeyi hakkıyla gördüğünü, dolayısıyla her hâl ve hareketin bu şuurla yapılması gerektiğini anlatan bu ayet, çok kapsamlı manalar taşıyor. Çünkü ayetteki “Hüve=O” kelimesinin bin bir esma-i hüsna adedince manaları vardır.
Bu sure, Medine’de nazil olmuştur. Baştan sona iman hakikatlerinden, tevhid delillerinden bahseden bu surenin Medîne’de nazil olması, imanın sürekli takviye ve yenilenmeyi gerektirdiğini ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir. Aynı surenin 7. ayetinde, müminlere hitaben, “Allah’a ve Resûlüne iman edin” diye buyrulması da, imanın bu özelliği bakımından mühimdir.
Aynı şekilde, Nisa Suresinin 136. ayetinde meâlen, “Ey iman edenler, Allah’a, Resûlüne, Resûlü üzerine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaplara hakkıyla iman edin” buyrulmaktadır. Görüldüğü gibi, burada açık bir şekilde muhatap, müminlerdir. Mümin ise, zaten iman esaslarına hakkıyla inanan kimse demektir. Bu durumda “iman edenlere iman etmelerinin emredilmesi” ne demektir? Müfessirlere göre, bu emirden maksat, “imanda devam ve sebat veya icmâlen iman edenlerin tafsilî delillerle iman etmeleri”dir.
“İmânın en efdâli, nerede olursan ol, Allah’ın seninle beraber olduğunu bilmendir” meâlindeki hadis ise, bu ayetlerin hedefini açıklayarak, en üstün îmânın en büyük özelliğini belirtmektedir.
Görüldüğü gibi, ayetler bir gerçeği tesbit etmekte, hadis ise bu gerçeğin bilinmesini, “en efdal iman”ın şartı olarak görmektedir.
Hadiste geçen “bilme” fiili, bir kere yapılıp geçilen bir işten öte, “sürekli şuurda tutulması gereken bir hâli” ifade etmektedir. Yani kişi, “her an ve her zaman, nerede olursa olsun” Allah ile beraber olduğunu bilmelidir.
Böyle bir “bilme,” insana her türlü fiilini yapmadan önce, yaparken ve yaptıktan sonra “plânlama, şuurla gerçekleştirme ve sorgulama” melekesini kazandırır. Böyle bir meleke, insanı hatadan koruyan, her an kendini muhasebeye çeken, tövbe ve istiğfara yönelten bir fonksiyon icra eder.
Çünkü her an Allah’ın kendisiyle beraber olduğuna, bütün yaptıklarının Onun tarafından görüldüğüne ve bilindiğine inanan bir insan, yaptığı işlerde Allah’ın emirlerini ve yasaklarını dikkate alır ve Onun rızasına uygun olanı seçer. Bu da bütün fiillerinin, dünyada ve ahirette huzur ve saadete vesile olmasını sağlar.
Ancak böyle bir “bilme” fiili nasıl gerçekleşir?
Bu “bilme,” “îmânın en efdâli ve en üstünü” olarak vasıflandırıldığına göre, sıradan bir “kabûl”ün böyle bir “şuur hâlini” kazandırdığını düşünmek yanlıştır.
Bu “şuur hâli”ni engelleyen unsurları göz önünde bulundurmaksızın, buna erişmenin yolunu bulmak mümkün olmaz. O halde kişiyi bu şuur hâlinden uzak tutan zaafları ortaya koymak lâzımdır ki, bunları aşmanın yollarını arayalım.
Bir kere, insanın hisleri, hevesleri, nefsin istekleri, kesrete müptelâ olması en büyük engellerdendir. “Kesrete müptelâ” olmaktan kasıt, insanın birçok şeyle alâkadar olmasıdır. İnsan, kâinatta ne varsa, hemen hepsiyle doğrudan veya dolayısıyla ilgilidir. Kiminden korkar, kimine muhtaçtır; kimini gerçekleştirmek için yaptığı gayretler, kişinin bu şuur hâlinden uzaklaşmasına ve dış âlemle meşgul olmasına sebep olur. Neticede de, o “bilme” gerçekleşmez ve kişi yaptıklarıyla veya yapmadıklarıyla birçok sevaptan mahrum kalmış ve birçok günah kazanmış olur.
Şu halde bizim yapmamız gereken öyle bir fiil olmalıdır ki, hem insanın fıtratından kaynaklanan özellikleri yok etmesin, hem de “her an Allah ile beraber olma” gerçeğini ortadan kaldırmasın.
İşte bunun yolu, eşyaya mana-yı harfiyle bakmaktır. Alâkadar olduğumuz her şeyi kendilerine bakan yönleriyle değil, Allah’a bakan, Onu tanıtan, Onun isim ve sıfatlarına ayna olan yönleriyle kabul etmeliyiz. Böyle bir tefekkür programı, insanı ilgilendiği her türlü maddiyâta ve faniyâta rağmen, yüceler yücesi bir makam olan âlâ-yı illiyyîne çıkaracak bir yol açar.
Bu şekilde gaflet izâle olur, tefekkürün önünde en büyük bir engel olan âdiyat (sıradanlık) ve ülfet (alışkanlık) perdeleri yırtılır. Bütün ilimler ve bütün varlıklar da, maârif-i İlâhînin, yani Allah bilgisi olan mârifetullahın bir vesilesi, bir vasıtası olur.
Nitekim Kur’an-ı Kerim’deki ayetlere baktığımızda, kâinattaki pek çok varlıktan bahsettiğini, ancak onlardan kendilerini tanıtan mana-yı ismiyle değil, Allah’ın varlığına ve birliğine delil olan mana-yı harfiyle söz ettiğini görürüz. Bedîüzzaman Hazretlerine göre, Kur’an ile felsefenin yaratıklardan bahsetmelerinde büyük bir fark vardır. Felsefe kâinattan, “kâinat hesabına,” Kur’an ise “Allah hesabına” bahseder.
Bediüzzaman Hazretleri, “Kur’an’da anlatılan imana” dikkat çekerken, aynı zamanda her müminin kendisine hedef koyması gereken iman mertebelerini şöyle sıralar:
“İman yalnız icmâlî ve taklidî bir tasdike münhasır değildir. Bir çekirdekten tâ büyük hurma ağacına kadar ve eldeki âyinede görünen misalî güneşten tâ deniz yüzündeki aksine, tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları olduğu gibi, îmânın o derece kesretli hakikatleri var ki, bin bir Esmâ-i İlâhiyeye dâir erkân-ı îmânîyenin kâinât hakikatiyle alâkadar çok hakikatleri var.
“Hem iman-ı tahkîkînin bir mertebesi de aynelyakîn derecesidir ki, pek çok mertebeleri var; belki, esmâ-i İlâhiye adedince tezâhür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur’an gibi okuyabilecek derecesine gelir. Bir mertebesi de hakkalyakîndir; onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zatlara şübehât orduları hücum da etse bir halt edemez.” (Asa-yı Musa)
Risale-i Nur’daki iman derslerini tekrar tekrar okumanın ve müzakere etmenin sebebi, iman mertebelerinde terakki etmek içindir. Kur’an’da nitelendirilen gerçek imana ulaşmak için ne kadar gayret edilse, ne kadar plânlar programlar yapılsa yeridir. Bu bakımdan özellikle yaz gelince daha uzun yapılan Risale-i Nur okuma ve anlama programları çok önemlidir. Her yaz mutlaka katılmak ve uzun olmasına çalışmak gerekir.
İşte böyle bir iman kişiyi Kur’an’ın ifadesiyle “gerçek mümin” mertebesine çıkarır. Nitekim “gerçek mümin”in Kur’anca tarifi şöyledir:
“Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğunda imanları artar ve yalnız Rablerine dayanıp güvenirler. Onlar namazlarını dosdoğru kılan ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden (Allah yolunda) harcayan kimselerdir. İşte onlar gerçek müminlerdir. Onlar için Rableri katında nice dereceler, bağışlanma ve tükenmez bir rızık vardır.” (Enfal: 2-4)
Rabbim bizleri hakikî imanı elde edip gerçek müminlik makamına çıkanlardan eylesin.