YORUM | AHMET KURUCAN
(Gelecek Projeksiyonu Yazı Serisi 54)
Gayrimüslimlerin cennete gitmesi üzerine yaptığım değerlendirmelere devam ediyorum. Son olarak cennete gidecek veya gitmeyecek diyerek kanaat belirten her iki tarafın kullandığı argümanlardan biri de ayet, hadis ve kelami görüşlerle desteklenen iman-amel münasebetiydi. Kısaca hatırlayacak olursak görüş farklılığının dayandığı temel, imanın tanımıydı. İmanın “kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve beden ile amel” ya da “kalp ile tasdik ve dil ile ikrar” şeklindeki iki tanımı söz konusu görüş ayrılığının kaynağını oluşturuyordu.
Dikkatlice bakıldığında herkesin göreceği gibi ikisi arasındaki fark amelin imana dahil olup olmadığıdır. Bu konuda sünni dünyanın kelami görüşlerinde hâkim rol oynayan Eş’ari ve Maturidiler “amel imandan bir parça değildir” derler. Tabii bu kabulün doğurduğu zaruri sonuç; “bir insan iman ediyor ama imanının gereklerini yerine getirmiyorsa, onları inkâr etmemesi şartıyla mutlaka cennete gidecektir.” Harici, Mutezile ve bir kısım Selefiler ise iman ettiği halde amel etmeyenlerin akıbetleri hakkında farklı görüşlere sahip olsalar da son tahlilde amel-iman bütünlüğünün bozulamayacağını ve “amelin imandan bir parça” olduğunu söylerler.
Her iki kesimin gerek Kur’an ayetleri gerekse hadisi şeriflerle destekledikleri bu farklı görüşlerinin konumuz ile ilgisi, kötü amel işleyen müslümanlarla, salih amel işleyen gayrimüslimlerin ahiretteki akibetleri. Bu konuda kendi görüşümü belirtmeden önce genel manada şu iki hususun altını çizmek isterim.
Birincisi, ayet ve hadislere parçacı/atomik yaklaşımlar ve onların doğurduğu sonuçlar ile alakalı daha önce ifade ettiğim değerlendirmeleri hatırlamanızı rica edeceğim. Geri dönecek değilim ama bir cümle ile hatırlatacak olursam, konsept ve kontekslerinden bağımsız ele alınan ayet ve hadislere, sınırları da zorlayarak lafzi yorumlar yapabilir ve bu yorumları birbirine zıt iki görüşe çok rahatlıkla delil olarak ortaya sürebilirsiniz. Çünkü elimizde bir metin vardır. Halbuki o metinle bizim aramızda tam 14 asırlık bir zaman boşluğu bulunmaktadır. O boşluk ve değişen arka plan şartları nazara alınmadan yapılan yorumlar adı üzerinde yorumdur, te’vildir. İman nedir, amel imanın bir parçası mıdır değil midir meselesinde tarafların vermiş olduğu cevaplarda gördüğümüz de budur. Her kesim kendi görüşünü bağlamından kopardığı ayet ve hadislerin lafzi anlamları ile temellendirmeye çalışmıştır.
İkincisi; kelam ilminde yer alan yorumlardır. Söz konusu yorumlar her şeyden önce üretilmiş beşerî düşüncelerdir. Bütün peygamberlerin ortak öğretisi olan tevhit, nübüvvet ve haşir gibi iman ve imanın değişmez sabiteleri değildir. Yanlışlanabilir doğrular, doğrulanabilir yanlışlardır. Faraziyedir, hipotezdir, izahtır, içtihattır, açıklamadır. Ve her üretilmiş beşerî düşünce gibi üretilmiş olduğu zemin ve zamanın arka plan şartlarına bağlıdır.
Şimdi bu düşünceleri tıpkı ayetlerde yapıldığı gibi bir muameleye tabii tutup mutlak bilgiler, dinin değişmez sabiteleriymiş gibi ele almak ve günümüze taşımak bizi yanlış sonuçlara ulaştırır. Hatta bu yaklaşım söz konusu yanlışlığı daha da ileri taşır. Çünkü ilkinde evrensellik, tarih-üstü keyfiyeti ile izah edebileceğiniz ayetler vardır, burada ise onlar yerine konan alimlerin yapmış oldukları izahlar, açıklamalar.
Şunu net olarak ifade etmek gerekir; iman-amel bütünlüğü veya parçalanmışlığı meselesi kelamî mezheplerde birbirini nakz eden ve taban tabana zıt hükümleri ihtiva eden bir çerçeveye sahiptir. Şöyle ki Efendimizin vefatından sonra dört halife döneminde hiç kimsenin ihtimal vermediği ve son tahlilde iç savaş nitelemesini hak eden elim hadiseler yaşanmıştır. Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin öldürülmeleri bunun en büyük göstergesi ve delilidir. Düşünebiliyor musunuz, daha Hz. Peygamberin vefatının üzerinden 30 yıl geçmiş, İslam dininin başlangıcından itibaren Allah Resulüne sahip çıkan arkadaşı, yoldaşı ve damadı şehit edilmiştir. Özellikle Hz. Osman’ın vefatından sonra siyasi düzlemde işler iyice karışmış ve bizim iç savaş dediğimiz hadiseler cereyan etmiştir. Cemel, Sıffin, Kerbela, Nehrevan, Harre ve benzeri irili-ufaklı nice savaş ve mücadelelerde binlerce insan ölmüştür. Merkezinde siyasetin, iktidarın, kabile taassubunun, menfaatin olduğu bu dramatik savaşlar İslam toplumunda müthiş bir travmaya ve faciaya sebebiyet vermiştir. Zira bu savaşa sebebiyet verenlerin ve rol oynayanların büyük çoğunluğu daha dün denebilecek kısa bir zaman önce Kur’an’ın nüzulüne şahit olan, Hz. Peygamberin etrafında ona canları ve mallarıyla destek veren sahabedir.
Neticede iktidarı ele geçirme veya elde tutma, devletin otoritesini sağlama, toplumun bütünlüğünü temin etme gibi nedenlerle yapılan bu savaşların meşru olup olmadığı tartışmaları bir kenara, mürtekibu’l kebire terkibiyle anlatılan büyük günahlar arasında yerini alan insan öldürmenin hükmü ve bunlara bağlı olarak o insanların ahiretteki durumu Müslümanlar arasında tartışma konusu olmuştur. Erken dönemlerde başlayan bu fiili mücadeleler ve hemen peşinden gelen fikri tartışmalar ilerleyen yıllarda artarak devam etmiştir. Emevilerin kadercilik anlayışı, Kur’an’ın mahluk olup olmadığı tartışmaları, Müslümanın Müslümanı küfürle itham etmesi (tekfir), Müslümanların birbirlerini öldürmesi mevzuuna ilave edilecek başka örneklerdir.
İmanın mahiyeti, tanımı, iman-amel arasındaki münasebet işte bu zemin üzerinde tartışılmaya başlanmıştır. Sonuçta yukarıda bir cümle işaret ettiğimiz gibi insan/Müslüman öldürmek gibi büyük günahı işleyenler için Hariciler tövbe etmediği takdirde dünya ve ahirette kafir olur; Mürcie, günahında dolayı küfre girmez, imanına zarar gelmez, ahirette cehenneme girmez; Mu’tezile, küfre girmez, iman ile küfür arasında bir yerde durur, ahirette iki menzil arasında kalır, nihai hükmü Allah verir; Selefiler, kafir değildir, Sünni’ler fasık ve günahkâr olur ama küfre girmez demişlerdir. Amelin imandan bir parça olup olmaması da işte bu tartışmalar sonucu ortaya çıkan bir sonuçtur. Buna göre Harici, Mu’tezile ve Sünniler içinde yer alan Ahmed b. Hanbel “amel imandan bir parçadır” derken, Eş’ari ve Maturidiler “amel imandan bir parça değildir” görüşüne kail olmuşlardır.
Kısaca özetlediğimiz bu manzara da ne görüyorsunuz? Bir dönemin sosyolojisinin teoloji haline gelmiş durumunu. Siyasi tartışmaların, savaşların oluşturduğu sorulara teolojik izahlar getirilişini. Bir başka zaviyeden sosyoloji ile teolojinin karşılıklı birbirini etkilemesini, aralarındaki diyalektik ilişkiyi. O dönemler içinde çok anlamlı tartışmalar bunlar. Toplumsal hayatta kendisine karşılık bulan sorunlar. O gün itibariyle yaşanan sorunlara ne kadar çözüm olduğu tartışmaya açık olsa da bunların ulaşılan sonuçlar olduğu muhakkak.
Burada duralım ve şu soruyu soralım; sözünü ettiğimiz hadiselere bağlı olarak üretilen bu görüşleri üretilmiş olduğu sosyal ve siyasi zeminden kopartıp itikat konusu yapmak hangi ölçüde doğrudur? Afganistan’dan Pakistan’a, Malezya’dan Endonezya’ya, Türkiye’den Avrupa ülkeleri ve Amerika’ya kadar geniş bir coğrafyada yaşayan Müslümanların kelamî doktrinleri budur demek bizim yaşadığımız sosyoloji ile ne kadar uyumludur ve ne kadar güncel sorunlarımıza cevap üretmektedir? Deve kuşu gibi başımızı kuma sokmanın bir anlamı olmadığı gibi faydası da yok, aksine zararı çok. İsterseniz dini kurumların eğitim müfredatlarına, o müfredat içinde akide ve kelam derslerine bakın. Hangi kitaplar okutuluyor? O kitapların ihtiva ettiği bilgiler neyi, nasıl anlatıyor? Bunların Nizamiye veya Osmanlı medreselerinde okutulan akide ve kelam kitaplarından hem kitap ismi hem de muhtevaları itibariyle farkı nedir?
Bu iki önemli hususa işaret ettikten sonra sonuca gelelim. Büyük ya da küçük ayırt etmeksizin İslam’ın haram dediği, bazıları itibariyle zulüm olarak nitelediği günahları işleyen Müslümanın ahirette akıbeti ne olacaktır? Ben şahsen bu mevzuya yukarıda gördüğümüz üzere iman-amel ayrımı, imanın amelden bir parça olup olmadığı tartışmalarından bağımsız bir şekilde iman ve amel birlikteliği ve ikisi arasındaki zorunlu ilişki açısından yaklaşmanın daha doğru olduğuna inanıyorum. İman elbette çok önemli. Fakat bu salih ve fasit, iyi ve kötü, güzel ve çirkin her iki formuyla amelin önemsiz olduğunu göstermez.
Devam edeceğim…