YÜKSEL ÇAYIROĞLU | YORUM
İmam Gazzâlî nedensellik konusundaki fikirlerinden ötürü sert eleştirilere muhatap olmuştur. Onun bu konuda dile getirdiği fikirlerden yola çıkan bazı araştırmacılar, Gazzâlî’nin kâinattaki düzenliliği ve tenasüb-ü illiyet prensibini inkâr ettiğini düşünmüşlerdir. Dolayısıyla da onun tasvir ettiği varlık âleminde insan özgürlüğünü temellendirmenin ve ilimlerin gelişmesinin mümkün olmayacağını ileri sürmüşlerdir. Hatta bazı kimselerce bu görüşlerinden ötürü Gazzâlî, İslâm dünyasında yaşanan fikrî ve ilmî gerilemenin sorumlusu dahi görülmüştür. Daha önce de ifade ettiğimiz üzere aslında bu eleştirilerin hedefinde Ehl-i Sünnet kelamcılarının görüşleri vardır. Zira İmam Gazzâlî’nin dile getirdiği fikirler onların bir özeti ve açıklamasıdır.
Biraz daha açacak olursak, Ehl-i Sünnet kelamcılarının, tabiatta gözlemlenen hareketi, değişim ve dönüşümleri, işin merkezine Allah’ın ilim, irade ve kudretini koyarak izah etmeleri bazılarınca düzenin reddedilmesi ve keyfiliğe kapı açılması olarak algılanmıştır. Özellikle görünür sebeplerin, sonuçları üzerinde gerçek bir tesirinin olmadığına, varlık ve olaylar arasında nedensel bir zorunluktan bahsedilemeyeceğine, sebeplerin de sonuçların da Kâdir-i Mutlak (nihayetsiz güç ve kuvvet sahibi) ve Fâil-i Muhtâr (dilediğini yaratan) olan Allah tarafından her an sürekli olarak yaratıldığına yönelik izahlar, gözlem ve sağduyuya aykırı görülmüş, doğal nedensel süreçlerin reddi gibi anlaşılmıştır. Bu tür yaklaşımların Müslümanları tabiata yönelmekten alıkoyduğu, bilimsel çalışmaları engellediği çoklarınca dile getirilmiştir. Hatta bazıları alaylı bir üslupla, “Bu kafayla, bu anlayışla bilim mi olur?” diyecek kadar ileri gitmiş, bu tür fikirleri bilimsel değil mitolojik bir düşünce biçimi görüp hafife almıştır.
Oysaki durum hiç de zannedildiği gibi değildir. Belki bazı kimseler Gazzâlî’nin sözlerini yanlış anladığından, varlık üzerinde araştırma yapmayı ihmal etmiş ve kendilerini tembelliğe salmış olabilir. Ne var ki bugüne kadar Müslüman toplumlardan âdetullah ve sürekli yaratma fikrini kabul etmiş nice bilim adamları yetişmiş, bu görüşleri benimseyen Müslümanlar bilimde, kültürde, ekonomide başkalarının önüne geçmiş ve ihtişamlı medeniyetler kurmuşlardır. Dolayısıyla Müslümanların kabul ettiği nedensellik görüşüyle bilim yapılamayacağı ve bu görüşün onları geri bırakacağı iddiası en başta tarihî vakıalara terstir.
Öte yandan, Gazzâlî’nin ve diğer kelamcıların tabiatta gözlemlenen sebep ve sonuç arasındaki düzenli ilişkiyi inkâr ettiklerine yönelik bir ifadeleri yoktur. Esasen onlar, nedensellik ilkesini maddî, nesnel ve yatay yönüyle değil, metafizik ve dikey yönüyle değerlendirirler. Yani nedensellik ilkesinin doğasına odaklanırlar. Sebep olarak isimlendirilen varlık ve olayların, gerçek sebepler olamayacağı üzerinde dururlar. Onlara “ilel-i âdiye”, “şurût-u âdiye”, “esbâb-ı âdiye” gibi isimler verirler. Yani onlara göre sebep olarak görülen varlık ve olaylar, Cenâb-ı Hakk’ın âdet-i sübhaniyesi gereğince, bir eseri/sonucu kendileri üzerinden yarattığı sıradan şartlardır, basit vesilelerdir. Kelamcılar nedensellik ilkesini değil, nedenle sonuç arasındaki zorunluluğu reddederler. Nedensellik ilkesini maddî sebeplerle değil; âdetullah, iktiran ve halk-ı cedid (sürekli yaratma) kavramlarıyla izah ederler. Çünkü en nihayetinde sebepleri de sonuçları da ortaya çıkaran Allah’ın ilmi, iradesi ve kudretidir.
Gazzâlî’nin sadece felsefecilere ve mutezili âlimlere reddiye tarzında yazdığı ifadelerden yola çıkarak onun nedensellik ilkesine nasıl yaklaştığını anlamaya çalışmak eksik kalır. Çünkü bu tür yerlerde o, açıklamalarının merkezine Cenab-ı Hakk’ı, O’nun isim ve sıfatlarını koyar, Allah-âlem ilişkisiyle ilgili yanlış telakkileri düzeltmeye çalışır. Bunun yanında onun eserlerinde tenasüb-ü illiyet prensibine önem verdiğini ve sebeplere riayet edilmesi gerektiğini ifade eden pek çok yer vardır. Mesela o, tekvinî kanunlara riayet etmeyenlerin daha dünyada iken istisna olmaksızın ve gecikmeksizin bunun cezasını göreceklerini söyler. Hak Teâlâ’nın takdir ve tedbiri ile dünya hayatında sebep ve neticelerin birbirini çektiğini söyleyen Gazzâlî’ye göre bazı sebepler elem ve kederler hasıl ederken, bazıları da zevk ve lezzetler getirir. (Gazzâlî, İki Madnun, s. 28-29)
Yukarıdaki eleştirileri getirenler şurada haklıdırlar: Gerçekten de kâinattaki düzenliliği, nedensellik ilkesini, tenasüb-i illiyet prensibini göz ardı ederek bilim yapılamaz. Çünkü nedensellik reddedildiğinde geriye sadece rastlantısallık kalır. Aristo’dan itibaren pek çok filozofun dediği gibi, bir şeyin hakikatini bilmek sebeplerini bilmeye bağlıdır. Yani ilim elde etme imkânı sebeplerin bilgisiyle mümkün olur. Bilimsel faaliyet denilen şey de doğa olaylarının arkasındaki düzen ve mekanizmanın keşfidir. Şayet modern dönemde Batıda bilimsel bir patlama yaşandıysa, bunun altında tabiatın ve tabiat olaylarının didik didik edilmesi, sebep-sonuç münasebetlerinin doğru kavranması, tabiat yasalarının keşfedilmesi vardır. Hatta doğa bilimleri nedensellik ilkesine dayanarak icra edildiği gibi, sosyal bilimler dahi bir yere kadar sebep-sonuç münasebetlerine dayanır.
Peki, gerçekten Gazzâlî’nin ve Ehl-i Sünnet kelamcılarının nedensel ilişkilere dair getirdiği izahlar irrasyonel midir, gözlemlenen gerçekliğe ters midir, bilimsel faaliyetlere engel midir? Öncelikle, kelamcıların görüşlerine benzer görüşlerin pek çok Batılı felsefeci, ilahiyatçı ve bilim adamı tarafından da dile getirildiğini bir kere daha hatırlatalım. Önceki yazılarda kısaca bu görüşlere temas etmiştik. Şimdi “iktiran”, “âdetullah”, “sürekli yaratma”, “vesilecilik” veya “indeterminizm” gibi kavramlarla ifade edilen görüşlerin söz konusu eleştirileri ne kadar hak edip etmediğine biraz daha yakından bakalım:
İlk olarak şunun altını çizmekte fayda var: Nedensellik ilkesi etrafında kopan bu fırtınanın ve görüş ayrılıklarının öncelikli sebebi, meseleye iki farklı pencereden, iki farklı düzlemden bakılmasıdır: fizik ve metafizik penceresi. Felsefeciler ve bilim insanları neden ve sonuçları fizikî yönüyle ele almış, gözleme dayalı açıklamalar yapmış, onun yapısına ve mekanizmasına odaklanmışlardır. Kelamcılar ise sebep ve sonuçları daha çok metafizik cephesiyle ele almış, sebeplerin mahiyetini açıklamaya çalışmış, nedenselliğin doğasına ve metafizik çerçevesine odaklanmışlardır. Farklı bir ifadeyle birinciler olayların fizikî dünyadaki yatay boyutuna bakmış, yakın ve görünür sebepleri bulmaya çalışmış; ikinciler ise onların dikey boyutuyla ilgilenmiş, hakiki sebeplerini bulmaya çalışmışlardır. Birinciler açıklamalarını sadece akıl, gözlem ve tecrübeye bina ederken, ikinciler bunların yanında vahyi de referans almışlardır.
Peki, iddia edildiği gibi kelamcılar her şeyi Allah’ın yaratmasına, güç ve kuvvetine vermek suretiyle kâinattaki düzeni reddetmiş ve neden-sonuç ilişkilerini tümüyle ortadan kaldırmışlar mıdır? Üzülerek söylemek gerekirse bu yönde dile getirilen pek çok iddia vardır. Sanki kelamcılar tarafından ortaya konulan teolojik kozmoloji, bütün tabiat yasalarını iptal ediyor, nedensellik ilkesinin temeline dinamit koyuyor! Farklı bir ifadeyle sanki önümüzde birbirine zıt iki seçenek var ve biz de bunlardan birini seçmek zorundayız. Birinci seçenek, hiçbir metafizik izaha gerek duymadan varlık ve olayların deterministik ve naturalistik bir bakış açısıyla izah edilmesi. İkincisi ise bunların Allah’ın tecelli ve tasarruflarıyla meydana geldiğinin kabul edilmesi. İkinci seçenek kabul edildiği takdirde sanki akıl ve bilim dışı bir yola sapılmış oluyor.
Oysaki gerçeklik bunun dışındadır. Üçüncü bir izah da mümkündür. Bilim yapabilmek için illaki ateist olmaya, deistik bir Tanrı tasavvuruna gitmeye veya sebepleri gerçek birer fail olarak görmeye gerek yoktur. Daha önce de ifade edildiği üzere kelamcılar kainatta düzenli işleyen yasaların olduğunu, olayların belirli sebep-sonuç zincirlerine bağlı olarak cereyan ettiğini reddetmezler. Reddetmek bir yana, var olan düzen ve işleyişi Allah’ın varlığına delil sayarlar. Onlar sadece sebep-sonuç ilişkilerinin, sebep olarak görülen olayların, tabiat yasalarının yorumunda farklı bir yol tutarlar. Sebep-sonuç zinciri şeklinde devam ede gelen bu düzenli işleyişi, sonuçları ortaya çıkaran tesir ve gücü; varlığa, sebeplere, doğal kuvvetlere ve tabiat yasalarına değil, Allah’a verirler. Bu yüzden nedensellik ilkesini Kur’ân âyetlerine dayanarak “âdetullah” ve “sünnetullah” kavramlarıyla açıklarlar. Yani var olan düzenliliğin, Allah’ın bir âdeti ve ilahî bir yasası olduğunu söylerler. İmam Maturudî, bunların yanı sıra yaratmaya “hikmet” kavramıyla da yaklaşır, Allah’ın abes fiil işlemeyeceği üzerinde durur, O’nun her icraatının yerli yerinde olduğunu ifade eder. Allah’ın kâinatta hikmetsiz, manasız ve sebepsiz bir şey yaratmayacağını söyler. Dolayısıyla zorunluluğu reddeden kelamcıların tasvir ettikleri dünya; sürprizlerle dolu, her an her şeyin olabileceği, her şeyin şans eseri olarak meydana geldiği, kaosun hâkim olduğu bir dünya değildir. Bilakis düzenli ve sürekli bir akışı olan, öngörülebilir ve üzerinde bilimsel çalışmalar yapılabilir bir dünyadır. Görüldüğü üzere kelamcıların izahlarını kabul veya reddetme imanla alakalı bir konudur, bilim yapmakla ilgili değil.
Bazıları varlık ve olayların, sebeplerin eliyle değil Allah’ın yaratmasıyla vücut bulduğu ve yine O’nun ayakta tutmasıyla devam ettiği şeklindeki izahları akıl dışı bulabiliyor. Özellikle pozitivizm ve materyalizm akımları altında şekillenen modern zihin bu tür izahları kabul etmekte zorlanıyor. Bunları maddî dünyaya dair yaygın ve kabul gören anlayışa aykırı buluyor. O, yavrunun döllenmiş yumurtadan, sütün memeden, yumurtanın tavuktan, tavuğun yumurtadan, meyvenin ağaçtan, ağacın tohumdan kaynaklandığına (meydana getirildiğine) inanıyor. Ona göre görmeyi gerçekleştiren göz, işitmeyi sağlayan kulak, hazmı gerçekleştiren mide, kanı pompalayan, kalp, ısı ve ışığı yayan Güneş, gök cisimlerini belli yörüngelerde tutan da kütle çekim kuvvetidir. Çünkü gözlemleri ve alışkanlıkları ona bunları söylüyor.
Bilim de sadece olguları tespit etmekle yetinmiyor, tümevarımdan yola çıkarak -gözlemleyemese bile- olaylar arasında zorunlu bağıntılar olduğunu iddia ediyor, zahiri sebepleri bir yaratıcı gibi takdim ediyor. En nihayetinde atom ve moleküllerden oluşan ve kendileri de varlık sahnesine çıkmak için bir başka sebebe muhtaç olan cisim ve nesnelerin, bunca sanatlı, kompleks ve mükemmel neticeleri nasıl olup da yapabildiği üzerinde iman-ı nazar etmiyor. Sebeple-sonuç arasındaki zamansal ve mekânsal yakınlığa aldanıyor. Varlığın ahenkli ve düzenli işleyişinden hareketle tabiat kanunları çıkarıyor, sonra da bu düzen ve ahengi yine bu kanunlarla izah etmeye çalışıyor.
Şimdilik şu kadarını söyleyelim ki iman gözüyle bakmaksızın ve sebep olarak görülen olayların gerçekten bu sonuçları ortaya çıkarabilecek güç ve kuvveti, akıl ve şuuru olup olmadığı üzerinde derinlemesine akıl yürütmeksizin mevcut anlatıların ötesine geçebilmek hiç de kolay değil.
İşte tam bu noktada vesileciliği savunan âlimlerin yaptıkları sorgulamalar son derece önem arz ediyor. Esasında bizim maddî dünyada gözlemlediğimiz şey, iki farklı olay arasında bir korelasyonun bulunduğudur. Yani bir olayın hemen ardından diğerinin geldiğidir. Fakat sonra olanın önce olandan kaynaklandığına, bu ikisi arasında var olduğunu düşündüğümüz bağ ve ilişkiye dair bir gözlem yapamıyoruz. Çünkü nedensellikte sebep ile sonuç arasındaki bağlar, gözlemlenebilir ve duyumlanabilir nitelikler değildir. Ayrıca sebebin sonucu zorunlu kılacağına ve sonucun sebebi gerektireceğine dair, şimdiye kadar edindiğimiz gözlemlerin dışında hiçbir rasyonel ve ilmi delile sahip değiliz. Sebebin nasıl ve ne yolla sonuca etki ettiğini bilemiyoruz. Buna dair aklî zaruretler ortaya koyamıyoruz. Salt mantığımızla ne sebebe bakarak onun sonucunun ne olacağını bilebiliyoruz ne de sonuca bakarak onun nasıl bir sebepten ortaya çıkmış olabileceğini.
Bir şeyin başka bir şeyle aynı anda veya ondan önce var olması, o şey tarafından icat edildiğini göstermez. A’nın B’den önce gelmesini delil göstererek onun B’yi yaptığını söyleyemeyiz. Mesela gözlemimiz bize yanmanın, ateşe temas sırasında meydana geldiğini gösterir, onun tarafından meydana geldiğini değil. Aynı şekilde A olmadan B’nin olmaması, tek başına B’nin A tarafından yapıldığına delil olamaz. Mesela su olmadan bitkinin büyümemesi, bulut olmadan yağmurun yağmaması, su ve bulutu etkin fail yapmaz. Bilakis bunlar bitkinin büyümesi ve yağmurun yağması için Allah tarafından istihdam edilen vesilelerdir. Allah yaratma fiilini bunlar üzerinde gerçekleştirmektedir.
Tekrar edecek olursak, bize A’yı B’nin sebebi gösteren şey, bu ikisinin her zaman ardışık olarak meydana gelmesidir, yani tümevarımdır; yoksa A’da B’yi yapmak için gerekli özellikler bulmuş olmamız değildir. Bu gerçeğin farkında olan Russell şöyle der: “Güneşin yarın sabah doğması gibi en sağlam bekleyişlerimizin bile doğru çıkmasının, doğru çıkmamasından daha muhtemel olduğunu varsaydıracak bir neden yoktur.” (Russel, Batı Felsefesi Tarihi, 2/446)
Bir sonraki yazıda sebep olarak görülen varlık ve olaylara odaklanacak, bunların gerçekten sonuçları ortaya çıkaracak bir güce sahip olup olmadıklarını ele alacağız.