Yorum | Dr. Yüksel Nizamoğlu
Demokrasisi bir türlü rayına oturmayan ülkelerde seçimlerle birlikte çeşitli “hile” iddiaları gündeme gelir. Bu ülkelerde iktidar olmak, ülkenin tahakkümle yönetilmesi ve iktidarın nimetlerini hoyratça kullanmak şeklinde algılanıyorsa iktidar partisi seçim kaybetmemek için her yola başvurur.
Bu tür ülkelerde her seçim bir “beka meselesi” veya “rejimin tehlikede” olduğu propagandasıyla farklı bir zemine oturtulmaya, halk kutuplaştırılmaya ve böylece oy devşirilmeye çalışılır.
İktidar partisi seçim kazandığında “milli iradenin zaferi” olur. Seçim kaybedildiğinde ise seçimin iptaline çalışılır. Hele iktidarı kaybetme ihtimali ortaya çıkarsa iktidar partisinin seçim kazanmasını sağlayacak kanunî düzenlemeler veya diğer yollarla seçim garantiye alınır.
Sopalı Seçimler
Türk siyasetinin seçim süreci Tanzimat dönemine kadar götürülebilir. Bildiğimiz manada ilk seçimler olarak da 1876’da Abdülhamit’in Kanun-i Esasi’yi kabul etmesiyle gerçekleşen Meclis-i Mebusan seçimleri gösterilebilir. Ancak Abdülhamit’in parlamentoyu feshetmesiyle bir sonraki seçimlerin otuz yıl sonra yapılabildiği bir gerçektir.
1908’de İkinci Meşrutiyetin ilanıyla Türkiye seçimlerle yeniden tanıştı. 1908-1946 arasındaki seçimler iki dereceli olarak yapıldı ve sadece “müntehib-i sani” denilen ikinci seçmenler oy kullanabildi.
İkinci Meşrutiyet devrinin iktidar partisi İttihat ve Terakki (İTC), kendisini devletle özdeşleştirmiş ve ülkedeki her türlü muhalefeti “vatan hainliği” olarak yansıtmayı tercih etmişti.
İttihatçıların bu yaklaşımı seçimlere de damgasını vurdu ve bu dönemin seçimleri iktidar partisinin baskısı altında yapıldı. Hatta 1912 seçimleri tarihe “sopalı seçim” olarak geçti. İttihatçılar 1914 seçimlerine de karşılarında hiçbir muhalefet partisi olmadan tek başlarına girdiler.
Tek Parti Devri: Bir İleri İki Geri
Anadolu’nun işgali sürecinde 1919’da yapılan seçimler sonucunda Meclis-i Mebusan açıldı ve İstanbul’un işgali ile de yeni meclis Ankara’da devam etti. Milli Mücadele sırasında büyük bir özveriyle çalışan Meclis, yeni rejimle birlikte yol ayrımına geldi. 1923 seçimleri aynı zamanda Meclise tek parti damgasının vurulması aşamasının başlangıcıydı.
Terakkiperver Fırka’nın 1925’de kapatılmasıyla 1927 seçimlerine sadece iktidar partisi CHP girdi. Artık bütün milletvekilleri parti genel başkanı tarafından seçiliyor ve ikinci seçmenler bu listeyi onaylıyordu.
1930 yılında ise “icazetli” Serbest Fırka’nın (SCF) kurulmasıyla yerel seçimlere birden fazla parti iştirak etti. Bu seçimlerde de iktidar partisinin baskıları ve sandıklarda yapılan hileler öne çıktı. Sınırlı muhalefetine izin verilen SCF buna rağmen elli civarında belediye başkanlığı kazandı.
Seçimler sonrasında “hile iddiaları” tartışmalara neden oldu ve iktidar partisinin birkaç belediyeyi bile kaybetmeye tahammülü olmadığı anlaşıldı. Seçim esnasında SCF’nin “yankesiciler, kaçakçılar, hüviyeti belli olmayan kişiler, komünistler ve mürteciler tarafından desteklendiği” propagandası yapıldığı gibi muhalefetin kazandığı tek il merkezi olan Samsun belediye başkanı Boşnakzade Ahmet Resai Bey’e de görevden el çektirildi.
1946 “Hileli” Seçimleri
Bundan sonra 1946’ya kadar seçimler, milletvekili listelerinin onaylanmasından ibaret kaldı. Zaten “açık oy gizli tasnif” esas olduğundan seçmenlerin serbest bir şekilde oy kullanmaları mümkün değildi.
1945’de çok partili hayata geçilmesiyle birlikte kurulan ilk parti Nuri Demirağ’ın Milli Kalkınma Partisi oldu. Ancak iktidar partisi CHP ve onun lideri “Milli Şef” İnönü’nün asıl endişesi, 7 Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti’nin halk nezdinde bir karşılığı olmasıydı.
Bu durum çok partili dönemde iktidar partilerinin “hilelere kadar varacak” çeşitli yöntemlerle seçim kazanmalarının başlangıcı oldu. CHP ilk tedbir olarak DP’nin ülke çapında örgütlenmesine fırsat vermeden yerel seçimleri bir yıl önceye aldı. DP de bu durumu protesto ederek seçimlere girmedi.
İktidar partisinin genel seçimleri de bir yıl önceye almasıyla DP, bu seçimlere 64 ilin ancak 34’ünde teşkilatlanmış olarak girdi. İktidar partisi CHP’nin seçim kaybetmeye hiç niyeti yoktu ve buna göre planlar yapmıştı. Bu nedenle 1946 seçimlerine iktidarın sandık hileleri damgasını vurdu ve bu seçimler tarihe “hileli seçimler” olarak geçti. Seçimde yapılan hilelerle ilgili tartışmalar TBMM’ye de taşınarak günlerce gündemi meşgul etti.
DP’nin Çözümünden AKP’nin Çözümüne
CHP 1950 seçimlerini de rahatlıkla kazanacağını ümit ediyordu. Ancak “Yeter Söz Milletindir!” sloganıyla yola çıkan DP büyük bir başarıya imza atarak 1923-1950 arasındaki yirmi yedi yıllık tek parti iktidarını sona erdirdi.
1950’de “beyaz ihtilalle” iktidara gelen DP de iktidarı kaybetmemek için her yola başvurdu. Muhalefetteyken en çok eleştirdiği “çoğunluk sistemini” devam ettirdiği gibi seçim kazanamadığı yerler için farklı yöntemlere başvurarak Türk siyasetine yeni yöntemler öğretti.
Bunlar içinde en çok bilineni CHP’yi destekleyen Malatya’nın bölünerek Adıyaman’ın vilayet yapılması ve Osman Bölükbaşı’nın partisi Millet Partisi’ni destekleyen Kırşehir’in ilçeye çevrilerek Nevşehir’in il yapılmasıydı.
Menderes Hükümeti bu aşamada çok stratejik hareket etmiş, Malatya’yı bölerken yeni il merkezi olarak ekonomik ve demografik yönden öne çıkan ancak CHP’nin güçlü olduğu Besni yerine Adıyaman’ı il merkezi yapmıştı. Seçimlerde bunun semeresini alacak ve Malatya’da kazanamasa da Adıyaman’da seçimi kazanacaktır.
Menderes Hükümeti ayrıca belediye başkanlarına da müdahale etti. Malatya’da CHP’li belediye başkanı Muzaffer Akalın, 14 Ekim 1950’de duvarda CHP lideri İsmet İnönü’nün fotoğrafının bulunması nedeniyle “partizanlık yaptığı” gerekçesiyle görevinden alındı.
DP’nin yeni atadığı valiye göre makam odasında sadece Atatürk’ün resmi bulunabilirdi ve bu suçlama sonunda CHP’li başkanın yerine yeni bir başkan tayin edildi. Böylece milli iradenin sesi olarak tek parti iktidarına son veren DP “bir Türkiye klasiği olarak” kendisi kazanamadığında milli iradeyi hiçe sayarak sonraki dönemlerin iktidar partilerine “ilham kaynağı” oluyordu.
Merhum Menderes’in en büyük hatalarından birisi de muhalefet lideri İsmet İnönü’nün Uşak’tan başlattığı ve “Büyük Taarruz” adını verdiği siyasi gezisini engellemek için valiler vasıtasıyla provokasyonlar yaptırmasıydı.
Muhtemelen iktidarı kaybetme korkusu Menderes’i böyle bir yanlışa itmiş, “Vatan Cephesi” ile gerilen siyasi hayatın daha da gerginleşmesine yol açarak 27 Mayıs darbesinin gerekçelerinden birisini oluşturmuştu.
12 Eylül’ün Subay Belediye Başkanlarından Kayyum Başkanlara
Milli iradeyi hiçe sayan yöntemler sonraki yıllarda da devam etti. 27 Mayıs darbecileri Demokrat Partililerin siyaset yapmasını engelleyerek Türkiye’de kendi düşüncelerine uygun iktidarların seçilmesini garantiye almak istediler.
12 Eylül’ün darbeci komutanları da Demirel, Ecevit, Türkeş ve Erbakan’a “siyaset yasağı” getirdiler. Hatta 1983 seçimlerine sadece kendilerinin izin verdikleri partileri sokarak “kendi partileri” MDP’nin kazanması için gayret sarf ettiler.
12 Eylül darbecilerinin ilginç bir uygulaması da darbe sonrasında bütün belediye başkanlarını görevden alarak yerlerine “kayyum” subayları getirmeleri oldu. 1980 Eylülünden 1984 Martına kadar belediyeler “asker-kayyum” belediye başkanları tarafından yönetildi.
Yıllar sonra bir zamanların “milli irade kutsayıcısı” AKP de aynı yola başvurarak çeşitli gerekçelerle “seçilmiş” belediye başkanlarını görevden aldı ve yerlerine “partili memur kayyumları” tayin etti. İlk olarak HDP’li belediyelerden başlasa da daha sonra kendi “partili” başkanlarını bile istifa ettirerek “milli iradeyi” hiçe saydı.
Yeter ki Kaybetmeyelim!
Türk siyasi hayatında seçimlere müdahale ve hile iddialarına bakıldığında bunların kaynağının iktidar partileri olduğu görülmektedir. Türkiye’de iktidara gelen parti, çeşitli yöntemlerle bağımsız olması gereken kurumları da ele geçirmeye çalışmakta ve bundan yararlanarak seçim kaybetmemek için her yola başvurmayı “mubah” görmektedir.
Türk siyasetinin en büyük ayıplarından birisi de “seçilmiş” kişilerin çeşitli gerekçelerle görevden alınarak 1930’da Samsun’da, 1950’de Malatya’da görüldüğü gibi yerine iktidar yanlısı kişilerin tayin edilmesidir. Özellikle son dönemde karşımıza çıkan belediyelerin “kayyımlarla” yönetilmesinin demokrasi ve milli iradeyle bağdaşan bir tarafının olması mümkün değildir.
Bugün de AKP’nin kaybettiği illerdeki belediyelerle ilgili olarak izleyeceği siyaset, Türkiye’nin demokrasi ya da “tek adam-tek parti rejiminin” neresinde olduğunun ispatı olacaktır. KHK’lı belediye başkanlarının yerine ikinci sıradaki adayın kazandırılması gibi komediler devam eder ve hele KHK’lıların oy kullandığı gibi gülünç bir gerekçeyle seçim iptali yaşanırsa yeni rejimin demokrasi olmadığı tescillenecektir.
Kaynakça: İ. Safi, T. Kurşuncu, “Siyasal Partizanlığın Bir Göstergesi Olarak Seçim Hileleri ve Türkiye’de Bazı Uygulamaları”, İİSAD, S. 8, 2019; H. Çolak, 1930 Belediye Seçimleri, AÜ TİT Enstitüsü yüksek lisans tezi, Ankara, 2007; K. Olgun; “Türkiye’de 1908’den 1950’ye Genel Seçim Uygulamaları”, ATAM, S. 79.