YORUM | Dr. REŞİT HAYLAMAZ
“Haram” aylardan birisiydi.
Daha gün yeni doğmuştu ki gözleri Ebû Kubeys dağına kilitleyen bir feryat koptu; dünya adına bitik, ancak her halinden haklılık okunan birisi, vicdanı olan herkesi yanına çağırıyordu!
Belli ki her şeyini yitirmiş ve âdeta kaybedecek bir şeyi de kalmamıştı, Zebîd kabilesine mensup adamın.
Yanına ilk yaklaşan, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) amcası Zübeyr oldu ve sordu:
“Ne oldu sana, bu kadar öfkenin sebebi ne?”
Dert küpü adam konuşmaya başladı; işin vahameti, konuştukça anlaşılıyordu!
Meğer, “ödeyeceğim” vaadiyle Âs İbn-i Vâil, adamın getirdiği bütün malları almıştı ama aradan yıllar geçmesine rağmen terâküm eden borcunu bir türlü ödemiyor, ‘Bugün ödeyeceğim, yarın çözeceğim!’ diye oyalayıp duruyordu!
Belli ki ödemeyecekti.
Ödemeyeceğini anladığı günden itibaren başka kapıları da çalmıştı ama ne derdini dinleyen vardı ne de yarasına merhem olan!
Açık ve net; dolandırılmıştı!
Üstelik bu, Âs İbn-i Vâil için ilk değildi; belli ki son da olmayacaktı. Yıllar sonra, çilekeş sahâbî Hazreti Habbâb’ın da (radıyallahu anh) alacağını vermeyecek, tahsil için her yanına geldiğinde, “Muhammed’i ve dinini inkâr etmediğin sürece sana borcunu ödemem!” diye tutturacaktı.
Derler ya, can çıkmadan huy çıkmazmış!
Kendisine, şaşmaz terazinin geleceği gün hatırlatıldığında daha da şirretleşecek ve alayvârî bir üslupla Hazreti Habbâb’a, “Hani, öldükten sonra ben dirileceğim ya, sana olan borcumu o gün öderim; çünkü o gün benim birçok çocuğum ve malım olacak!” deme küstahlığında bulunacak, akıl hocası Şeytan ile aynı yolu tutup, üstüne bir de diyalektik yapacaktı.
Şüphesiz bu, semayı titretecek bir alçaklıktı ve bu hâdise üzerine o gün Cibrîl-i Emîn, herkesin kulağına küpe olması gereken şu mesajları getirdi:
“Baksana, şu âyetlerimizi inkâr edip ‘Mutlaka malım mülküm de olacak, çoluk çocuğum da olacak!’ diyen adamın haline!
Ne o, bu adam gaybı öğrenmenin yolunu mu buldu yoksa Rahmân’dan kesin bir söz mü aldı?
Asla! İşte onun bu sözünü deftere kaydedeceğiz ve azabını da artırdıkça artıracağız.
Sözünü ettiği o mal ve evlada Biz vâris olacağız, nesi var nesi yoksa Bize kalacak ve o, huzurumuza (ilk yarattığımız gibi mal ve mülkten, makam ve mevkiden hatta elbiseden bile soyunmuş olarak çırılçıplak) tek başına gelecektir.”
Şüphe yok, o gün mutlaka gelecekti ama bugünün zalimi karşısında herkes korkuyordu.
Ebû Cehil’in kankası ve Sehm oğullarının reisi Âs İbn-i Vâil’i kimse karşısına almak istemiyordu.
Amcasına gitmiş, dayısının kapısını çalmış, yandaşının kapısında sabahlamıştı ama hiçbirinden cevâb-ı sevâb bulamamıştı.
Belki de kimsenin tanımadığı bir yabancı için riske girmiyor, aralarının bozulmasını da menfaatlerinin zarar görmesini de istemiyorlardı!
Çünkü “reis” merkezli bir hayatları vardı. Menfaatlerinin zarar görmemesi için reisin orada durması ve aralarının da iyi olması gerekiyordu!
Tıpkı Firavun avenesi gibi; menfaat devşirmelerinin tek sebebi, zalim olduğu kadar aptal da olsa Firavun’un varlığına bağlıydı!
Yani, tepeye yakınlık nispetinde bir hayat standardı vardı ortada.
Hele, “yandaş” değil ise hiç tanımadıkları Zebîdli birisi için tepilir miydi bunlar?
Bütün bunların farkında olan Âs İbn-i Vâil, iki de bir başını ağrıtan bu adamı şimdi kapısından kovmuş ve borcunu da inkâr etmişti.
“Ödemeyeceğim!” diyordu!
Tek çaresi kalmıştı adamın; ‘Bir umut’ deyip bağırmak!
İşte şimdi o da bunu yapıyordu.
Benzeri çığlıkları bugün sanırım duymayanımız kalmadı. Üstelik bugünkü çığlıklar, Ebû Kubeys dağıyla da sınırlı değil; adam kameranın karşısına geçip dile gelmiş, dünyaya tur üstüne tur bindiriyor!
Sanırım, duymayan, seyretmeyen kalmadı.
Duyması gerekip de duyan var mı?
O da yok!
Hatta, yüzlerce, binlerce hâdise gösterdi ki aralarında, ayyuka çıkmış zulme “dur” diyecek aklı başında kimse de yok!
Âs İbn-i Vâil de yiyici takımı “yandaş” da sarmaş-dolaş ve yine sessiz!
O günlerin aksine başka bir sessizlik daha var; haksızlık ve zulmü görse de rahatsızlığını kimse dışa vuramıyor!
Mum tahtaya dayanmış!
Hayat belirtisi yok; insanlık ölmüş!
O gün öyle olmadı; vicdan sahibi Mekke ileri gelenleri, yaşı-başı ve Mekke’deki konumundan dolayı Abdullah İbn-i Cüd’ân’ın evinde bir araya geldiler.
Aynı zamanda Âişe Validemiz’in amcası Züheyr’in babası olan Abdullah İbn-i Cüd’ân, cömert bir insandı ve o akşam da mükellef bir sofra hazırlamıştı.
Lamı-cimi yoktu ve her şey açıktı. Üstelik bu, ilk defa da olmuyordu. Zebîdli adamın şahsında çok temel bir problemi masaya yatırdı ve enine-boyuna görüştüler.
Maya tutmuştu.
Bıçak kemiğe dayanıp zulüm ayyuka çıkınca, ehl-i insaf saf tutmuş, yeni bir ittifak kurmuştu. Bundan böyle mazlum ve mağdurun sesi duyulacak ve zalimin kapısında da olsa adalet aranacak, hak yerini bulacaktı.
Bundan böyle zulme maruz kalan herkesin muhatabı bu meclisti. Kabile gücü, şeref ve konumuna bakılmadan adil bir değerlendirme yapılacak ve zulmü yapan kim olursa olsun gidilip ondan, mazlumun hakkı talep edilecekti.
Faziletliler hareketiydi bunun adı ve aidiyetten ziyade hakkaniyet merkezli insanî bir hamleye dönüşmüştü.
Şüphesiz bu görüşmede, haksızlık karşısında “Kızım Fâtıma da…” diyecek ve “hakkı alınana kadar mazlumun yanında olduğunu ilan edecek olan Muhammedü’l-Emîn de bulunuyordu ki O (sallallahu aleyhi ve sellem), yıllar sonra bir gün, “O gün, Abdullah İbn-i Cüd’ân’ın evindeki sözleşmeye ben de şahit olmuştum; benim için o, vadi dolusu kırmızı develerden daha hayırlıdır. Vallahi de ben, böyle bir gayret için şimdi de davet alsam, tereddüt etmez ve bu davete icabet ederim.” buyuracaktı.
Şimdi sırada icraat vardı; hep birlikte Âs İbn-i Vâil’in kapısına dayanmış, Zebîdli mazlumun hakkını talep ediyorlardı.
Âs İbn-i Vâil için bu, büyük bir şoktu; karşısında Mekke ileri gelenlerini ittifak halinde gördüğünde nutku tutuldu. Uzun uzadıya bir Zebîdliye bir de onlara baktı; kaçacak yeri yoktu ve istemeyerek de olsa Zebîdli zâtın alacaklarını geri verdi.
Ne garip günlerdeyiz!
Saraydan susamlı simit devşirenlerin sessiz olması artık sıradanlaştı; normal olmayan, memleketin insafını da vicdanını da kaybetmiş olması!
Haklının hakkını istirdâd edecek, kapısına dayanıp terazi kuracak bir yürek çıkmadığına göre mesele, Ahkemü’l-Hâkimîn’e kalmış gözüküyor!
Hiç tereddüdünüz olmasın; bütün zalimler gibi sermayesi “yalan” ve “iftira”, üslubu da “diyalektik” olanların sonu da gelecek!
Hem de her şeyleri sıfırlanmış bir müflis, yalnız ve üryan olarak.
Ne diyelim?
Bir değil ki! Hangi cihetten baksanız, bir mazlumun âhı yükseliyor!
Anlaşılan, bugünkü cehaletin renk, desen ve tonu, Câhiliyye günlerinden daha koyu.
Evet, Kur’ân’ın, “Onlar gibi olmayın!” ikazıyla bahsini ettiği “ilk câhiliyye” gerilerde kaldı.
Sanırım, memleket olarak biz, haberi verilen câhiliyyenin -hem de katmerli cinsinden- “ikincisi”ni yaşıyoruz!