Yorum: Kemal Ay
Dünkü yazıyı aşağıdaki sözlerle bitirmiştim.
“Bir başka ihtimal daha var: Bu ayrımları tekrarlayan, mahalle kavgası güden ve ne olursa olsun meseleyi kimliğe indirgeyenlerin saf dışı bırakılması. Bu tribünle zor ama imkânsız değil.”
Bu ‘tribün’ meselesini önemsiyorum çünkü toplumsal dönüşümlerde bir ‘tribün etkisi’ olduğu aşikâr. Şerif Mardin yıllar evvel buna ‘mahalle baskısı’ demişti hatırlarsanız. ‘Mahalle’ ulusal yayınların, iletişim araçlarının ya da bizatihi ‘ulus’ fikrinin olmadığı dönemlerde, ‘ahaliyi’ bir arada ve bir ‘kimlik’ üzere tutmayı sağlayan bir birim. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçilirken de, pek değiştirilip dönüştürülememiş bir birim.
Zira Cumhuriyet yeterince ‘şehir’ ve Batılı anlamda bir kamusal alan içinde değerlendirilebilecek bir ‘şehir kültürü’ inşa edemedi. 1980’lere gelinceye kadar toplumun önemli bir kısmı hâlen köylerde, küçük ilçelerde yani ‘mahallelerde’ yaşıyordu. Bu sebeple İstanbul, Osmanlı’dan sonra başkent olma özelliğini yitirse de, Türkiye’nin toplumsal dokusunu etkileme gücünü asla yitirmedi çünkü gerçek anlamda tek ‘şehir’ İstanbul’du.
ŞEHİR KURAMAYINCA, KOCA BİR TAŞRAYA DÖNÜŞTÜK
Burada ‘şehir’, farklı mahallelerden, etnik ya da kültürel kökenlerden gelen, ‘mahallede’ öğrenilenleri test etme imkânına sahip olunan bir sosyal havuz. Zaten ‘kamusal alan’ dediğimiz de bu. Mahalle, kendi içindeki hiyerarşisi, kimliksel homojenliği ve ekonomik yapısı itibariyle buna müsait değildi. Burada ‘demokrasi’ diye bir şeyden söz etmenin imkânı da yoktu çünkü Avrupa’da demokrasinin varlığı ‘ulus’ fikriyle rabıtalıydı. Ortak değerleri olan, ortak bir dil geliştirebilmiş, ortak bir estetik zevkine sahip bir ‘ulus’ bütün ‘ötekilerine’ rağmen en azından bir ‘ulus kimliği’ üretebilmişti.
Şerif Mardin’e göre Cumhuriyet’in böyle bir kimlik üretmedeki başarısızlığı, mahallelerin ‘zaferiyle’ sonuçlandı. “Öğretmen, cami imamına yenildi” dediğinde kastettiği buydu Mardin’in. Cumhuriyet’in modern ulus devletlerin aygıtlarıyla, yani eğitimle, valiliklerle, yasayla ve mevzuatla tutturmaya çalıştığı Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı, yetmez hâle geldi. Peki, bu ne zaman oldu? 1980’lerde başlayıp 1990’lara uzanan bir çizgide iyice kendini belli etti çünkü aynı dönem Türkiye’de şehirleşmenin de arttığı bir zaman dilimiydi. ‘Mahalle’de büyüyen çocuklar, daha büyük oranlarda büyük şehirlere okul okumaya gidiyor ve farklı kimliklerle karşılaşma imkânı buluyordu. Şehirlilik sadece ‘devlet memurlarının’ tekelinde olan bir imtiyaz olmaktan çıkıyor, oluşmaya başlayan orta sınıf, kendi şehirlerini inşa ediyordu.
Normalde eğer, şehirlerde adamakıllı bir kültürel birikme olsaydı, taşradan şehre gelen bu yeni kitle, buradaki kamusal alanda birbiriyle karşılaşır, olgunlaşır, demokrasi kültürüne bir katkı sunardı ama böyle olmadı. Taşradaki ‘mahalleler’ şehre taşındı. Politik talepler bu yönde gelişti. 1980 öncesi Süleyman Demirel, toplumdaki dinî grupların ilgisini çekebiliyordu ancak 1990’larda Erbakan’dan aşağısı kurtarmaz olmuştu. Zira önceleri Demirel’e fit olmak zorundaydılar, güçleri yoktu. Erbakan, arkasına ‘İslamî sermaye’ alabilmişti.
TOPLUMUN CEMAATLER ARACILIĞIYLA YENİDEN TANIMLANMASI
Şehirlerde kurulan yeni ‘mahalle ağları’ cemaat yapılarının (İslamî, seküler, Alevi, Kürt… vs.) ulusal bir ölçekte kendilerini yeniden üretmelerini sağladı. Kendini bir ‘cemaate’ ait hissetmeyenler bile ‘hemşericilik’ adı altında muhafazakâr bir refleks sergiliyordu. Politika, hazırda bulunan dalgalar üzerinde yükselmeyi sever. Oy, nereden geliyorsa oraya yönelir. 1980’lerden 1990’lara geçilirken şehirlere yığılan taşra, siyasî rant devşirmek uğruna yaka paça şehrin bir öğesi olarak kabullenildi. Gecekondu mahallelerine tapu dağıtılmaya başlandı. Sosyal politikalar, ‘cemaatleşmeye’ kurban verildi.
Bu arada ülkenin ‘elitleri’ arasında da bu cemaatleşmelerin izlerini sürmek mümkün. Birçoğu aynı mahallede, semtte ya da okulda yetişen bu isimlerden bazıları Kemalist kültürü savunurken, bir kısmı daha evrensel bir eleştirel bakış geliştirerek liberal veya sosyal demokrat bir Türkiye’yi savundu. Bülent Ecevit’in danışman kadrosu, Türkiye’ye entelektüel anlamda da damga vurmuştu. Ahmet Altan’la Orhan Pamuk çocukluk arkadaşıydı. Şahin Alpay ve Hasan Cemal, eskiye dayanan dostluklara sahipti. Bu isimler birikim anlamında ülkenin gerçekten de önde gelen simaları ancak ‘cemaatleşme’, mesela medyada, kültür yayıncılığında, akademide kendini gösteren bir unsur.
Bu anlaşılabilir bir şey. Zira insanlar cemaatleri dışında çok az kişiyi tanıyıp kefil olabiliyor. Bu yönüyle mesela Şahin Alpay’ın ya da Etyen Mahçupyan’ın Zaman’da yazmayı kabul etmeleri, büyük bir adımdı. 1990’lı yıllardaki Diyalog İftarlarının ‘bir araya getirdiği’ kaymak tabaka, eğer kendi cemaatlerine bir şeyler anlatabilseydi, bu birlikteliğin önemine sahip çıksaydı, farklı bir sosyalleşme yaşıyor olabilirdik.
YASADIŞILIĞIN MÜDAHALESİ
Ancak 1990’ların renkli vitrin hayatının yanı başında ‘derin devlet’ ve 28 Şubat müdahalesi gibi unsurlar da belirdi. Madımak’ta Alevi-Sünni fay hattı ortaya çıktı. PKK’nın ve devletin sivil katliamlarıyla Kürt-Türk fay hattı belirlendi. Erbakan ve Milli Görüş çizgisinin ‘radikalleşmesi’ seküler-dindar ayrımını besledi. Kriz zamanlarında eğer ulusal bir hikâyeniz yoksa, parçalanma mukadder oluyor. Nitekim bugün Avrupa’da da ‘göçmenler’ meselesi, bu türlü bir bölünmüşlük anlatısı ile konuşuluyor ve sürekli ‘ulusal hikâyenin’ dışında tutuluyor. Bu da, ilerleyen zamanlarda kriz derinleştiğinde ya da ülkede terör saldırıları arttığında en hassas, incinebilir kesimin göçmenler olacağını gösteriyor.
Nitekim 28 Şubat’tan sonra Kemalizm kritiklerinin desteği, ‘çevre’de birikmiş enerjinin de katkısıyla, yeni bir hikâye kurulmaya çalışıldı. 2002’de AKP’nin umut olması, Avrupa Birliği’nin yeni bir ‘ülkü’ olarak belirlenmesi ve öyle ya da böyle AKP’nin toplumsal dokudaki çatlakları giderebileceğine olan inanç, bu macerayı mümkün kıldı. Şerif Mardin’in uyarısı tam da bu zamanda gelen müthiş yerinde bir uyarıydı. Ruşen Çakır’la röportajında yaptığı bu uyarıyı daha sonra etraflı şekilde açtı. AKP’nin kendi mahallesine mağlup olma ihtimaliydi Mardin’i korkutan ki nihayet Erdoğan’ın politikaları, herkesi kendi mahallesine tıktı.
Kısa sürede tribünler oluştu ve mahalleler arası işbirliği yapan kesimler ‘cadı’ ilan edildi. Seküler mahalle Yetmez Ama Evet’çileri dövüyor, dindar mahalle ise Cemaat’i yok etmeye çalışıyor. Liberaller zaten ‘dindar mahalle’ için fazla yozlaşmıştı. Cemaat’in seküler mahallede zaten ‘alıcısı’ yoktu. Ortadan ikiye bölünmüş görünse de aslında iki yüzde 50’nin de iç kavgaları mevcut.