M. NEDİM HAZAR | YORUM
“İnsanların en kötüsü, kötülüğü eğlence için yapanlardır.”
Francis Bacon
Önce çok genel bir tespit ile başlayalım…
Aslında ülkeler ve film şirketlerinin genellikle tercih ettikleri türler vardır. Mesela bir dönemin Yeşilçam’ında komedi filmi denildiğinde Arzu film, arabesk film denildiğinde ise Erler, Emek, Mine film gibi şirketleri sayabiliriz. Hollywood için de bu durum ziyadesiyle böyledir. Universal korku filmlerinin merkeziydi bir dönem. Bugünlerde olmayan ama vaktiyle 5 büyük şirketten biri olan RKO ise film noir konusunda uzmandı. MGM’nin müzikalleri ve Disney’in animasyonları vardı misal. Günümüzde ise buna Blumhouse’u gösterebiliriz. Diyebiliriz ki, yılda çekilen korku filmlerinin yarısını bu şirket çekmektedir.
Bu minvalde ele aldığımızda Netflix platformu için günümüz dünya sinemasının belgesel filmlerin merkezi demek mümkündür. Elbette pek çok drama ve seri filme de yapımcı olarak imza atmaktadır ama Netflix’i benzersiz kılan şey yaptırdığı belgesellerdir.
İki katıksız kötü, iki katıksız sefil müptezelin (her ikisi de ölmüş maalesef -birinin ölümü şüpheli bulunsa da- ve kötülerin ölüsünün arkasından konuşmanın sakıncası yoktur) hayatını ve haklarında açılan davaları ele alan iki yazı kaleme almıştık. (Yazı1 Yazı2)
Jeffrey Epstein: Filthy Rich / Jeffrey Epstein: İğrenç Zengin ve Jimmy Savile: A British Horror Story/ Jimmy Savile: İngiliz Korku Hikayesi isimli belgeseller 2020 ve 2022 yıllarında yapıldı. Her iki belgesel de Netflix için çekildi.
Bugünkü yazıda bu iki belgeselden yola çıkarak bahsi geçen bu iki tuhaf ve kötülerin kötüsü sapık adamları analiz edip, meseleyi kapatacağız.
Sinema derslerimize başlamadan önce şu klasik girişi hep yaparız. Sanat ne anlattığınızdan çok nasıl anlattığınızla ilgili bir şeydir. Hele de mevzu sinema ise. Sınırı, kısıtlaması, kırmızı çizgisi yoktur. Ancak bütün mesele gelip, “Nasıl anlatılmış?” mevzusunda durur.
Bahsi geçen Netflix belgesellerinin konuları “hepsi hayatta kalanlar” olarak tanımlanmış. Belgeseller ile ilgili söylenecek ilk şey şüphesiz neredeyse tamamı kadın olan (pek çoğu çocuk, hatta bebek bile var) bu kahraman kadınlar, Jeffrey Epstein ve Jimmy Savile tarafından tecavüze uğradıkları, kötüye kullanıldıkları ve fuhşa sürüklendikleri zamanları anlatmak için ileri çıkmaktadırlar. İfadeleri yürek burkucudur ve her biri, hayatlarının en kötü günleri hakkında kamera karşısına geçip konuşarak cesaret göstermektedir. Bu tartışılmaz bir gerçek.
Belgeselleri teker teker ele alalım. Öncelik tarihsel sıralamaya da göre Jeffrey Epstein belgeseli.
Evet, biraz önce belirttiğimiz gibi Epstein belgeselinin en önemli unsuru mağdur kadınlar. Ancak, yalnızca cesaretleri “Jeffrey Epstein: İğrenç Zengin” belgeselini başarılı bir eser haline getirmiyor. Eğer bir şey varsa, belgesel, onların tanıklıklarını kötü film yapımı ve bağlam eksikliği veya Epstein’ın bir kişinin ifadesiyle “Taciz Piramidi Şeması”nı nasıl sürdürdüğü konusuna gerçekten derinlemesine inme girişimi olmadan bırakıyor.
Ne yazık ki bu belgesel, konusunun yüzeyini zar zor kazıyor, enerjisini Epstein’ı savunmak/suçlamak için hukuki stratejiler ve önceki kişisel hikayeler arasında değiştiriyor. Sonunda, ‘Jeffrey Epstein: İğrenç Zengin’den dehşet verici detaylar dışında bir şey öğrenemiyor izleyici. İnsan hikayelerini, Epstein’ı kimin desteklediği ve bir canavarın neredeyse suçlarını alenen işlemesine izin veren bir toplum oluşturulduğunun genel çerçevesine dahil eden bir dram filmi yapılabilir elbette. Ancak bu belgesel o film değil maalesef.
Yönetmen Lisa Bryant, (ki usta bir belgeselci kadındır) daha önceki yapımlar olan Michael Jackson’un tacizlerinin işlendiği “Leaving Neverland” veya ülkemizde pek bilinmeyen bir başka Amerikalı şarkıcı, söz yazarı, yapımcı Robert Sylvester Kelly’nin kepazeliklerinin işlendiği “Surviving R. Kelly”e benzer bir yaklaşım benimsiyor ve hayatta kalanların, çok sık odak noktası suçlu olan haber hikayelerinden kendi anlatılarını geri almalarına izin veriyor.
Üç bölümden oluşan belgeselde tam üç saat boyunca, ardı ardına acımasız kötülük hikayeleri izliyoruz. Bu kadınlar, Epstein ve suç ortağı Ghislaine Maxwell’in ağına girdiklerinde sadece çocuk ve Maxwell burada, yeni kurbanları Kont Drakula’sına getiren bir Renfield misali bir işlev görüyor. Kurban kızları asistan veya masöz olarak işe alıyor ve sonra taciz, tecavüz ve teşne etmek geliyor. Epstein ve Maxwell, her yeni kurbanlarına daha yeni kurban getirmeleri için baskı uyguluyor ve genellikle bunu başarıyorlar da. Ve son aşama ise, susturmak için yapılan zorbalıklar.
Teknik olarak baktığımızda ise “Jeffrey Epstein: İğrenç Zengin”, zaman çizelgesinde ileri geri atlıyor, bu atlayış esnasında gittiği her noktada sıklıkla Epstein için yapılan itiraflara başvuruyor. Ve maalesef bu itirafların bazıları gerçekten tahammül edilemeyecek iğrençlikler barındırıyor. Yönetmen Bryant, “ne kadar iğrençlik o kadar etki” formülünü kullanıyor ama bu durum hem hakikati zedeliyor hem de filmin düzeyini aşağıya çekiyor.
Yine küçük bir parantez açarak bir kavrama dikkatinizi çekmek istiyorum.
ABD Anayasası’nın meşhur bir Beşinci ek maddesi vardır. Bu madde özel bir hukuki bağlamı ifade ediyor şöyle ki:
Bu madde, diğer şeylerin yanı sıra, bir kişiye kendini suçlamaktan kaçınmak için hukuki bir süreç (örneğin bir ifade) sırasında soruları cevaplamayı reddetme hakkı veriyor. Malum; bir ifadede, kişi mahkeme dışında yeminli bir tanıklık yaparken bireylere hukuki bir dava ile ilgili çeşitli sorular sorulur. İşte tam bu anda bir kişi Beşinci Madde’yi öne sürerse, cevaplarını kendilerini suçlayabileceği potansiyeli olduğu için bir soruyu cevaplamamayı tercih ediyor demektir. Dolayısıyla, “Bu, onun ifade sırasında Beşinci Maddeyi öne sürmediği nadir sorulardan biridir.” denildiğinde, ifade sırasında sorulan pek çok sorudan sadece birkaçına bireyin Beşinci Ek Madde hakkını kullanmadan cevap vermemeyi tercih ettiği anlamına gelir. Bu, bireyin çoğu soru için susma hakkını kullandığını, ancak bu belirli soruya cevap vermeyi seçtiğini gösterir.
Epstein davasında bu Beşinci Madde çok sık kullanılmıştır. Dolayısıyla belgeselde de ara sıra geçmektedir.
Epstein sorgusunda neredeyse her seferinde Beşinci Değişiklik haklarını ileri sürmüş, hatta savcılar onun altını oymaya çalışırken giderek sinir bozucu sorular sormuştur, ki belgesel bunları filtresiz bir şekilde ele alıyor. Bence bu sanat sınırlarının oldukça dışında bir tercihtir.
Belgeselin kronolojide ileri geri kayarak anlatımı tercih etmesi oldukça dağınık yaşam öyküsü yaklaşıma sebep oluyor. Evet, Epstein’ın hayatının erken dönemlerinde söylediği yalanlar hakkında bazı detaylar oluyor, ancak bu üstünkörü kuş uçuşu oldukça afaki bir bakış açısına sebep oluyor.
En ilginç röportajlardan biri, Epstein’ın reşit olmayan kızları götürdüğü ünlü adasında çalışan bir adamdan geliyor ama nedense belgesel tam bu noktada keskin bir fren mekanizması devreye sokuyor.
Morbid ( Sinemada, “morbid” terimi genellikle korku, gerilim ve gizem türlerindeki filmlere deniyor) meraklılar için, ünlü Epstein arkadaşları Donald Trump, Bill Clinton, Harvey Weinstein ve Prens Andrew gibi pek çok ünlüden bahsediliyor, konunun açılmasını beklerken belgesel nedense bu isimlerin geçtiği alanlarda hayli naif ve hırpalamadan yol alıyor.
Bu dünyada canavarlar var, ancak azı Epstein kadar kendi canavarlığını bu kadar pervasızca yerine getirmesine maalesef sistemin izin verdiğini göstermesi açısından önemli bir belgesel. Kolektif bir kötülüğün uğursuz bir canavarının portresi aslında anlatılan.
Bir canavar “Postüm”ü!
“İnsanları anlamıyorum. Yabancılar girmesin diye kapılarını kilitliyorlar, sonra da televizyonu açıyorlar!” demişti filozoflardan biri…
TV şovmeni Jimmy Savile’in hikayesi tam da bu. TV sayesinde insanların en mahrem odalarına kadar giren sapık bir canavarın on yıllar boyu gizli kalmış bir korku hikayesi.
Netflix’in 2022’de yayınladığı “Jimmy Savile: A British Horror Story” adlı belgesel, “ulusal şaklaban” olarak özellikle çocukların gözünde kahramanlaştırılan Jimmy Savile’in hayatı ve işlediği suçlar üzerine yoğunlaşan iki bölümlük bir çalışma.
Önce size bir kavramdan bahsedeceğim: Persona…
Persona, sinemada ya da genel olarak anlatı sanatlarında, bir karakterin dış dünyaya gösterdiği yüz veya karakteri ifade ediyor. Kavramı, genellikle karakterin gerçek hislerini, düşüncelerini veya kimliğini gizlemek için sergilediği bir maske ya da rol olarak düşünülebilirsiniz. Karakterin iç dünyası ile dış dünyadaki temsili arasındaki bu fark, karakter gelişimini ve hikaye anlatımını derinleştiren zengin bir katman oluşturmakta sıklıkla kullanılır.
Persona kavramı, karakterlerin sosyal maskelerini, yani toplum içinde nasıl algılandıklarını ve diğer karakterlerle nasıl etkileşime girdiklerini anlamamıza yardımcı olur. Bu kavram, özellikle psikolojik dramalar, karakter merkezli hikayeler ve derin karakter incelemeleri içeren filmler için hayli önemlidir.
Persona, ayrıca, bir aktörün veya sanatçının, kamuoyu önündeki imajı ya da karakteri ile özel hayatındaki gerçek kişiliği arasındaki farkı tanımlamak için de kullanılıyor. Sinema ve tiyatroda karakter ve gerçek kişilik arasındaki bu ayrım, hikayenin ve performansın daha derin bir analizine de imkan tanıyor.
Netflix’in bu belgeseli, Savile’in kamuoyu personasına, suçlarından nasıl kaçındığına ve ölümünden sonra nasıl “posthum/Postüm” olarak ifşa edildiğine odaklanıyor.
Posthumous ya da kısaltılmış olarak kullanımı ile Posthum (Türkçe’de genellikle Postüm olarak kullanılır) bir kişinin ölümünden sonra gerçekleşen veya yayınlanan olaylar, eserler veya etkinlikler için kullanılan bir terim.
Belgeselde, bu bağlamda Savile’in Posthumuna yöneliyor ve kurbanlarından birinin çok etkileyici tanıklığına yer verilmesiyle başlıyor. Bu tanıklıkta, Savile tarafından henüz bir çocukken defalarca tacize uğrayan bir kadının yaşadıkları anlatılıyor. Belgesel, bu anlarda sade ve etkili bir şekilde gerçekleri sunarken, kurbanın konuşmasına, yorum yapmaktan mümkün mertebe kaçınarak yer veriyor..
Belgesel, Epstein belgeselinin aksine bir tutum içerisine girerek Savile’in suçlarının ve bunların örtbas edilmesinin karmaşık ve geniş çaplı perspektifini de cesaretle oluşturuyor. Üstelik Kraliyet ailesini tedirgin etmeyi göze alarak yapıyor bunu. Ancak burada bir tür yetkinlik ve yeterlilik devreye giriyor. Maalesef belgesel ekibi bahsini ettiğimiz mayınlı alanda koşturabilecek donanım ve tecrübeye sahip olmadığını açıkça ortaya koyuyor belgesel.
Savile’in yaşadığı o iğrenç hayatı sağlayan arkadaşları, iş arkadaşları ve medya figürler elbette eleştiriliyor fakat bunlar yeterince sorgulanmayıp, üstün körü geçiliyor. .
Bununla birlikte, kendi gerçekliğini zedeleyecek bazı zaaflara da sahip bir belgesel var karşımızda. Yapım bazı zamanlarda çarpıcı olmak adına dokümanter sınırlarından çıkıp dökü/dramanın abartılı vadisine iniveriyor. İtirafların tekrar canlandırılmaya çalışılması, röportajların altına konulan abartılı müzikler vs.
Toparlayacak olursak “Jimmy Savile: A British Horror Story”, izleyicileri Savile’in karanlık ve trajik dünyasıyla yüzleştiriyor elbette, ancak aynı zamanda modern gerçek suç belgesellerinin bazı sorunlu yönlerini de yansıtıyor. Bu belgesel, Savile’in suçlarının ve bu suçların örtbas edilmesinin karmaşık doğasını anlamak isteyen izleyiciler için önemli bir kaynak olabilir, ancak aynı zamanda bu tür içeriklerin etik ve estetik zorluklarını da gözler önüne seriyor.
Bu arada iki canavar sapığın hikayesini mezceden bir çalışma olan Elit Yırtıcılar’ı da tavsiye ederim.