AV. NURULLAH ALBAYRAK | YORUM
Tüm okurların Ramazan Bayramı’nı içtenlikle kutluyorum. Umarım herkes sevdikleriyle birlikte huzur ve sağlık içinde bir bayram geçirir. Ancak hepimizin bildiği gibi bayramlar toplumun tamamı için huzur, güven ve adaletin varlığıyla taçlanır. Ne yazık ki bugün, ülkemizin pek çok yerinde insanlar, hukuk dışı uygulamaların, haksız cezaların ve siyasi yargılamaların gölgesinde bayramı yaşıyor. Bayramlar, kutlanacak bir gün olduğu kadar; daha adil, daha özgür bir gelecek için mücadele azmimizi tazelememiz gereken bir gün olarak da görülmelidir.
Bu kapsamda önceki yazıda, Ceza Muhakemesi Kanunu’nda yapılan bazı temel değişiklikleri incelemiş ve bu düzenlemelerin, Erdoğan iktidarının hukuku kendi siyasal ihtiyaçlarına göre nasıl araçsallaştırdığını göstermiştik. Ancak CMK’daki dönüşüm, yalnızca birkaç maddeyle sınırlı değil. Bu yazıda, iletişimin dinlenmesinden teknik takibe, tutukluluk incelemesinden iddianamenin okunmasına kadar birçok kritik alanda yapılan değişikliklerin nasıl bir stratejinin parçası olduğunu ve bu araçların zamanla nasıl muhalefeti baskılamanın rutin yöntemlerine dönüştürüldüğünü aktaracağım…
6526 sayılı Kanun’la 2014 yılında CMK’nın 134. maddesinde yapılan değişiklikle, dijital verilere el koyma işlemleri için “somut delillere dayanan kuvvetli şüphe” şartı getirilmişti. Bu düzenleme yolsuzluk soruşturmalarının soruşturulmasını zorlaştırmaya yönelikti. Ancak 2018’de çıkarılan 7145 sayılı Kanun ile bu defa aynı madde ters yönde değiştirildi; hâkim kararı şartı yumuşatıldı, gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde Cumhuriyet savcısına da yetki tanındı. Böylece, 2014’te iktidarı korumak için delil standardı yükseltilmişken, 2018’de muhaliflere yönelik yürütülen soruşturmalarda dijital verilerin daha kolay toplanabilmesi için hukukî güvenceler geri plana itildi.
CMK 135. maddeye dair yapılan peş peşe değişiklikler de, bu siyasi manipülasyonun en açık örneklerinden biridir. 6526 sayılı Kanun’la Şubat 2014’te yapılan ilk değişiklik, iletişimin tespiti ve dinlenmesine dair süreleri kısaltmış, somut delile dayalı kuvvetli şüphe ve oybirliğiyle karar şartı getirerek uygulamayı güçleştirmişti. Ayrıca ‘suç işlemek amacıyla örgüt kurma suçu’ da kapsamdan çıkarılmıştı.
Bu “güvence” hamlesinin ardında yolsuzluk iddiaları kapsamında Erdoğan ailesine yönelik delil oluşturulmasını engelleme amacı vardı. Ancak aynı madde, 2014 Aralık’ta yani 9 ay sonra çıkarılan 6572 sayılı Kanun’la yeniden genişletildi; ‘devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak’ ve ‘Anayasal düzene karşı suçlar’ da eklenerek kapsama alınan suçlar artırıldı, iletişim tespiti yolları çeşitlendirildi. Nihayet 2016’daki 6763 sayılı Kanun’la, oybirliği şartı tamamen kaldırıldı, hâkim onayı şartı da esnetilerek savcılara doğrudan karar alma yetkisi tanındı. Dahası ‘suç işlemek amacıyla örgüt kurma suçu’ tekrar kapsam içine alındı. Bu yetki değişimi, 15 Temmuz sonrası yargının büyük ölçüde AKP’ye sadık kadrolarla doldurulmasının ardından muhaliflere yönelik dinleme operasyonlarını hızlandırmaya ve kolaylaştırmaya hizmet etti. Böylece, aynı madde üç yılda üç kez değiştirildi; önce “kısıtlama” adı altında iktidarı korumaya yönelik bir zırh getirildi, sonra ise “güvenlik” ve “terörle mücadele” gerekçesiyle muhalefete karşı esnetildi.
CMK 135’te olduğu gibi, 139. maddede yapılan değişiklikler de Erdoğan iktidarının “önce daralt, sonra genişlet” taktiğinin tipik bir yansımasıdır. 2014’te çıkarılan 6526 sayılı Kanun ile gizli soruşturmacı görevlendirilmesine ciddi sınırlamalar getirilmiş; bu uygulama için oybirliği ve somut delillere dayanan kuvvetli şüphe şartı getirilerek yargı denetimi artırılmıştı. Ayrıca maddeye “Suçla bağlantılı olmayan kişisel bilgiler derhâl yok edilir.” ibaresi eklenmişti. Görünüşte “hak ve özgürlükleri koruma” adına atılan bu adımın arkasında yine yolsuzluk soruşturmalarına karşı alınmış önlemler vardı. Ancak aynı iktidar, 15 Temmuz sonrası kurduğu yeni yargı düzeninde bu sınırlamalardan hızla geri adım attı. 6763 sayılı Kanun’la 2016’da yapılan değişiklikle, oybirliği şartı kaldırıldı ve gizli soruşturmacı görevlendirme yetkisi tek bir hâkime bırakıldı. Dahası, daha önce eklenen “Suçla bağlantılı olmayan kişisel bilgiler derhâl yok edilir.” ibaresi de kaldırıldı. Ayrıca bu tedbirin uygulanabileceği suçlar da genişletildi. Böylece Erdoğan, önce kendi çevresine yönelik olası delil toplama süreçlerini tıkadı, ardından muhalefet üzerinde baskı kurmak için aynı araçları çok daha esnek hâle getirdi.
6526 sayılı Kanun’la CMK’nın 140. maddesinde yapılan değişiklikler ise, teknik izleme tedbirlerine ciddi yargı denetimi getirmişti. Bu düzenleme ile oybirliği şartı, somut delile dayalı kuvvetli şüphe kriteri ve süre sınırı getirilerek, keyfi ve yaygın izlemelerin önüne geçileceği iddia edilmişti. Ayrıca ‘suç işlemek amacıyla örgüt kurma suçu’ kapsam dışına çıkarıldı. Ancak bu “hak temelli” görünümün arka planında, yine yolsuzluk soruşturmaları kapsamında hükümete yönelik teknik takiplerin önünü kesme amacı yatıyordu. İktidar, bu düzenlemeyle hem geçmişteki kayıtları itibarsızlaştırmak hem de gelecekte kendisine yönelik teknik delil elde edilmesini zorlaştırmak istiyordu.
Ne var ki, Kasım 2014’te aynı maddenin kapsamı ‘devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak’ ve ‘Anayasal düzene karşı suçlar’ da eklenerek genişletildi.15 Temmuz sonrasında da 6572 sayılı Kanun ile bu tedbir yeniden iktidarın eline esnek bir baskı aracı olarak geri döndü. 6763 sayılı Kanun’la 2016’da yapılan değişiklikle, teknik izleme kararının artık acil durumlarda savcılarca da verilebileceği düzenlendi ve oybirliği şartı fiilen işlevsiz hâle getirildi. Ayrıca ‘suç işlemek amacıyla örgüt kurma suçu’ tekrar kapsam içine alındı. Böylece, bir yandan bireysel özgürlükler adına başlatılan sınırlamalar kaldırıldı, diğer yandan bu yetkiler muhalefeti gözetlemek ve baskılamak için yeniden devreye sokuldu.
Yine, 2014 tarihli 6526 sayılı Kanun’la CMK’nın 161. maddesinde yapılan değişiklikle, kamu görevlileri ile ilgili olarak Türk Ceza Kanunu’nun 302 ila 316. maddeleri arasında yer alan “anayasal düzene karşı suçlar” bakımından Cumhuriyet savcılarına doğrudan soruşturma yapma yetkisi verildi. Görünürde soruşturma etkinliğini artırmak olarak sunulan bu düzenleme, aslında yolsuzluk soruşturmalarını yürüten kolluk ve yargı mensuplarını “darbe teşebbüsü” suçlamasıyla hedef almak için zemin oluşturdu. Böylece iktidar, yolsuzluğu ortaya çıkaranları anayasal düzeni bozmakla suçlayarak, soruşturmacı konumdan sanık konumuna düşürmenin önünü açtı.
2016 yılında çıkarılan 6763 sayılı Kanun’la CMK’nın 105. maddesinde yapılan değişiklik, tutukluluk haline yönelik yapılan itirazların incelenme süresini “örgüt faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlar” bakımından yedi güne çıkardı. Bu düzenleme de 15 Temmuz sonrasında muhalefeti susturmak amacıyla başlatılan yargı operasyonlarının bir parçasıydı. Sürenin uzatılması, özellikle keyfi tutuklamaların yaygınlaştığı bu dönemde, adil yargılanma hakkı ve etkili başvuru yolları açısından ciddi bir geri adım anlamına geliyordu.
2016 yılında çıkarılan 6763 sayılı Kanun’la, CMK’nın 248. maddesinde yapılan değişiklik, daha önce yalnızca mahkeme kararına bağlı olarak yürütülen koruma tedbirlerine ilişkin ilân sürecine sulh ceza hâkimlerinin de karar verebilmesini mümkün kılmıştır. Bu değişiklik, görünüşte “yargı sürecini hızlandırma” amacıyla yapılmış gibi sunulsa da, pratikte koruma tedbirlerine (özellikle el koyma gibi mülkiyet hakkını doğrudan etkileyen işlemlere) erişimi kolaylaştırarak keyfiliğin önünü açmıştır.
Yine 2016 yılında çıkarılan 6763 sayılı Kanun’la, CMK’nın 202. maddesinde yapılan değişiklik, duruşmalarda sanık ve müdafi huzurunda iddianamenin “okunması” zorunluluğunu kaldırarak, sadece “anlatılmasını” yeterli hale getirmiştir. Bu düzenleme, yüzeyde “usul ekonomisi” ve “yargılamanın hızlandırılması” gibi gerekçelerle savunulsa da, özellikle siyasi nitelikli davalarda savunma hakkını ciddi biçimde sınırlayan sonuçlar doğurmuştur. Zira iddianamelerin yazılı haliyle okunması yerine, anlatımla özetlenmesi; hakimin veya savcının yorumu ve takdirine dayalı, seçmeli bir aktarımı meşrulaştırmıştır. Bu da, özellikle iddianamenin absürtlüğü ya da siyasi yönlendirmelerle hazırlandığı durumlarda, bu gerçekliğin duruşma salonunda açığa çıkmasının önüne geçilmesi anlamına geliyor.
Erdoğan iktidarının yargıyı dizayn etme çabaları elbette bu örneklerle sınırlı değil. Bir sonraki yazıda bu stratejinin kurumsal yapılarda nasıl uygulandığını anlatacağım.