YORUM | REŞİT HAYLAMAZ
Kulaktan kulağa dolaşan bir üstûre var; neymiş, Hazreti Ömer (radıyallahu anh) kızını öldürmüşmüş! Câhiliyye’ye ait eski günlerinden birisini hatırladığında taaccüple güler, diğeri aklına geldiğinde ise hicranla ağlarmış! Taaccüple güldüğü, put şeklinde yaptıkları yiyeceklerini acıkınca yemeleri, hicranla ağladığı ise kızını öldürmesiymiş!
Yalan; hem de en kuyruklusundan!
Böyle bir bilgi, “kaynak” hüviyetindeki hadîs, siyer ve tarih gibi muteber kitapların hiçbirisinde yok.
Var olduğu ileri sürülen kitap veya kitapların hepsi Şia patentli.
Şia’nın Hazreti Ömer’e bakışı ise müsellem; onlara göre Hazreti Ömer’in katili kahraman, şehîd edildiği gün de bayram!
Yalana kurulu bir sistemin bunu tekrarlayıp durması normal; acı olan, ustaca kurgulanan bu yalanın bizim dünyada da müşteri bulması, zaman zaman cami kürsülerini bile kirletebiliyor olması.
Evet, Câhiliyye günlerinde kız çocuklarının öldürüldüğü doğru. Bunu, farklı yerlerinde Kur’ân da haber veriyor ve o günkü sosyal baskıyı anlatırken, şöyle bir tablo resmediyor bize:
“Onlardan birisine, ‘Kız çocuğun oldu!’ müjdesi verildiğinde, öfke ve üzüntüsünden yüzü kaskatı, mosmor kesilir ve müjdelendiği bu kötü haberin etkisiyle utanıp, eş ve dostundan saklanmaya çalışırdı. Başına bu hal geldiğine göre şimdi ne yapacağını düşünmekteydi; hor, hakir ve itilip kakılan bir belâ olarak hayatta mı bıraksın, yoksa onu toprağa mı gömsün! Dikkat ediniz; ne kötü hükmediyor ve yanlış karar veriyorlardı!”
Hatta, yine farklı yerlerinde Kur’ân, açlık endişesiyle o gün, erkek çocukların da öldürüldüğünü haber veriyor bize.
Bunları anlatırken Kur’ân, “Öz çocuklarını bile öldürecek kadar alçalmışlardı!” dercesine bir durum tespiti yapıyor ve öncesinde yaşanan olumsuz bir kareyi, İslâm’ın kıymetini tescil adına ve Kelâm-ı İlâhî ile ebedileştiriyor!
Yukarıda mealini zikrettiğimiz âyet indikten sonra Habîb-i Zîşân Hazretleri’nin yanına “birisi”nin geldiğini anlatıyor kaynaklar; önce, “Bizler, Câhiliyye döneminin insanlarıyız; kendi elimizle yapageldiğimiz putlara tapan ve kızlarımızı öldüren kişileriz biz!” demiş ve ardından şöyle devam etmişti:
“Benim de bir kızım vardı, Yâ Resûlallah! Cehâlete ait bu baskılara dayanamadım ve bir gün, kızımı yanıma ben de çağırdım. Koşarak geldi; çağırıp onunla ilgilenmemden o kadar mutlu olmuştu ki! Elinden tuttum ve uzaklarda bildiğim bir kuyunun yanına götürdüm onu. Eli avuçlarımın içinde olduğu halde kuyunun kenarında otururken, birden arkasından vurdum ve onu kuyuya itiverdim. Aşağıya düşerken bile kuyudan, “Babacığım! Babacığım!” diyen sesi yükseliyordu!”
Çok acı bir tabloydu bu ve dünyanın en rakîk kalbinin sahibi Resûl-ü Kibriyâ Hazretlerini de rikkate getirmiş, ağlatmıştı. O kadar ağlamıştı ki gözyaşlarıyla mübarek sakalı ıslanmıştı. O’nun bu kadar hüzünlendiğini gören ve üzüntüsüne yüreği dayanmayan bir başka sahâbî kalktı ve hâdiseyi anlatan adama, “Ne yaptın sen, dedi. “Neden Resûlullah’ı hüzünlendirip ağlattın!”
Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), aynı kanaatte değildi. Güzel bir duyarlılık olsa da ortada tedavi edilmesi gereken bir durum vardı; mübarek eliyle işaret ederek, “Bırak onu!” buyurdu ve ilave etti:
“Zira o, geçmişinde yaşadığı önemli bir yanlışı sorguluyor!”
İtab görüp azar işiteceğini düşündüğü yerden gördüğü bu olağan üstü şefkat, adamı da rahatlatmıştı. Ancak Resûlullah’ın bir talebi vardı; adama döndü ve “Yaşadıklarını Bana bir kez daha anlatır mısın!” dedi.
Bunun üzerine adam, yeniden anlatmaya başladı. Doğal olarak Huzur’un hüznü artmış, rikkat de tavan yapmıştı! Gözyaşını silip duygularını bastıran Fahr-i Âlem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Şüphesiz ki Allah (celle celâlühû), bugününüzün hakkını vererek O’na kul olduğunuz sürece, Câhiliyye döneminde yaptıklarınızı orada bırakır!” buyurdu ve adama dönerek, “Haydi, dedi. “Şimdi, her şeye yeniden başla!”
Peki, “Bunun konumuzla ne alakası var?” diyebilirsiniz.
Var. Zira sözünü ettiğimiz âyet geldiği gün Hazreti Ömer (radıyallahu anh) henüz Müslüman olmamıştı ki “adam” olarak ifade edilen kişi O (radıyallahu anh) olsun!
Ayrıca burada, “adam” olarak ifade edilen kişinin kim olduğunu, o günü yaşayan herkes biliyordu ama ismini söylemediler. Şüphesiz ki bu, Resûlullah’ın terbiyesinden geçmiş cemaate ait müthiş bir hassasiyetti ve sadece bu olayla da sınırlı değildi. Mesela, Uhud’un seyrini değiştiren içtihadın sahibi kırk kişinin kimler olduğunu Sahâbe de biliyordu; savaşın bittiğine hükmetmiş ve “okçular tepesi”ni terk ederek fırsat bekleyenlere alan açmışlardı! Ama hiç söylemediler! Zira, affedeni affetmek, setredeni setretmek, ilâhî ahlâkın bir tezahürü idi; rehber olarak aynı hassasiyeti, Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) üzerinde ve hem de kemal noktasında görüp duruyorlardı. Dolayısıyla onlar, zamanın behresinde böyle bir yanlışlığı yapan o insanı tanıdıkları halde sonrakilere ismini söylemedi ve zihinlerde olumsuz bir isim olarak yerleşmesinin önüne geçtiler!
Burada sorulması gereken soru şu: Herkesin duyarlı olduğu konuda Hazreti Ömer gibi en önlerdeki birisi ve üstelik duyarlılığı, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından “Sizden önceki ümmetler arasında ilhama açık feraset sahibi insanlar vardı; şayet ümmetim arasında aynı çizgide birisi varsa, şüphesiz o Ömer’dir!” şeklinde tescil edilmiş birisi neden kendine ait bir kusuru söyleyip herkesi şahit tutsun?
Öte yandan, kız çocuğunu öldürme adetinin ne zaman başladığı ve bunu, hangi sebeple kimlerin başlattığı, bu uygulamanın hangi kabile ile başlayıp hangi kabileler tarafından kabul gördüğü, toplamda ne kadar kız çocuğunun öldürüldüğü, hatta öldürmek üzere iken babasının elinden kaç tane kız çocuğunu kimlerin kurtardığı ana hatlarıyla bellidir. Savaş sonrasında esir alınan kızlarını kurtarmak üzere masaya oturan kabile reisi, karşı tarafla anlaşıp onları teslim almaya geldiğinde kızları buna rıza göstermeyip esir alındıkları yerde kalmayı tercih ettiklerinde bunu ihanet olarak algılayan ve küplere binen adam, bundan sonra doğan çocukları arasında kız olursa, hepsini öldüreceğine dair ahdetmiş ve dediğini yapmış, ardı ardına 10 tane kızını öldürmüştü. O günkü telakkilere göre reislerini sorgusuz takip eden cühela takımı da aynı işi yapmaya başlayınca bu iş, bir geleneğe dönüşmüş ve başka kabilelere de sıçramıştı.
Unutmamak gerektir ki bu uygulama, genel bir hal almamış, sınırlı kalmış ve bütün kız çocukları öldürülmemiştir. Aksi halde insanlık soyunun devamlılığı adına büyük zaaflar söz konusu olur ve bölgede kadın nedreti yaşanırdı. Halbuki, o gün yaşanan çok evlilikler ve ailelerin çocuk sayılarına bakıldığında, kadın nüfusunun erkek sayısından daha fazla olması gibi bir realite ile karşı karşıya bulunmaktayız.
Şu da bir hakikat ki o gün, insanlık onurunu yerle bir eden bu uygulamadan rahatsız olanlar ve kızını öldürmek için niyetlenenleri vazgeçirmek için gayret gösterenler de yok değildi; mesela meşhur şair Ferezdak’ın dedesi Sa’saa İbn-i Nâciye’nin, kız çocuğu doğduktan sonra, “Sesini bile duymak istemiyorum!” diye feryat eden Temîm kabilesinin büyüğünü, bindiği dâhil üç deve vererek bu işten vazgeçirdiği anlatılmaktadır. Aynı şahsın benzeri bedeller ödeyerek 96 kız çocuğunu ölümden kurtardığı ifade edilmektedir ki meşhur şair Ferezdak, “Soyumuzdan, kız çocuğunu diri diri gömen kadınlara engel olup onu gömülmekten kurtaran ve hayatta kalmasını sağlayan kişiler de çıkmıştır!” demek suretiyle dedesinin bu duruşunu şiiriyle tescil etmiştir. Gelecek Son Nebî’nin müjdelerini seslendiren muvahhidlerden ve hem de Hazreti Ömer’in amcası Zeyd İbn-i Amr da bu işe şiddetle karşı çıkanlardandır; kızını öldürmeyi kafasına koyan adamın yanına gelir ve ona, “Onu öldürme! Bana teslim et; nafakasını ben karşılayayım!” derdi.
Şu bir gerçek ki insanlık dışı bu uygulama, Kureyş’e hiç bulaşmamış ve ne Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ailesi Benî Hâşim ne Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallahu anh) oymağı Benî Teym ve ne de Hazreti Ömer’in kabilesi Benî Adiyy’de kız çocuğunu öldürme vahşeti yaşanmamıştır ki İslâm geldiği gün, bahsini ettiğimiz bu kabilelerden her bir ferdinin kızları vardı; öldürmemişlerdi ve yaşıyorlardı! Hatta, sonraları “Annemiz” olma bahtiyarlığına yükselecek olan Hazreti Ömer’in (radıyallahu anh) kızı Hafsa Validemiz, İslâm gelmeden 5 yıl önce ve Câhiliyye günlerinde doğmuştu! Hazreti Ömer ise, İslâm’dan 5 yıl sonra Müslüman olmuştu ki o gün Hafsa validemiz, 10 yaşında bir kız çocuğu olarak babasının yanında yaşıyordu. Fâtıma adında başka bir kızı daha vardı Hazreti Ömer’in ve belli ki onu da öldürmemişti. Öte yandan, amcası Zeyd İbn-i Amr’ın oğlu Saîd İbn-i Zeyd ile evli olan Fâtıma Bint-i Hattâb da Hazreti Ömer’in kız kardeşi idi.
Nereden bakarsanız bakın, ortada yalın bir gerçek var: Hazreti Ömer (radıyallahu anh) kızını öldürmemiş!
Diğer taraftan öylesine bir tezat söz konusu ki bu yalanı duymayan da kalmamış!
Zaten, hüner, maharet ve ustalık burada gizli; adamlar, zaafımızı iyi biliyor; balın içine zehiri ambalajlamış, “tiryak” diye yutturuyor!
İşte bu zaafı keşfeden kezzâb, bakışı keskin olmayanın göremeyeceği bir kurguyu, üstelik “medih görünümlü” bir ambalajla topluma zerk ediyor!
Ve bunu biz de alıyor, cami kürsüsünden bile paylaşıyoruz ve farkına varmadan zihinlere, kızının katili bir “Ömer” nakşediyoruz, hem de mabed patentli.
Bugün olup bitenlere şöyle bir kulak kesilin; benzeri kurgu ile aynı çizgide yeniden nelerin tezgahlandığını, Acem-Bizans patentli ilginç oyunların sahnelendiğini görürsünüz!
Hakikat kisvesi giymiş ama nifak maskeli, adı-sanı gizli ama hedefi âşikâr birileri, yine itibar avında ve muhtemel ki yarın yürüyeceği yolun taşlarını döşüyor!
Günün senaristlerine figüran olmamak ve bu delikten bir daha ısırılmamak için azami temkin ve teyakkuza ihtiyaç var.