Yorum | Prof. Dr. Mehmet Efe Çaman
John Stuart Mill 1859’da yazdığı Özgürlük Üzerine adlı makalesinde, devletin (hükümet veya yönetimin) uygar bir topluma iktidarını adil bir şekilde icra edebilmesi için bireylere zarar vermemesi gerektiğini geçmişten kulaklarımıza fısıldıyor. Ve diyor ki, “… bireyler kendileri, vücutları ve düşünceleri üzerinde egemen olabilmelidir”. Başka bir değişle, birey – ve onun hukuksal karşılığı terim olan ‘vatandaş’ – devlet karşısında bir otonomiye, bağımsızlığa, tam özgürlüğe sahip olmalıdır. Bireyler Mill’e göre algılarıyla, olayları değerlendirmedeki özgünlükleriyle, duyguları ve mental aktiviteleriyle, ahlaki değer yargılarındaki seçimleriyle, kendi kararlarını verebilmelidir. Başkalarının özgürlüklerini kısıtlamadığımız müddetçe her şeyi yapmakta, düşünmekte, dilediğimiz kararları almakta, bir şeye onay vermekte veya karşı çıkmakta özgürüz. Bundan tam 159 yıl önce dile getirilen düşünceler bunlar. Dünyayı yerinden oynatan, birey özgürlüklerini en önemli kavga ve mücadele sebebi haline getiren büyük dönüşümün başlangıcında, bir zaman tünelindeyiz ve dikkatle bakıyoruz – geçmişe, ana ve geleceğe! İnsanlar bilinen, hesaplanabilir, partizan olmayan, tarafsız bir kurallar ve yasalar manzumesine göre yönetilmelidir diyor, zaman tünelinden gelen fısıltı. Bağırmadan, sadece dinlemek isteyenlerin duyacağı bir fısıltı olması, gücünden ileri geliyor. Gücü ise haklılığından! Despotluğundan ve ceberutluğundan değil!
Hem yönetilenler hem de yönetenler tabidir hukuka hukuk devletinde. Her şey, sizin otonominizi ve biricikliğinizi özenle korumak üzere tasarlanmıştır orada. Sizin, üyesi olduğunuz toplumdaki diğer bireyler gibi, feragatte bulunarak devlete emanet ettiğiniz “güç kullanma” hakkını devlet ancak bu kurallar ve yasalar manzumesine ve onun ruhuna uygun olarak kullanırsa, size özgürlüklerinizi garanti edebilir. Onu baskı aracına çevirirse, sizin onu meşru görmenizin bir nedeni kalır mı geriye? Mill bu soruya ne cevap verirdi, lütfen bu satırı okuduktan sonra kendi kendinize mırıldanır mısınız? Ve evet! O cevaba inanmalı, o cevaba eşinizi, çocuklarınızı, anne-babanızı, eş-dostunuzu ikna etmelisiniz. Onlara zaman tünelinden Mill’in âcizane düşünceleriyle hitap ediniz: “sen değerlisin kardeşim”. İnsan olmaktan kaynaklanıyor değerin. Dünyaya vazgeçilemez ve elinden kimsenin alamayacağı haklarla geldin. Hukuk devletinin anlamı, işlevi ve gerekçesi bundan ibarettir. O, seni korumak için var; seni ezmek için değil! Birileri seni devletin hukuk dışına çıkması gerekliliğine inandırmaya çalışsa da eğilme ve dik dur. Hiçbir şey devletin senin insan olmandan ileri gelen haklarını gasp etmesini meşrulaştıramaz. Buna yeltenen devlet, haydutlardan meydana gelen bir adi çeteden farklı değildir.
Tüm günahlarına karşın insanın insana hükümranlığı
1215 Magna Carta Libertatum’dan (Büyük Özgürlükler Şartı) 1789 Fransız Devrimi’ne, hukuk ve devlet göklerden yere indirildi ve bizlere emanet edildi. Magna Carta yürürlüğe girdiğinde, Osmanlı Devleti’nin kurulmasına daha 84 yıl vardı! Tüm günahlarına karşın insanın insana hükümranlığını, insan tarafından tasarlanabilecek ve yeri geldiğinde insan için insan tarafından değiştirilebilecek biçime sokmanın kapılarını araladı. 1275 (Osmanlı Devleti Söğüt’te kurulmadan 24 sene önce!) kurulan ilk İngiliz parlamentosu 1832 ve 1867 reformlarıyla giderek daha fazla temsil yetkisi elde etti, derken 1911’de Lordlar Kamarası’nın Avam Kamarası’nın kararlarını onaylama şartının ortadan kalkmasından sonra, pür ve tam yetki elde etti.
Amerikan Devrimi’nin ve 1787 Amerikan Anayasası’nın (ABD’nin ilk ve tek anayasası!) önemli mimarlarından ve ABD’nin ikinci başkanı olan John Adams “insanların değil kanunların devleti” olarak nitelediği hukuk devleti, bugün anladığımız anlamdaki demokrasinin temel taşı ola geldi. Hukuk devletinin en başta gelen işlevi, hükümete sınırlamalar getirmesidir. Nereye kadar sınırlama? Sınırlamaların sınırı nedir? Hukuktur! O hukuk, salt kanundan ibaret bir norm içermez. Onun bir ruhu vardır. O ruhu oluşturan, Mill gibi, Locke gibi, “kral hukuktur” diyen Paine gibi. Tüm demokratikleşmenin temel hedefi, bireyin haklarını mümkün olduğunca genişletmek ve ihlalini mümkün olduğunca engellemek üzerine kuruludur. Yani seçimle kimin geleceğinden ziyade, seçimle gelenin hukuka ve hakka uygun olarak yönetmesini sağlamaya yönelik optimal koşulların sağlanmasıdır. Keyfi ve yasaya aykırı hükümet uygulamalarının engellenmesi, başlı başına hukuk devletinin sorumluluğudur. Bunun temeli ise devlet gücünün üçe bölünmesine dayanır; yürütme yan, hükümet, yasama yani parlamentodan ve yargı yani bağımsız mahkemelerden ayrılır. Ve böylelikle bir fren (kontrol sayesinde!) ve denge (eşit güç dağılımı sayesinde!) sağlanır. Neden! Bunu sormadan olmaz. Bunun tek bir nedeni var: gücü en fazla kötüye kullanma olanağına sahip olan erkin, yani hükümetin (başkan, başbakan, kabine, vs.) denetlenmesi ve kontrol altına alınması. Bunun gerekçesi ise bireyin temel hak ve özgürlüklerinin garanti altına alınmasıdır. Görüldüğü üzere, birey tüm bunların merkezindedir. Gücün kötüye kullanılması durumunda bireyler zarara uğrayacaktır. Oysa devletin var oluş nedeni, bireyi ve bireyleri (toplumu) korumaktır. Nasıl korumak? Sadece dış tehditlere karşı değil! Onu en ilkel devlet de yapar zaten! Asıl, onu iç tehditlere ve düşmanlara karşı korumak. Yani haklarını gasp etmek isteyenlere karşı! Hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü budur.
İnsanları özgür değil tutsak kılan rejimleri iyi tanıyın
Onlar her daim bu yaptıkları kanunsuzluğa ve haksızlığa birtakım kulplar bulurlar. İç düşmanlar üretir, dış düşmanlara cephe alır, şer odakları icat eder, kendi komplolarını başkalarına mal ederek ceberutluklarına ve keyfi yönetim uygulamalarına, zulümlerine ve eziyetlerine, hukuksuzluklarına ve eşkıyalıklarına devamlı bahaneler bulurlar. Bunu yapmak zorundadırlar!
Tüm otoriter rejimlerin ortak özelliği, güç yoğunlaşması ve şeffaflıktan uzak, keyfi karar alma mekanizmalarıdır. Ne olup bittiğini anlamak güçtür, bu tür rejimlerin toz-dumana bürünmüş, sisli-puslu ortamında. Bu belirsizlikler ortamında karanlıktan yükselen çığlıkları önlemenin sırlarını bize zaman tünelinden fısıldayanlara kulak verelim, ne dersiniz? Hukuku, ama evrensel hukuku, haklarımızı, ama temel insan hak ve özgürlüklerini referans alarak sessizce isteyelim. O derin sessizliğin gücünü azımsamadan! Çünkü o güç, haklı olmaktan gelir! Zaman tünelinin ucunda ışık göründü mü korkmayın artık siz. O büyür, büyür. O büyüdükçe karanlık küçülür. Işık boğar karanlığı sonunda ve herkes gerçekleri görür! Er ya da geç, haksızlıklar ortadan kalkar, haklılar haksızlıkların mesullerinden hesap sorar – hukukun önünde! O günlerini umudu değil midir zaten tüm yazılarımızın takatini bulduğu yer?
Hocam çok enfes bir yazı olmuş kaleminize sağlık. Editörden kaçmış olacak, Amerikan anayasasının tarihi 1787, yani yazılandan daha da ibretlik. Hem de birinci meşrutiyetten 89 sene daha erken, Fransız İhtilali’nin de yaşça büyüğü. Öncesinde Amerika’nın kısa süreli bir konfederasyon deneyimi var, ama onu kuran belgeye anayasa denir mi, sosyal bilimcilere bırakıyorum.