Hitler, demokrasiyi bir çekiç gibi kullandı. Onu parçalarken, insanlar hâlâ demokrasinin içinde olduklarını sanıyorlardı. (…) Özgür basın susturulduğunda, halk sadece iktidarın belirlediği ‘gerçeklere’ inanır ve böylece demokrasinin altı sessizce oyulur.
M. NEDİM HAZAR | YORUM
Timothy Snyder, ‘Tiranlık Üzerine’ adlı eserinde şöyle yazar: “Demokrasiler nadiren bir gecede çöker. Çoğu zaman, halk hâlâ demokratik bir rejim içinde yaşadığına inanırken, yasa üstüne yasa çıkarılarak tüm özgürlükler törpülenir.”
Hitler’in Almanya’da demokrasiyi yıkma süreci, sistematik ve çok yönlü bir strateji izledi. Bu süreç, demokratik kurumların ve değerlerin adım adım aşındırılması, yasal boşlukların ustaca kullanılması ve toplumsal korku ve kaos ortamının manipüle edilmesi üzerine kurulmuştu.
Weimar Cumhuriyeti’nin zayıf noktaları, Hitler’in bu stratejisini uygulamasını kolaylaştırdı. Ekonomik kriz, siyasi istikrarsızlık ve toplumsal gerilimler, Nazi Partisi’nin popülist söylemlerinin geniş kitlelerce benimsenmesine zemin hazırladı.
Tarihçi Ian Kershaw bu konuda enfes bir tespit yapar: “Hitler, demokrasiyi bir çekiç gibi kullandı. Onu parçalarken, insanlar hâlâ demokrasinin içinde olduklarını sanıyorlardı.”
Demokrasinin çöküş mekanizmaları, yasal görünümlü ancak özünde antidemokratik adımların atılmasıyla oluşturuldu. Bu süreçte, parlamentonun işlevsizleştirilmesi, muhalefet partilerinin bastırılması ve medya üzerinde sıkı bir kontrol sağlanması gibi taktikler kullanıldı.
İktidarın güçler ayrılığının ortadan kaldırılması, hukuk sisteminin devre dışı bırakılması ve totaliter yapının inşası. Bu mekanizmalar, Nazi rejiminin nasıl kısa sürede demokratik bir cumhuriyeti diktatörlüğe dönüştürdüğünü anlamamıza yardımcı olacaktır.
Güçler ayrılığı ilkesi ile başlayabiliriz. Malum bu ilke, modern demokrasilerin temel taşlarından biri. Ve malum olduğu üzere yasama, yürütme ve yargı güçlerinin birbirinden bağımsız olmasını ve birbirlerini denetlemesini öngörür. Hitler’in iktidara gelişiyle birlikte, bu ilke sistematik bir şekilde ortadan kaldırılmaya başlandı.
İlk adım, 23 Mart 1933’te kabul edilen Yetki Yasası (Ermächtigungsgesetz) ile atıldı. Bu yasa, Hitler hükümetine parlamentodan bağımsız olarak yasa çıkarma yetkisi verdi. Böylece yasama ve yürütme güçleri fiilen birleştirilmiş oldu. Parlamento, artık sadece görüntüde var olan bir kurum haline geldi.
Hitler, Cumhurbaşkanı Hindenburg’un 1934’te ölümünün ardından, cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık makamlarını “Führer und Reichskanzler” unvanı altında birleştirdi. Bu hamle, devlet başkanının tarafsız ve denetleyici rolünü ortadan kaldırarak, yürütmenin gücünü daha da pekiştirdi.
Yerel yönetimlerin özerkliği de bu süreçte hedef alındı. 1934’te çıkarılan bir yasa ile federe devletlerin yetkileri merkezi hükümete devredildi. Bu, ülke genelinde tek tip bir yönetim yapısının kurulmasına ve yerel düzeydeki demokratik katılım mekanizmalarının ortadan kaldırılmasına yol açtı.
Sendikaların kapatılması ve zorunlu işçi örgütü olan Alman Emek Cephesi’nin (Deutsche Arbeitsfront) kurulması, sivil toplumun bağımsız yapısını ortadan kaldırdı. Bu, işçi haklarının savunulması ve hükümet politikalarının eleştirilmesi gibi demokratik işlevleri olan kurumların yok edilmesi anlamına geliyordu.
Hitler’in en önemli silahlarından biri de medyayı ele geçirmekti. 1933’te Joseph Goebbels liderliğinde kurulan Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı, gazetelerden radyoya, filmlerden eğitim müfredatına kadar tüm iletişim araçlarını kontrol altına aldı.
Medya üzerinde sağlanan sıkı kontrol, dördüncü güç olarak bilinen basının bağımsızlığını yok etti. Propaganda Bakanlığı’nın kurulması ve muhalif gazetelerin kapatılması, bilgi akışının tamamen rejimin kontrolüne geçmesine neden oldu. Bu, kamuoyunun özgürce oluşmasını engelleyerek, güçler ayrılığının önemli bir unsurunun ortadan kalkmasına yol açtı.
Naziler, özgür basını düşman ilan etti ve “Lügenpresse” (Yalancı Basın) kavramını yaygınlaştırarak halka yalnızca Nazi medyasına güvenmelerini öğütledi. Büyük Alman Radyosu ve Nazi yanlısı yayın organları ile halk sürekli propagandaya maruz kaldı. Goebbels’in sözleriyle: ‘Bir yalanı yeterince tekrar ederseniz, halk ona inanmaya başlar.’
Özgür gazetecilik susturulduğunda, Hitler’in rejimi artık hiçbir engelle karşılaşmadan büyüdü. Demokratik medya susturulurken, rejimin “doğru” dediği her şey toplum tarafından sorgusuz sualsiz kabul edilir hale geldi.
Geçtiğimiz yüzyılın Almanya’da en meşhur ama aynı zamanda en tartışmalı hukukçusu Carl Schmitt’in otoriter rejimlerin psikolojisini analiz ederken ilginç bir cümle kullanır: “Bir düşman yaratmak, halkı bir arada tutmanın en kolay yoludur. Korku ve nefret, toplumun itaatini sağlar.”
Hitler, halkı yönetmenin en etkili yollarından birinin sürekli bir korku atmosferi oluşturmak olduğunu erken fark etti. Almanya’nın 1929 ekonomik kriziyle sarsıldığı bir dönemde, işsizliğin arttığı ve umutsuzluğun hâkim olduğu bir ortamda, Nazi Partisi halkın kaygılarını manipüle etti. Hitler, ekonomik sıkıntıları ve toplumsal huzursuzluğu ‘iç düşmanların’ komplosu olarak sunmayı başarmıştı.
Bu işin piri olan Machiavelli, Prens’inde ne diyordu: “İnsanlar kargaşadan korktukları için, düzeni sağlayacak gücü her zaman kabul ederler.”
Hukuk sisteminin bağımsızlığı, şüphesiz demokratik bir devletin temel unsurlarından biri. Hitler rejimi, iktidara gelir gelmez bu bağımsızlığı sistematik bir şekilde yok etmeye başladı. İlk adım, mevcut yasal çerçeveyi kendi amaçları doğrultusunda yorumlamak ve değiştirmek oldu.
Reichstag yangını sonrasında çıkarılan “Halkın ve Devletin Korunması Kararnamesi”, temel hak ve özgürlükleri askıya aldı. Bu kararname, polis devleti uygulamalarına yasal bir zemin hazırladı ve keyfi tutuklamalara, ev aramalarına ve basın sansürüne olanak tanıdı.
Yargı bağımsızlığı, Nazi rejimi tarafından hızla ortadan kaldırılmıştı zaten. Yahudi kökenli ve rejim karşıtı olduğu düşünülen hakimler ve savcılar görevden alınmış, yerlerine parti ideolojisine bağlı kişiler atanmıştı. Bu, mahkemelerin tarafsızlığını ve adil yargılama ilkesini ciddi şekilde zedelemişti.
1934 yılında kurulan Halk Mahkemeleri (Volksgerichtshof), siyasi suçlara bakmak üzere özel olarak oluşturuldu. Bu mahkemeler, hukuki prosedürleri ve savunma haklarını hiçe sayarak, rejim muhaliflerini hızlı bir şekilde yargılayıp ağır cezalara çarptırdı. Adil yargılanma hakkı fiilen ortadan kalktı.
Nazi rejimi, hukuk eğitimini de kendi ideolojisi doğrultusunda yeniden şekillendirdi. Hukuk fakültelerinde Nazi ideolojisi ve ırk teorileri zorunlu dersler haline getirildi. Bu, gelecek nesil hukukçuların parti ideolojisine uygun olarak yetiştirilmesini ve hukuk sisteminin uzun vadede rejimin kontrolünde kalmasını amaçlıyordu.
Nürnberg Yasaları olarak bilinen ve 1935’te çıkarılan ırkçı yasalar, hukuk sisteminin tamamen ideolojik amaçlara alet edildiğinin en açık örneğiydi. Bu yasalar, başta Yahudileri olmak üzere diğer “ari olmayan” grupları, yani kendilerinden olmayan herkesi vatandaşlık haklarından mahrum bırakacak ve ayrımcılığı yasal hale getirecek güce ulaşmıştı.
Günümüz Türkiye ve Erdoğan rejimi ile benzerliklerini yazarak yer işgal etmeyeceğim, herkesin aklına geliyordur bunlar. Ve elbette bu araştırmamız sona erdiğinde toplam bir korelasyonu ele alacağız.