Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) İkinci Dairesi’nin 27 Ağustos’ta vermiş olduğu Şaban “Yasak kararına” ilişkin eleştirel analizler analizler gelmeye devam ediyor. Son olarak, Arrested Lawyers inisiyatifi Direktörü Ali Yıldız, karar ile ilgili kapsamlı bir analiz yayınladı.
AİHM’in “Şaban Yasak kararına” tepkiler artarak devam ediyor. Strazburg merkezli insan hakları derneği ASSEDEL’in kendi sitesinde yayınladığı 45 sayfalık raporun ve InstituDE Direktörü eski diplomat Yasir Gökçe’nin Strasbourg Observers’ta yayınlanan yazının ardından şimdi de Arrested Lawyers Direktörü ve Ankara ve Brüksel barolarına kayıtlı avukat Ali Yıldız kapsamlı bir analiz kaleme aldı.
Yıldız, yazısında “Yasak kararının” AİHM’in Türkiye’nin karmaşık siyasi ve sosyo-dinsel ortamından kaynaklanan davaları ele alışı konusunda ciddi soru işaretleri doğurduğunu vurguladı.
Kararın Türk hükümetine Gülen Hareketi’ni geriye dönük olarak yasaklamasına onay verdiğini belirten tecrübeli hukukçu, aynı zamanda karardaki bağlamsal anlayış eksikliğine, ihmallere ve gözden kaçırmalara dikkat çekti. Yıldız, kararın Türk yargısı tarafından potansiyel olarak kötüye kullanılmaya açık olduğunu belirtti.
Analizde, “Türk makamlarına Gülen Hareketi ile bağlantılı kişileri yeterli yasal dayanak olmaksızın yargılamaya devam etmeleri için geniş bir serbesti” sağladığının altı çizildi.
Ali Yıldız, kararın kanunsuz ceza olmaz ilkesi ile çeliştiğini ifade ederek, AİHM’i ilgili dönemde Türkiye’nin içerisinde bulunduğu sosyo-politik gerçekleri görmezden gelmekle eleştirdi:
“Şaban Yasak’ın dahil olduğu dönemde hareket Türkiye’de yaygın olarak meşru bir sivil toplum ve eğitim kurumu olarak görülüyor, hükümet yetkilileri tarafından açıkça destekleniyor ve Türk toplumuna katkılarından dolayı övülüyordu. Dönemin Başbakanı Recep T. Erdoğan ve Adalet Bakanı Bekir Bozdağ da dahil olmak üzere kamu görevlileri Gülen Hareketi’ni sürekli olarak desteklemiş, hatta Erdoğan Gülen Hareketi’ne bağlı okullar ve projeler için arazi ve kaynak tahsisini onaylamıştır.”
“Mahkeme’nin Yasak davasında bu arka planı görmezden gelmesi, kritik sosyo-politik gerçekleri göz ardı etmektedir. Yasak’ın Hareket’e dahil olduğu dönemde (2007’den 2016’ya kadar), Hareket’le bağlantılı olmanın cezai sonuçlar doğurabileceğine dair hiçbir gösterge yoktu. Hareket daha sonra yasaklandıktan sonra, üst düzey hükümet yetkilileri, Hareket içinde iddia edilen yıkıcı unsurlardan haberdar olmadıklarını ileri sürerek Gülen Hareketi ile bağlantıları temelinde kovuşturulmaktan kurtuldular. En önemlisi, Yargıtay’ın kısa süre önce eski Adalet Bakanlığı müsteşarı Birol Erdem’in Hareket’in “gerçek yüzünü” göremeyerek “hataya düştüğünü” belirterek beraatına karar vermesidir.”
Yıldız ayrıca AİHM hakimlerinin Türkiye bağlamını anlamakta zorlanabildiğini ve Türk makamlarının ve Türk hukukçuların bunu suistimal edebildiğini belirtti. Dolayısıyla, Şaban Yasak kararında önyargıların ve yanlış yorumlamaların etkili olduğunu söyledi:
“Türkiye, Avrupa Konseyi’nin çoğunluğu Sünni-Müslüman olan tek üye ülkesidir ve kendine özgü sosyo-dini dinamikleri, Gülen Hareketi gibi siyasi olarak etkili dini hareketleri içeren davaları ele alma konusunda çok az deneyimi olan ülkelerden gelen hakimler için zorlayıcı olabilir. Akademik araştırmalar, yargısal karar verme sürecinin, özellikle de aşina olunmayan kültürel veya dini bağlamları içeren davaları ele alırken, hakimlerin analizlerini etkileyebilen teyit önyargısı ve klişe güdümlü sezgisel yöntemler gibi bilişsel önyargılardan etkilendiğini göstermektedir. Yasak davasında, AİHM yargıçlarının değerlendirmeleri bu tür akademik bulguları destekleyen kanıtlar sunmuştur.”
“AİHM’nin Yasak kararı, büyük ölçüde Türk makamları tarafından sağlanan ve çoğu güvenilir olmadığı veya şüpheli koşullar altında elde edildiği için yaygın olarak eleştirilen kanıtlara dayanıyordu. Örneğin, Yasak’ın mahkumiyetinin merkezinde yer alan tanık ifadelerinin, tutukluları ceza indirimi ve hatta tamamen beraat karşılığında Gülen bağlantılı kişiler hakkında bilgi vermeye teşvik eden “etkin pişmanlık” yasası kapsamında elde edildiği bildirildi. Bu durum, tanıkların potansiyel olarak yanlış veya abartılı ifadeler vermeleri için güçlü motivasyonlar yaratıyor ve Türkiye’nin ifade alırken zorlayıcı taktikler kullanma konusundaki iyi belgelenmiş geçmişiyle birleştiğinde, bu mekanizma bu tür ifadelerin güvenilirliği konusunda ciddi soru işaretleri doğuruyor. Dahası, Yasak aleyhindeki diğer deliller, örneğin Gülen’e bağlı bir kurumdaki sosyal güvenlik kayıtları ve Bank Asya’daki mevduatları, kendi başlarına suç teşkil eden eylemler değildir ve meydana geldikleri tarihte tartışmasız bir şekilde yasaldır.”
“Yine de Mahkeme bu delili, bağlamını veya elde edildiği koşulları yeterince incelemeden kabul etmiş görünmektedir. Bu kabul, Gülen Hareketi hakkında önceden var olan anlatılarla uyumlu bilgileri kabul etme eğilimi anlamında olası bir teyit önyargısına işaret etmektedir. Zayıf ve ikinci dereceden kanıtlara dayanılması, Mahkeme’nin, Hareket’in faaliyetlerini doğası gereği şüpheli olarak çerçeveleyen devlet tarafından sağlanan anlatılardan gereğinden fazla etkilenmiş olabileceğini düşündürmektedir. Böyle bir yaklaşım, somut delil gerekliliğinden kaçmakta ve Yasak’ın suçluluğunu bir suç ortaklığı meselesine indirgemektedir. Bu da AİHS kapsamındaki adil yargılanma güvencesinin temel dayanaklarından biri olan masumiyet karinesini zayıflatmaktadır.”
Ali Yıldız yazısını AİHM’in daha titiz ve Türkiye’deki bağlama uygun bir yaklaşım belirlemesi gerektiğini vurgulayarak sonlandırdı:
“Yasak/Türkiye kararı, AİHM’nin AİHS’de yer alan öngörülebilirlik, adil yargılanma hakkı ve hukukun üstünlüğü ilkelerini desteklemesi için kaçırılmış bir fırsatı temsil etmektedir. Mahkeme, Türkiye’nin kendine özgü sosyo-politik bağlamını eleştirel bir şekilde ele almayarak ve şüpheli kanıtları kabul ederek, Türkiye’deki insan hakları korumaları üzerinde geniş kapsamlı etkileri olabilecek endişe verici bir emsal oluşturmuştur. Bu karar, AİHM’nin Türkiye ile ilgili davaları, özellikle de siyasi açıdan hassas örgütlerle bağlantılı olmakla suçlanan bireyleri ilgilendiren davaları ele alırken daha dikkatli davranması gerektiğinin altını çizmektedir.”
“Yargının tarafsızlığı ve insan hakları normlarına bağlılığının giderek artan bir baskı altında olduğu bir dönemde AİHM, bireyleri devletin aşırı müdahalesinden koruma taahhüdünü yeniden teyit etmelidir. AİHM’nin Türkiye’nin aleyhte kararları saptırma siciline karşı bariz kayıtsızlığı ve geriye dönük suçlulaştırmayı onaylaması, yargısal istismar için izin verici bir ortam yaratmaktadır. AİHM, daha eleştirel bir tutum sergilemediği takdirde, Türkiye’deki yargıyı, yüz binlerce Türk vatandaşını etkileme potansiyeline sahip siyasi amaçlı kovuşturmaları yoğunlaştırma konusunda cesaretlendirme riski taşımaktadır. AİHM’nin Türkiye ve benzeri devletlerle ilgili davaları ele alış biçimi, yerel bağlamlara ilişkin bir anlayışı ve adil yargılama sürecine sarsılmaz bir bağlılığı yansıtmalıdır. Eğer AİHM insan haklarının koruyucusu rolünü yerine getirecekse, devletlerin söylemlerine gereğinden fazla itibar edilmesine karşı çıkmalı ve Avrupa’nın her yerinde adalet ve hakkaniyet ilkelerinin en üst düzeyde kalmasını sağlayacak şekilde titiz delil standartlarını korumalıdır.”