Ana Sayfa Manşet Hücum eden Ehl-i İman’a nasıl cevap verelim?

Hücum eden Ehl-i İman’a nasıl cevap verelim?

YORUM | SEYİD NURFETHİ ERKAL 

Arkadaşlarımız soruyorlar ki; “Çok ehl-i ilim, ehl-i takva, ehl-i tarik hatta ehl-i nur şahıslar hatta liderleri hizmetimize ve muhterem Hocamıza hem de galiz tabirlerle hatta dalalet isnadıyla hücum ediyorlar. Salabeti zayıf arkadaşlarımız acaba diye şüpheye düşerken, kuvvetli olanları ise yer yer mukabele-i bilmisil ile ve bazen galiz ifadelerle karşı tarafı yerme hatasına düşebiliyorlar. Bunlar ehl-i hak ve iman ise biz nasıl mukabele etmeliyiz?”

Üstadımız Hazretleri’nin “Eskişehir Hapishanesinde, dehşetli bir zamanda ve kudsî bir tesellîye pek çok muhtaç olduğu hengâmda” “işârât-ı Kur’âniyeden bir müjdeyi hem kendine hem musibetzede arkadaşlarına bir tesellî niyetiyle beyan ettiği” için “güya ortalıkta medâr-ı inkâr hiçbir şey yok ve hiçbir münkeratı ve cinayeti görmüyor gibi” “onu gıybet ve galiz tabiratla teşhir etmek ve onun dersleriyle imanlarını kurtaran, mâsum şakirtlerini ondan tenfir edip şüpheler vermek” derecesinde şahsına ve Risale-i Nur’a hücum eden şeyh efendiye cevap verirken; “muhterem” ve “dost zât” diye anması hatta “hususi bir memleketin kutbu” diyerek iltifat edip, haksız hücumunu “ihtiyar”lıktan gelen asabiyete vermesi ve o elim hadiseye işaret eden ayet “şiddetle gıybetten men ettiğinden, bizi gıybet edenleri unutmalıyız, medâr-ı gıybet etmemeliyiz” diyerek adını anmayıp, gizlemeye çalışması, benzeri hadiseler karşında bize ders olması gereken üsluptur.

Üstadımızın “İstanbul’da malûm itiraz hadisesi” vesilesiyle “En büyük bir velî dahi, hasmının hakikî halini bilmedikleri için, haksız olarak mübareze etmesini Aşere-i Mübeşşerenin mabeynindeki muharebe gösteriyor. Demek, iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer, bütün bütün zahir-i şeriate muhalif ve hatası zahir bir içtihadla hareket edilmiş ola.” diyerek bizleri uyarması ve “ileride, meşrebini çok beğenen bazı zatlar ve hodgâm bazı sofi-meşrepler ve nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve hubb-u cah vartasından kurtulmayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risale-i Nur’a ve şakirtlerine karşı kendi meşreplerini ve mesleklerinin revacını ve etbâlarının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler” diye kat’i haber vermesi ve “belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hadiselerin vukuunda, bizlere, itidâl-i dem ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerektir” diye fitne dönemlerine dair dört önemli esası hatırlatması şüphesiz bugün dahi hatt-ı hareketimizi belirlemesi gereken düsturlardır.

Hücum edenlere mukabele-i bilmisil yapmak Risale-i Nur düsturlarına zıt olduğundan, onlar bizi inkâr etse dahi onları inkâr meşrebimize uygun değildir. (Burada siyasi cereyanlar bütünüyle bahsimiz haricidir) Zaten Muhiddin-i Arabi Hazretleri (k.s.) efrad kutupların hususiyetleri sayarken; “İnkâr etmek Efrad’ın özelliği değildir. Çünkü onlar her işte öncelik sahibidir. Dolayısıyla kendileri inkâr edilir, fakat onlar inkâr etmezler.” (Futuhat-ı Mekkiye, cilt 3) diyerek adeta Üstadımızı ve Hocamızı tarif etmektedir.

Fenafinnur Mustafa Sungur Ağabey’den rivayet edildiğine göre;

“1950’de itiraz eden Zât’ın oğlu Emirdağı’na gelmişti. İkindi namazını eda etmiştik. Otüzüç adet tesbihat bitmişti. Sıra ‘La ilahe illalllah’a gelince şeyh efendinin mahdumu kalkmak istedi. Hz. Üstad ona işaret etti. “Otur” dedi. O da oturdu. Tesbihatttan sonra, Sikke-i Tasdik-i Gaybi’den “eyuhhibbu ehadüküm…” mektubunu okuttu. Ve ona: “Fakat, baban evliyadandır. Biz Denizli hapsine, baban da kabre gitti” diyerek iltifat etmiş ve karşı tarafı incitecek beyanlardan hassasiyetle kaçınmıştır.

Yine ulum-u İslamiye’nin bir mucizesi olan Hazret-i Muhiddin (k.s.); “Süvariler, bu yolda Efrad’dır. Onlar Kutub’un hükmü dışındaki yegâne guruptur, Kutub’un onlarda tasarrufu yoktur.” derken ahir-il Fürsan olan Üstadımız’ın bu mesele münasebetiyle faş etmek zorunda kaldığı azim sırrı tasdik etmektedir.

“Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi ve o şahs-ı mânevîyi temsil eden has şâkirdlerinin şahs-ı mânevîsi “ferid” makamına mazhar oldukları için, değil hususî bir memleketin kutbu, belki ekseriyet-i mutlaka ile Hicazda bulunan kutb-u a’zamın tasarrufundan hariç olduğu ve onun hükmü altına girmeğe mecbur değil. Her zamanda bulunan iki “İmam” gibi, onu yâni kutb-u a’zamı tanımağa mecbur olmuyor. Ben eskide Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini o imamlardan birisini zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki, Gavs-ı A’zamda “kutbiyet” ve “gavsiyet”le beraber “ferdiyet” dahi bulunduğundan, âhir zamandaki şâkirdlerinin bağlandığı Risalet-ün-Nur o ferdiyet makamının mazharıdır.” (Kastamonu Lahikası)

Üstadımız bu ifadesiyle makam-ı cemin mazharı bir mürşid-i kâmil olduğunu beyan ederken kendisinden sonra da şahs-ı maneviyi temsil makamında efraddan irşad kutbu başka şahıslar olacağını da açıkça haber vermektedir.

Bu sebeple bugün dahi “Mekke-i Mükerremede dahi -farz-ı muhal olarak- Risale-i Nur’un aleyhinde bir itiraz kutb-u âzamdan dahi gelse, Risale-i Nur şakirtleri sarsılmayıp, o mübarek kutb-u âzamın itirazını iltifat ve selam suretinde telâkki edip, teveccühünü de kazanmak için, medâr-ı itiraz noktaları o büyük üstadlarına karşı izah etmek, ellerini öpmektir.” (Kastamonu Lahikası)

Bize düşen “Bu zamanda öyle dehşetli cereyanlar ve hayat ve cihanı sarsacak hadiseler içinde hadsiz bir metanet ve itidal-i dem ve nihayetsiz bir fedakârlık taşımak” ve “muarızlara hiddet ve tehevvürle ve mukabele-i bilmisille karşılamamak. Yalnız kendilerini müdafaa için musalahakârâne, medâr-ı itiraz noktaları izah etmek ve cevap vermekle” yetinmek ve ehl-i iman ise Hakk’a havale etmek olmalıdır.

Ancak bugün de hizmetin en ziyade medet beklediği bir zamanda, en ziyade muavenet ve teşvik beklediği ve onlar da o yardıma İslâmiyetçe ve meslekçe ve vazife-i diniyece mükellef oldukları halde bize yardımı yapmayıp, bilâkis fütur verecek bir tarzda hizmeti ve hizmetin şahs-ı manevisini temsil eden Hocaefendiyi gıybet eden hatta dalaletle itham eden ehl-i iman, ehl-i tarik hususen ehl-i nura bu adavetlerine hangi mezheplerinin fetva verdiğini elbette sormak gerekmektedir?

Bu noktada tesir etsin veya etmesin, ümmet-i Muhammedin istikbaliyle doğrudan alakalı bu mesele de bize düşen uyarma vazifesini yapmak adına muarız ehl-i imana Üstadımızın ölmüş kalpleri ve akılları dahi ayıltacağını umduğumuz şu nurani ikazını bir kez daha hatırlatalım.

“Ben her şeyden vazgeçerim fakat adalet-i ilâhiyenin huzurunda bu dehşetli gıybete karşı hakkımı helal etmem! Titresin(ler)! Bütün saadatın ceddi olan Fahr-ı alem aleyhisselatu vesselamın sünnet-i seniyyesini muhafaza için hayatını ve her şeyini feda eden bir mazlumun şekvası, elbette cevapsız kalmayacak.”

Bu mesele yalnız bir şahsa taallûk etseydi, belki nefs-i emmareyi tam kırmak için belki ona minnettar dahi olunurdu” lâkin “şimdi bu zamanda bilfiil İslâmiyete dehşetli darbeleri vuran, binler lânete, nefrete müstehak olanlara ehemmiyet vermemek gibi bir hâlet” “mü’min ve müdakkik zatların vazîfe-i kudsiyesine muvafık gelemez” “hususan lüzumsuz ve zararlı ve müfritane bir gıybet olsa, bu zamanda ehl-i ilim ortasında ehl-i hakikati ağlattıracak elîm bir hadisedir.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi) 

Evet; “ahireti bildikleri ve iman ettikleri halde dünyayı ahirete severek tercih etmek ve kırılacak şişeyi bâki bir elmasa bilerek rıza ve sevinçle tercih etmek ve âkıbeti görmeyen kör hissiyatın hükmüyle, hazır bir dirhem zehirli lezzeti, ileride bir batman sâfi lezzete tercih etmek, bu zamanın dehşetli bir marazı, bir musibetidir. O musibet sırrıyla, hakikî müminler dahi bazan ehl-i dalâlete taraftar olmak gibi dehşetli hatada bulunuyorlar. Cenab-ı Hak, ehl-i imanı ve Risale-i Nur şakirtlerini bu musibetlerin şerrinden muhafaza eylesin. Âmin” (Kastamonu Lahikası)

1 YORUM