YORUM | M. NEDİM HAZAR
Siyahı bir tür uğursuzluk olarak tanımlar Batılı sözlükler. Redhouse, ‘karanlık, kasvetli, kirli’ kelimelerini kondurur siyahın karşısına. ‘Kara’yı kullanırız çoğu zaman siyahın olumsuz yönüne bakarken.
‘Kara kış’ deriz mevsimin en zemherili, en kanı donduran dönemine. Manzara karbeyaz olsa bile mevsim karadır, kasvetlidir. Pencereden baktığınızda külrengi bulutların binaların üzerine bir heyula gibi çöktüğünü görürüz bu dönemde. Rüzgâr merhametini sandukalara saklamış, yağmur romantizmini ekimde, en fazla kasımda bırakmıştır.
Şairin dediği gibi yıldırımlar evlerin bacasını kolluyordur artık. Karanlığın tüm tonlarının ardında göz yakan bir aydınlık çakıp durur ve tüyler ürperten bir sessizlik sonrasında kulak patlatan gürültüler iner toprağa.
Dört mevsimin hikmetini idrak etmek için şahane birer tefekkür sezonudur bu tür vakitler. İlk ve son baharlar birer geçiş sürecidir. Biri sıcağın, diğeri soğuğun kasvetine dayanabilmek için hazırlar bizi. Mevsim, diyorsam, sezon, soğuk/sıcak ya da siyah/beyaz diyorsam görünen anlamındaki sığ ağlara takılmayınız lütfen. Sevmem kötülemeyi günleri ama kışın en kasvetli zamanında, günün yarısı uyuşukca geçirilen pazarlar olmasa ne âlâ olur hayat!
Kar taneleri mesela…
Cuma günü merhametli, cumartesi hırçın, pazar ise bir seri katil ürkütücülüğünde olabiliyor. O masum, ağırlıksız, bembeyaz soğuk şey nasıl böylesi korkutucu bir zırha bürünüyor anlamak çok zor. Cam denen saydam maddenin en büyük kötülüğü bu bize; gerçekliğin üzerine şeffaf bir aldatıcılık ekliyorlar. Biz bakarken camın arkasından dışarı yalancı bir hoşnutluğa saplanıyoruz.
Oysa kış başlıyor işte ünlü yazarın dediği gibi, memnuniyetsizliğin kışı!
Dört bir yan zemheri, kasvet ve çamur…
Küçükken tuhaf bir çelişik özlem yaşardı ruhum. Kışın yaz meyvelerini, yazın kış meyvelerini özlerdim çocuksu buruklukla. Sıcakta soğuğu, soğukta sıcağı özlemek belki normal ama yazın gelebileceğine dair umudu yitirmeye başlayınca insan bir kat daha artıyor kasveti soğuğun.
Yıldırımlar gibi geleceğimizin bacalarına çökmüş habis ruhların varlığı, ağırlıklarıyla perdeliyor geleceğimizi. Büyük bir hoşnutsuzluğun sıkleti çöküyor belleklerimize ve -bir an için- karanlık sericilere teslim olmuş gibi görünüyoruz nedense.
Her şey anlamsız geliyor; mutluluk, huzur, güzel yarınlar, mesela yazı yazmak filan. ‘Başladı işte kış’ diyoruz ve sanki hiç bitmeyecek bir kara mevsimin zindanından hiç çıkmayacakmışız gibi hissediyoruz. Sadece pencere camları değil, beyaz camlar, gazete kâğıtları vesaire. Hepsi hoşnutsuz, hepsi kışın kasvetini üzerimize boca ediyor.
Khemir’in o muhteşem filmindeki ihtiyar gibi mırıldanıyorum kendi kendime; ‘İnancı olan yolunu kaybetmez’ diye ama içimizdeki Bab’aziz her zaman uyanık değil ki. Bir şiir hatırlıyorum mesela kışa ve kara dair. Ürperiyorum kaloriferli odada. ‘Kar dostu değildir, dost gibi görünen yalancı bir aydınlıktır’ diye. Oysa döngüyü idrak edebilecek yaştayım, ‘Her yıl kıştan sonra gelirse bahar’ satırlarının da anlamını biliyorum ama hoşnutsuzum işte.
Öyle bir psikolojik arbede ki bu, kar bile net konuşmuyor lisan-ı haliyle. Yüzünü bir gösterip bir saklıyor. Ki ben en iyi bilenlerdenim, beyaz karların şahane bir hırsız gibi gecenin karanlığında yağdığını.
Kış başladı işte, hoşnutsuzluğumuzun kışı.
Bize düşen yine de, sönmüş bir mangala üfler gibi samimiyetle canlandırmak umutları. Fıtri olan döngü devam edecek ve her memnuniyetsiz kıştan sonra, serin baharlar gelecek. Öyle olmasa ipince bedenleriyle o kocaman buz kütlelerini delen çiçekler nasıl yaşarlardı bugüne kadar!
Bahar elbet bir gün gelecek, ama yediğim ayazı ve buna sebep olanları unutabilecek miyiz!?
Döngünün olacağı kesin ama o döngünün fâsid ya da velûd olması bizim elimizde değil mi?!