YÜKSEL ÇAYIROĞLU | YORUM
On binlerce hizmet gönüllüsünün son on yılda soykırıma varan baskılara, zulümlere, işkencelere maruz kaldığını bilmeyen yok ama görmezden gelen çok. Şimdiye kadar bu konuda çok sayıda rapor yazıldı, belgeseller çekildi, haberler yapıldı. AKP rejimi, devletin bütün güç ve imkânlarını seferber ederek Hizmet hareketini bölmek, parçalamak, ezmek, yok etmek ve bitirmek için elinden geleni yaptı, yapıyor. Hizmet insanlarının müesseselerine kilit vurdu, bireysel birikimlerine, mal varlıklarına çöktü, mesleklerinden ihraç etti, özgürlüklerini ellerinden aldı, itibarlarıyla oynadı. Çocukları, hamile kadınları, ağır hastaları, aşırı yaşlıları bile hapsetti. Onları, en temel hak ve özgürlüklerinden, kanuni haklarından mahrum etti.
Yaşanan acılar gerçekten çok büyük. Daha düne kadar el üstünde tutulan, başarıları takdir ve alkışla karşılanan, başkalarına örnek gösterilen insanlar bir anda “hain” ve “terörist” damgası yediler. Hükümetin yönlendirmesinde hareket eden medya, sabah akşam haklarında karalama kampanyası yürüttü/yürütüyor. Siyasiler ağızlarını her açtıklarında onları hedef gösteriyor, mesnetsiz suçlamalarda bulunuyor, ağır hakaretler ediyor, haklarında olmadık yalan ve iftiralar uyduruyor. Tarafsızlık ve bağımsızlıklarını bütünüyle kaybeden mahkemeler, ortada hiçbir kriminal suç olmamasına rağmen, bir yerlerden gelen raporlara ve şikâyetlere istinaden kendi uydurdukları bahane ve gerekçelerle masumlara cezalar yağdırıyor.
Yaşanan süreç, öncesine göre her yönüyle çok farklı. Bütün bu olup bitenlerle birlikte rahat, bolluk, genişlik dönemi sona ermiş; çile, mihnet, sıkıntı ve imtihan dönemi başlamış oldu. Acaba bu süreç başından beri nasıl yönetilmeliydi? Yapılan haksızlıklara nasıl karşılık verilmeliydi? Olan biten bunca felaket nasıl anlaşılmalıydı? Allah’la ilişkiler nasıl sürdürülmeliydi? Sadece Allah rızası deyip yollara dökülmüş fedakâr ruhların bunca bela ve musibete maruz kalmasının sebebi ne idi? Baskı ve zulümlere bağışıklık sistemi mukavemet edemeyen kimselere nasıl muamele edilmeliydi? Çözülmelerin önüne nasıl geçilmeliydi? Bu dönemde hizmet adına ne yapılmalıydı? Mazlum ve mağdurlara nasıl el uzatılmalıydı? Zalime karşı nasıl bir duruş ortaya konulmalıydı?
Bugüne kadar kendisinden ilham almış, fikirlerinden istifade etmiş, rehberliğinde yol yürümüş Hizmet gönüllüleri, bütün bu sorulara cevap bulabilme adına gözlerini bir kere daha Fethullah Gülen Hocaefendi’ye çevirdiler. İşte bu yazıda, Hocaefendi’nin bu süreçteki sohbet ve yazılarından hareketle bu mihnet dönemini nasıl yönettiğini, bu süreçte sevenlerine ne dediğini, neleri tavsiye ettiğini, hangi konular üzerinde durduğunu ele alacağız.
Hâdiseleri nasıl okumalıyız?
Hocaefendi gibi zatlar, hâdiselerin sadece zahirî sebeplerine takılıp kalmaz; sebepler perdesi arkasında icraatta bulunanın Cenab-ı Hak olduğunu çok iyi bildikleri için, hâdiselerin diliyle O’nun vermek istediği mesaja da odaklanırlar. “Hadiselere kader risalesini mercek yaparak bakmak lazım.” sözüyle bu gerçeğe işaret eden Hocaefendi, farklı münasebetlerle bunun misallerini de vermiş, olup biten bütün bu can yakıcı hâdiselerin altında yatan sebep ve hikmetlere işaret etmiştir.
Bu meyanda bazen, konumun hakkını verememe, eldeki imkânları rantabl değerlendirememe, Allah yerine kendi güç ve kuvvetimize güvenme, başarıları kendimizden bilme, ihlâs ve uhuvveti koruyamama gibi “günahlarımıza” dikkat çekerek yaşanan hâdiselerin bunlara kefaret olabileceğine, bu sayede arınıp temizlenebileceğimize dikkat çekmiş; bazen Cenab-ı Hakk’ın görünen bütün sebepleri elimizden alarak bizi sadece Kendisine yöneltmek istediğini ifade etmiş; bazen bu tür imtihanlar sayesinde hamlarla hasların veya dostla düşmanın birbirinden ayrılacağını ve herkesin gerçek karakteriyle tanınacağını belirtmiş; bazen bu tür zorlukların adanmışları daha da olgunlaştıracağını, pişireceğini ve geleceğe hazırlayacağını söylemiş; bazen tıpkı kış mevsiminde tohumların her yere saçılması gibi yaşanan bu herc ü merçte de Allah’ın bizi daha sonra meyve vermek üzere dünyanın dört bir yanına saçtığını hatırlatmıştır.
Onun bu konuda söyledikleri bunlarla sınırlı değildir. Ona göre maruz kalınan belaların; büyüklerin hâlini daha iyi anlama, mü’minleri tevbe ve istiğfara yöneltme, onlara acziyet ve zaafını hatırlatma, onları sistem körlüğünden kurtarma, zulme uğramış salih kulların salâhatini ve duruşunu dost-düşman herkese gösterme gibi daha birçok hikmeti vardır. Dolayısıyla bize düşen de yaşanan acıların, mahrumiyetlerin ve kayıpların bağrında sakladığı sırları, hikmetleri ve kazanımlarını da görebilmektir. Hocaefendi’ye göre Allah, en zor zamanlarda bile ihsan ve lütuflarını devam ettirir. Eğer dikkat kesilir ve olaylara iman gözüyle bakabilirsek musibetlerin çehresinde de Allah’ın inayet ve riayetini okuyabiliriz. En azından, bizi zalim topluluktan ayırdığı, onların içinde bırakmadığı, onlar gibi yapmadığı için Allah’a binlerce hamd edebiliriz.
Felâketleri nasıl karşılamalıyız?
Peygamber yolunun varisi büyük zatlar, insanların dünyalarını düşündükleri kadar ahiretlerini de düşünür, hatta öncelikle onların uhrevi bir kayıp yaşamamaları adına çırpınırlar. İnsanlar bolluk ve genişlik zamanlarında Allah’a daha kolay yönelirler; darlık ve meşakkat zamanları ise onları şikâyete, isyana, kaderi tenkite sevk edebilir ve böylece Allah’tan uzaklaştırabilir. Dolayısıyla bu tür durumlarda insanların daha fazla manevi desteğe ihtiyaçları vardır.
Bunu çok iyi bilen Hocaefendi de “Ahirete verecekli olarak değil, alacaklı olarak gitmeye bakın.” “Bütün dünyayı bize kaybettirseler bile ahiretimize dokunamazlar.”, “Burada çekilen sıkıntılar kendi renk ve deseniyle öbür tarafa aksedince kim bilir ne kadar sevineceğiz!” gibi sözleriyle bu süreçte nazarlarımızı sık sık ahirete çevirmiş, belâ ve musibetlerin nasıl uhrevi azığa dönüştürüleceğinin yolunu göstermiş ve öncelikle ahireti kazanmaya odaklanmamız gerektiğini söylemiştir. Bunun öncelikli yolu olarak da sık sık sabır ve rızaya dikkat çekmiştir. Belaları sabır ve rızayla karşılamanın çok zor olduğunu ama bu zoru başarmanın da insanı amudi olarak Allah’a yükseltebileceğini ifade etmiştir.
Kendisi bu süreçte sıklıkla, “Radînâ billah Rabben…” duasını okuduğu gibi, sevenlerine de bunu tavsiye etmiştir. “Kaybettiklerimizi düşününce felç oluyorum.” demiş ve ardından da “Allah verdi Allah aldı. Allah bizimle olduktan sonra kurumlar gitse ne olacak!” sözleriyle biraz rahatladığını ifade etmiştir. “Allah bir taraftan bazı şeyleri alıyor ama diğer yandan başka lütuflarda bulunuyor. Onun baş döndürücü bir kaderî planı var. Olup biten şeylere hiç gönül koymamak, Hakk’ın takdirlerini saygıyla karşılamak lazım.” sözleri önemli birer hatırlatmadır.
Bunun yanında onun sürekli üzerinde durduğu diğer bir konu ise gelip gelip toslayan zulüm dalgaları karşısında asla sarsılmamak, paniklememek, inhiraf yaşamamak ve dimdik ayakta durabilmektir.
Izdırap ve Ümit
Hocaefendi’nin, “Onlar, bizim ümit tomurcuklarımızdı.” dediği hizmet erlerinin tırpanlanması, tutulup bir kenara atılması karşısında duyduğu acı ve ızdırap çok derin. Bunu zaman zaman ağzından dökülen, “Izdırabımın haddini bilemezsiniz.”, “Elli senelik işi baltaladılar, yapılanların her biri bir zıpkın gibi sineme saplanıyor.”, “On binlerce insanın acısını kalbimde duyuyorum.”, “Yapılan zulümleri hatırlayınca kalbim duracak gibi oluyor.”, “Her arkadaşın ızdırabıyla birlikte içime kan damlıyor.” “Zindandakiler hiç aklımdan çıkmıyor. Onları düşününce âdeta deliriyorum.” şeklindeki ifadelerinden de, genel halet-i ruhiyesinden de anlamak mümkün. Şefkat ve merhamet duygularını zirvede temsil eden bir insanın, yaşanan bunca trajediyi başka türlü karşılamasını beklemek de zaten mümkün değildir.
Bununla birlikte o, hiçbir zaman yese düşmediği gibi, sevenlerine de sürekli ümit aşıladı, her daim onların kuvve-i maneviyelerini diri tutmaya çalıştı. Bazen, “Biraz daha dişinizi sıkıp sabredin, inşallah sonu sizin lehinize olacak.”, “Allah bazı imkânlarımızı elimizden aldı. Fakat bu muvakkat bir almaysa katlanarak geriye dönebilir, Allah birleri binlere ulaştırabilir.”, “Vakt-i merhunu gelince öyle bir tulû olur ki bütün karanlıklar zail olur.”, “İnşallah bu gecenin arkasından upuzun bir gündüz gelecek.” gibi ifadelerle sürecin sonuna işaret etti. Bazen, “Şu anda yaşanan kısmî inkıtaya aldırmayın. Olan şeyler, bir daha olmaz değildir. Hatta bir kere yapılan şeylerin tekrar yapılması daha kolaydır.” diyerek azimleri biledi. Bazen, “Her şey Allah’ın elinde. O murat buyurursa öyle imkânlar hazırlar ki bir iki nesil sonra çok farklı bir tabloyla karşılaşırsınız.”, “Yanan bazı meşaleleri söndürdüler. Ama bir kere yakan Allah bin kere daha yakar.” diyerek Allah’ın rahmet ve inayetine dikkat çekti. Bazen, “Onca uğraşmalarına rağmen kardeşlerimiz dik durdu, çözülmedi, dağılmadılar. Bunca hırpalanmaya rağmen canlılığını koruyan bu güçlü iradeler inşallah ileride çok güzel işler yapacaklar.” diyerek Hizmet insanına duyduğu güveni dile getirdi. Bazen de ümitsizliğin Allah’a karşı saygısızlık, ümidi korumanın ise Allah katında çok hora geçen bir davranış olduğunu ifade etti. Ama her fırsatta ümitleri canlı tuttu ve başkalarına da “İnsanları moralize etme adına çok uğraşmalıyız. Hepimiz kubbedeki taşlar gibi baş başa vererek birbirimize destek olmalıyız.” diyerek bunu tavsiye etti.
Muhasebe ve Kendimizle Yüzleşme
Hizmet insanlarına verilen cezaların zulüm ve haksızlık, zalim rejimin suçlamalarının itham ve iftira olduğunu çokları biliyor. Hocaefendi de farklı zamanlarda, “Kâfirin yapmadığını yaptılar.”, “Bunların günahlarını tartacak kantar yok, mahşerdeki kantar bile kırılır.”, “Yaptıkları Müslümanlıkla değil insanlıkla bile telif edilemez.”, “Kötülük yapmaya doymuyorlar, ahiretlerini berbat ediyorlar.”, “Haset ve hazımsızlıklarına yenik düştüler, paranoya yaşıyorlar.”, “İntikam hissine doyamıyorlar.”, “Hazır harmana konmak istediler ama onu da mahvettiler.”, “Ülkeyi kupkuru bir çöle çevirdiler. Millete en büyük ihaneti yaptılar. Her gelen ülkeye bir şey kazandırdı. Bunlara da bu kazanımları tahrip etme düştü.”, “O kadar duygusuz, hissiz ve insafsızlar ki kanun nizam müsait olsa elli bin insanı asarlardı.”, “Haccac’ın, Yezid’in yaptığını yaptılar.” gibi ifadelerle bunu defalarca dile getirdi.
Bununla birlikte ortada bir yıkım varsa mutlaka bunun bize bakan yönleri de vardır; dolayısıyla muhasebesi yapılmak ve ders alınmak zorundadır. Nitekim Hocaefendi’nin de bu süreçte en çok üzerinde durduğu konulardan biri muhasebe ve kendimizle yüzleşme oldu. Bu konuda Çağlayan Dergisinde bir dizi makale kaleme aldı. Fakat o, daha ziyade meseleye Allah’la ilişkimiz açısından yaklaştı.
Yaşananları, ihlas-ı etemmi elde edemeyişimize, gerçek tevhide ulaşamayışımıza, sorumluluklarımızı tam yerine getiremeyişimize, kendimizi vaz geçilmez sanışımıza, müesseselere çok takılmamıza, zalime destek vermemize vs. bağladı ve öncelikle istiğfar etmemiz, kaçırdığımız şeyleri telafi etmemiz ve eksiklerimizi tamir etmemiz gerektiğini söyledi. Yani Hocaefendi’ye göre yaşanan bunca yıkımdan sonra herkesin tek tek kendini gözden geçirmesi, kendiyle yüzleşmesi ve nefsini ciddi bir muhasebeye tâbi tutması gerekiyordu.
Hocaefendi, elbette olayları sebepler planında da değerlendiriyor ve bunun muhasebesini de yapıyordu. Mesela, hüsnüzannımıza yenik düştüğümüzü, ehven-i şerreyn görerek bize zulmeden adamlara önceden destek verdiğimizi, kuzunun kurt olduğunu anlayamadığımızı, güzergâh emniyetini sağlayamadığımızı, bu kadar şirretlik yapacaklarına ihtimal vermediğini, gaflete düştüğümüzü, aldandığımızı söylüyor ve bu hataların tekrar etmemesi için her bir hatanın birer muallim gibi kabul edilmesi, daha sonra yapacağımız hizmetlerde bu tür yanlışların mutlaka nazar-ı itibara alınması gerektiğini ifade ediyordu.
Musibeti İkileştirmeyin
Bolluk, genişlik ve zafer zamanlarında uhuvvet ve kardeşliği korumak kolay olsa da sıkıntı, darlık ve hezimet anlarında insanlar genellikle birbirlerine düşerler. Yaşanan acı ve felâketlerin sorumlusunu ararlar. Kimse kendine dönüp bakmaz da kendisi dışında sanık sandalyesine oturtabileceği suçlu bulmak ve ondan hesap sormak ister. Nerede yanlış yaptıklarını düşünür, sistem ve kurumlarını eleştirir, birbirlerini suçlarlar. İşte bu noktada adımlar dikkatle atılmaz, atf-ı cürümlere girilir, birlik ve beraberlik korunamazsa zalimin yapamadığını mazlumlar kendi elleriyle yapar ve hizmet kervanını dağıtabilirler.
Bu yüzden Hocaefendi, kendisi bu süreçte sürekli birleştirici olmaya çalıştığı gibi, sevenlerine de her daim kendi içimizdeki birliği korumanın çok önemli olduğunu söylemiştir. “Canımıza kadar her şeyimizi kardeşlerimize vermeye amade olmalıyız. Bir kardeşimizin cana mı ihtiyacı var, ‘Acaba benimki ona uyar mı?’ demeliyiz. Eğer bir topluluk böyle bir kıvam ve kardeşliği elde edebilirse, kimse onlarla başa çıkamaz!” demiş ve ardından da, “Acaba bu kıvam korunuyor mu?” sorusuyla endişesini dile getirmiştir.
Bununla birlikte, realitelerin farkında olan Hocaefendi, herkesin immün sisteminin aynı güçte olmadığını, dolayısıyla bu süreçte bazılarının bu birlik ve beraberliğe zarar verebilecek adımlar atabileceğini hatırlatmış ve bunların da tabiî görülmesi gerektiğini söylemiştir. “Ehl-i dünyanın en büyük zulmüne katlanmışız, kendi aramızdaki küçük sıkıntılara neden katlanmıyoruz.” sözleriyle hizmet insanlarını hoşgörülü ve birbirlerini affedici olmaya çağırmıştır.
Vazifeye Devam
Hizmet hareketi hakkında dört bir koldan öyle korkunç bir karalama kampanyası başlatıldı, algılar öyle manipüle edildi ve öyle bir psikolojik harp yürütüldü ki yıllardır insanlık için yapılan en hayırlı ve en masum faaliyetler bile suçmuş gibi gösterildi. Hizmeti yakından tanımayan, bilmeyen insanların birçoğu atılan yalan ve iftiralara inandığı gibi, ömrünü bu işe vakfetmiş adanmış ruhların arasından da bazı kimselerin kafasında soru ve tereddütler oluştu. Hatta kimileri kendisiyle çelişme pahasına yürüdüğü yola kahretmeye başladı. Kendi masumiyetlerinden şüphe etmeyen ve yapılan zulümlerin farkında olan bazı kimseler ise “Acaba bir süre her şeyden el etek mi çeksek?” demeye başladılar. Oysaki zalimin istediği de zaten buydu.
Bunun farkında olan Hocaefendi her fırsatta sevenlerine “durmak yok, hizmete devam” dedi. Hatta enerjimizi, cehdimizi, gayretimizi, himmetimizi katlayarak yola devam etmemiz gerektiğini söyledi. “Karşı tarafın hınçla üzerimize gelmesi, bizim vites yükseltmemize, hızımızı artırmamıza sebep olmalı.” dedi.
Onun şu sözleri bu konudaki duruşunu net olarak ortaya koyar: “Bizim asıl meselemiz bellidir ki o da Allah’ı tanıma, sevme, sonra da O’nu bütün âleme tanıtma ve sevdirmedir… Yaptığınız işlerin gayeye uygun olup olmadığından yana en küçük bir tereddüt içindeyseniz kafa kafaya verin, ortak akla müracaat edin ve yürüdüğünüz yolu bir kere daha gözden geçirin. İşin içinde bir hata olup olmadığını kontrol edin. Bütün bunları on kere test ettikten, gözden geçirdikten sonra yürüdüğünüz yolun doğru olduğuna, sizi yolunuzdan döndürmek isteyen kimselerin yaptıkları şeylerin zulüm ve haksızlık olduğuna, yaptığınız hizmetlerin de insanlık adına büyük hayırlar vaat ettiğine inanıyorsanız işte o zaman size düşen vazife, duruşunuzu korumak, yerinizde sapasağlam durmak, yaptığınız hizmetleri katlayarak devam ettirmektir.”
Hocaefendi’ye göre bu süreçte şartlar elvermediği için yeni adımlar atılamasa ve yeni kazanımlar elde edilemese bile ne yapıp edip mevcut muhafaza edilmelidir. “Şu anda durumu hangi çerçevede korumak lazımsa o ölçüde korumalı. Vira bismillah deyip yeniden başlamak size çok zaman kaybettirir.” sözleriyle o, bu süreçte himmet ve gayretlerin öncelikli olarak nereye sarf edilmesi gerektiğine de işaret etmiştir.
Sebeplere Takılmadan Allah’ın İnayetine Güvenin
Hizmet gönüllüleri, bugüne kadar yapılan hizmetlerin fikir mimarı olarak gördükleri zatın sözünü dinledi; zorluklara aldırmadan, zalimin tehditlerini önemsemeden, her tür tehlikeyi göze alarak doğru bildikleri yolda yürümeye devam ettiler. Çünkü vicdanları rahattı. Masumiyetlerine güveniyorlardı. Yüz kızartacak, başlarını öne eğdirecek bir suç işlememişlerdi. Yürüdükleri yolun; dinin muhkematına, Hz. Peygamber’in (s.a.s) yoluna uygun olduğuna inanıyorlardı. Zorlukların, baskıların, zulümlerin bu yolun değişmez kaderi olduğunu daha baştan kabul etmişlerdi.
Ne var ki şartlar olabildiğine ağır. İktidarın birinci ve en önemli işi, cadı avı. Bu yüzden atılan her adım yakından takip ediliyor. Eldeki bütün imkânlar alınıyor. Mallar gasp ediliyor. On binlerce yetişmiş hizmet insanı hapislere atıldı/atılıyor. Bu yüzden kemmiyet itibarıyla süreç öncesi yapılan hizmetlerin onda birini bile yapabilmek mümkün değil. Belki kapatılan dergiler yerine yenisi çıkarılıyor ama abone sayısı çok sınırlı kalabiliyor. Arzu edilen projelerin tatbik edilebilmesi için ne mâlî kaynaklar yeterli ne de insan kaynakları. Bu da bazılarını ümitsizliğe sevk ediyor, onlara “Yapılan bu işlerle nereye varılır ki!” dedirtebiliyor.
Hocaefendi bu konuda da Hizmet insanlarına rehberlik ediyor, yol gösteriyor. Onlara düşen vazifenin, sahip oldukları imkân ve fırsatlar nelerse, bunları en iyi şekilde değerlendirmek olduğunu söylüyor ve neticeyi yaratacak olanın Allah olduğunu hatırlatıyor. Onun şu tür yaklaşımları bir kere daha yüreklere ferahlık veriyor: “Şartların elverdiği ölçüde gaye-i hayalimizi heceleyip durmalıyız. Bugün yapılan küçük işlerin gelecekte nasıl semere vereceğini bilemeyiz. Her yerde küçük küçük kıpırdanışlar devam etmeli ki bunlar yarın öbür gün umumî salaha vesile olsun. Damlaları deryaya çevirecek olan Allah’tır. Bakarsınız Allah yarın öbür gün hiç ummadığınız kimseleri yardımınıza gönderir, hiç ummadığınız kapılar açar ve yeni yeni inkişaflar lütfeder. Yeter ki yapılan hizmetler O’nun rızasına muvafık olsun.”
Zalimin İşini Kolaylaştırmayın
Daha düne kadar Hizmet gönüllülerinin açtığı müesseselerin açılışlarını başbakanlar, cumhurbaşkanları yapıyordu. Yaptıkları programlarda devletin önde gelen siyasetçileri, diplomatları konuşuyor ve kendilerine övgüler yağdırıyordu. Yurtdışındaki eğitim müesseselerinin açılışına, başbakanların gönderdiği referans mektupları yardım ediyordu. Hem AKP’li hem de diğer partilere mensup milletvekilleri âdeta Hocaefendi’yi ziyaret etmek için birbiriyle yarışıyor, onun hayır dualarını almak istiyordu. Yüzlercesi onu ziyaret etmişti.
Bugün ise tam tersi bir tablo var. Devleti ele geçiren zalim bir rejim, Hizmet hareketini bitirmek istiyor ve düşmana bile yapılmayacak insanlık dışı zulümleri kendi dindaşına, kendi vatandaşına reva görüyor. Hizmet insanlarını hem Hocaefendi’den hem davalarından hem de birbirinden koparmak istiyor. Onları, devletlerinin yanında yer almaya, hükümete biat etmeye, yargıya teslim olmaya ve “itirafçı” olmaya davet ediyor. Pek çok hizmet gönüllüsü ortalığın toz bulanık olduğu böyle bir dönemde ne yapacağı noktasında tereddüt içine düşebiliyor. Acaba özür dileme, yaranmaya çalışma, en azından susma, zalimin hışmından kurtulma adına bir çare olarak görülebilir miydi? Doğru olan polise teslim olmak mıydı yoksa saklanmak ve kaçmak mı? Bütün tehlikeler göze alınıp ülkede mi kalınmalıydı yoksa bir yolunu bulup başka diyarlara cebri hicretler mi gerçekleştirilmeliydi?
Hocaefendi’nin, “Zalimin zulmünü kolaylaştırmak, haksızlık yapan kimselere yaptıkları işte imkân ve fırsat tanımak da bir çeşit zulüm olduğu gibi, zalimin işini zorlaştırma ise bir çeşit ibadettir. Mü’minin, kendisine zulmeden birinin işini kolaylaştırması Allah’a karşı da terbiyesizliktir.” şeklindeki yaklaşımı pek çok insanın zihninde dönüp duran sorulara cevap verdi, onların nasıl hareket etmeleri gerektiği noktasında yol gösterici oldu. Bu öylesine temel ve anahtar bir yaklaşımdı ki herkes atacağı adımlarla zalimin işini kolaylaştırıp kolaylaştırmadığını tespit edebilir ve buna göre bir hareket tarzı belirleyebilir.
Hocaefendi’nin şu sözü ise zulme ve zalime bakışını göstermesi açısından fevkalâde önemlidir: “Eğer akıllarının köşesinden azıcık olsun özür dilememiz gibi bir düşünce geçiyorsa, bütün bütün akıllarını yitirmişler demektir. Mü’min, zalimden özür dilemez.”
Karakterinizden Taviz Vermeyin
Bu süreçte zalimler menhus emellerine ulaşma adına gasp, gözaltı, hapis, ihraç, adam kaçırma, işkence gibi her çeşit eza ve cefayı yaptıkları gibi, aynı zamanda hizmet insanlarının kuvve-i maneviyelerini çökertmek ve onları kendi çizgilerinin dışına çıkartmak için de yaptıkları hamlelerle sürekli onların sinir uçlarına dokunuyorlar. Mesela küçük çocukları, hamileleri, yeni doğum yapmış kadınları, aşırı hasta ve yaşlıları hapsettiler, her tür hakareti yaptılar, kadınların ırzına dokundular, çıplak aramalar yaparak hapishane ziyaretlerini işkenceye çevirdiler, onlara iş vermediler, açlığa mahkûm ettiler, mağdurlara yardımı bile suç unsuru saydılar… ve daha neler neler yaptılar.
Bunca kötülüğe nasıl karşılık verilmeliydi? Zalimin her geçen gün daha da küstahlaştığı, zulmünü daha da artırdığı, sürekli mazlumların malına, canına, itibarına, namusuna dokunduğu bir yerde yapılması gereken neydi?
Yapılan kötülüklerin sabır sınırlarını çok zorladığı bu ortamda bile Hocaefendi, o güne kadar ki çizgisinden, duruşundan taviz vermedi ve sohbetlerinde sevenlerine defalarca mukabele-i bi’l-misil kaide-i zalimanesine başvurmamalarını, ne tür kötülüklere maruz kalırlarsa kalsınlar, karakterlerinden, üsluplarından ve ahlâklarından zerre kadar taviz vermemelerini tavsiye etti. Aksi takdirde bizim de zalimlerin seviyesine düşeceğimizi, onlardan bir farkımızın kalmayacağını ifade etti. Zalimler, dinî, ahlakî, hukukî ve örfî bütün kırmızı çizgileri aşsalar bile, bu durumun bizim tek bir kırmızı çizgiyi aşmamızı bile meşru hâle getirmeyeceğini hatırlattı. Mü’minin aldanabileceğini ama kimseyi asla aldatmayacağını söyledi.
Bunun anlamı elbette zalimin zulmü karşısında hiçbir şey yapmayıp oturma değildi. Nitekim Hocaefendi de defaatle zulme karşı hukukî sınırlar içinde kalarak mücadele edilmesini, yalan ve iftiralar karşısında tavzih, tashih ve tekzip haklarının kullanılmasını tavsiye etti. “Olup biten hâdiseleri doğru dürüst sonraki nesillere aksettirmek için romanlar yazmak, filmler çekmek lazım.” dedi. “Çağın rezillerinin rezaleti bütün cihana duyurulmalı.” diyerek yapılan zulüm ve haksızlıkların bütün dünyaya anlatılmasını tavsiye etti. Yapılan zulümlerin, insanî değerlere düşmanlık olduğu dünyaya anlatılmadan ve dünya kamuoyu arkaya alınmadan zalimlerle mücadele etmenin çok zor olduğunu ifade etti.
Mesafeyi İkiye Katlamayın
Zalimlerin bütün medya gücünü arkalarına alarak Hizmet insanları hakkında yürüttükleri kirli propagandaları işe yaradı ve bazıları itibarıyla Anadolu insanı yavaş yavaş onlardan uzaklaşmaya başladı. Sadece siyasiler değil, bir süre sonra cemaatler, tarikatler, diyanet mensupları, ilahiyatçılar da onlara açıktan cephe aldı. Bir kısım komşuları, dostları, akrabaları ve hatta anne babaları onları yalnızlığa terk etti. Bu gerçekten büyük bir imtihan. Düne kadar sizi yere göğe sığdıramayan insanların, bugün size sırt dönmesi ve hatta düşman kesilmesi tahammül sınırlarını çok zorluyor.
Hocaefendi burada da bizi şaşırtmadı, “Siz yerinizde durun” dedi ve ekledi: “Karşı tarafın sizden uzaklaşmasına karşı siz de onlardan uzaklaşmak suretiyle aradaki mesafeyi ikiye katlamayın. Onların içinden gelecekte pişmanlık yaşayıp size dönen insanlar olacaktır. Onlara çok fazla yol tepme meşakkati yaşatmayın. Siz yerinizde durun, hatta bir iki adım onlara doğru yaklaşın ki geri döndüklerinde size kolay ulaşabilsinler.”
Hocaefendi sadece bugünü düşünen, bugüne takılıp kalan biri değil. Sürekli, “Siz, yarını olan insanlarsınız. Bugünlerin bir de yarınları var. Bugün yapılanları insanlar ileride değerlendirecek.” diyor, günlük düşünemeyeceğimizi söylüyor ve planların da buna göre yapılmasını istiyor. Ona göre yarın “keşke” dedirtecek adımlar bugün atılmamalıdır. Yarınlar adına bugünden bazı şeylere tahammül edilmeli. O, her fırsatta müspet hareketi tavsiye ediyor ve sevenlerini reaksiyoner tavırlardan sakındırıyor. Yaşanan acıların sinelerde oluşturabileceği öfkenin farkında olduğu için, sürekli yumuşaklık, mülayemet ve af üzerinde duruyor. “Türkiye için ne yapsak değer. O ülke bizim ülkemiz. Osmanlı ülkesi. İşin merkezi orasıydı. Halk, karşı tarafı haklı gördüğü ve sizi bilmediği için size karşı böyle davranıyor. İnşallah bir gün Türkiye’de taşlar yerine oturacak, bir kere daha orada ba’su bade’l-mevt yaşanacak.” gibi ifadelerle sinelerdeki kırgınlık ve öfkeyi yatıştırıyor.
Zaman ve Enerjinizi Boşa Tüketmeyin
Gündem çok yoğun, şartlar çok ağır. Mazlumiyet ve mağduriyetler son hızıyla devam ediyor. Zulüm süreci bir türlü bitmek bilmiyor. Zorba rejim bir türlü yıkılmıyor. Hemen her gün günah keçisi ilan edilen Hizmet hareketi hakkında çoğu uydurma ve çarpıtmadan ibaret olan haberler yapılıyor. Böyle bir ortamda insanlar olan biteni daha fazla merak ediyor ve bu yüzden çokları vakitlerini sosyal medyada geçiriyor. Ne var ki bunun pek çok kimse açısından bir faydası yok. Sebepler büyük oranda sukût etmişe benziyor. Yapacak çok fazla bir şey yok. Dahası, asıl yapılması gereken önemli işlerin ihmal edilerek aktüel konularla çok fazla meşgul olunması, genellikle ümitleri kırıyor, sabırları tüketiyor, zihinleri kirletiyor, zamanı israf ediyor.
Bu yüzden Hocaefendi’nin hâlâ devam eden bu zulüm sürecinde sıklıkla üzerinde durduğu konulardan bir diğeri de aktüel konularla zaman ve enerjinin israf edilmemesidir. Şu tespitler ona aittir: “İnsanlar aktüel mevzuların içine fazla daldıklarında asıl yapmaları gerekli olan önemli işleri ihmal etmekte, onlardan uzaklaşmaktadırlar.” “Eğer siz sürekli medyanın olumsuz haberleriyle meşgul olursanız moraliniz bozulmadan ve ümitsizliğe düşmeden dimdik ayakta kalamazsınız. Bağışıklık sistemi arızalı veya çökmüş olan bir ruhun, işlerinde başarılı olacağı ve ciddi bir hizmet ortaya koyacağına ihtimal verilemez.” “Şu anda bir dakikası bile boş geçirilmeyecek kasvetli bir dönemden geçiyoruz.” Ona göre bu süreç, Allah’a daha çok yaklaşmak, manevi yönden beslenmek, mağdurlara el uzatmak, yaşanan badireden çıkmaya çalışmak ve gaye-i hayalimiz istikametinde yürümeye devam etmekle değerlendirilmelidir.
Zaman, Muavenet Zamanı
İmkânlar çok kısıtlı ama ihtiyaçlar çok fazla. Hizmet adına yapılan plan ve projeler yeterli kaynak bulunamadığı için hayata geçirilemiyor, yeni insanlar istihdam edilemiyor, ihtiyaç duyulan müesseseler açılamıyor. Bütün bunlara rağmen Hocaefendi ısrarla “muavenet” diyor, Türkiye’de işsizliğe ve açlığa mahkûm edilmiş veya kendisi hapsedildiği için ailesi ortada kalmış insanlara mutlaka el uzatılması gerektiğini söylüyor. Bu konuda herkesin dişini sıkıp, imkânlarını zorlayıp, fevkalâde bir fedakârlık sergilemesi gerektiği üzerinde ısrarla duruyor. Meselenin önemini anlatma adına zannediyorum, “Eğer işe yarayacaksa beni de satıp parasını muavenete gönderin.” sözü yeterlidir.
Bugüne kadar Hocaefendi’nin hiçbir sözünü havada bırakmayan sevenleri de imkânlarının kısıtlı, şartların zor olmasına aldırmadan ellerinde avuçlarında ne varsa bir araya getirip muhtaçlara el uzatmaya çalıştılar. Hem de zalim rejimin bunu da suç unsuru saymasına, yakın takibe almasına ve engellemesine rağmen. Hocaefendi de bir taraftan hizmetlerin devam etmesini istiyor fakat Hizmetin en büyük kaynağının insan unsuru olduğunun da farkında. Bu yüzden önceliği onlara veriyor, zamanın kardeşlik zamanı olduğunu söylüyor ve bir kere daha rehberliğiyle Hizmet insanlarının önünü açıyor. Muaveneti sadece maddi yardımla da sınırlı tutmuyor, onların ızdırabını içimizde duymayı, dertlerini kendi derdimiz gibi görmeyi, onlar için yana yakıla dua etmeyi, ihtiyaç duydukları maddi-manevi her konuda onlara el uzatmayı da tavsiye ediyor.
Mağduriyet Psikolojisini İyi Değerlendirin
Hocaefendi, en kötü olayların bile güzel yanlarını, içinde sakladığı hayırları, neticede ortaya çıkaracağı faydaları görmeye çalışan biri. Yaşanan mağduriyet ve mazlumiyetlere de böyle yaklaşıyor. Bir taraftan tutunacak dalları kalmayan ve dara düşen insanların ızdırar hâliyle Allah’a dua edeceklerini ve Allah’ın da bu tür dualara icabet edeceğini ifade ediyor. Diğer yandan da mazlum ve mağdur bir hâlde dünyaya açılan insanların seslerini daha rahat başkalarına duyuracaklarını ve mesajını daha rahat sunacaklarını belirtiyor. Mesela bir sohbetinde şöyle diyor: “Daha önce bu sayıda dünyaya açılsaydınız bu kadar alaka duymazlardı. Şimdi mağdur ve mazlumlar olarak size bakıyorlar. Bu yüzden sunacağınız mesaja da daha fazla alaka duyabilirler. Bizim bu fırsatı çok iyi değerlendirip kendimizi bütün dünyaya anlatmamız lazım.”
Hocaefendi bir taraftan yaşanan mağduriyetler iyi anlatıldığı takdirde bunların muhatap olunan insanların şefkat ve merhamet duygularını harekete geçireceğini, mazlumlara karşı ilgi ve alakalarını celbedeceğini ifade ediyor ama diğer yandan “şefkat dilenciliğine” düşülmemesi gerektiği ikazını yapmayı da ihmal etmiyor.
Asimile Olmadan Entegre Olun
Kendi öz vatanlarında insan gibi yaşama ve inandığı gibi hizmet etme imkânlarının kalmadığını gören on binlerce hizmet insanı, nispeten demokrasi ve insan haklarının daha iyi olduğu Batılı ülkelere hicret ettiler. Ne var ki yeni bir ülkede hayata tutunmanın, oraya adapte olmanın, inandığı değerleri yaşamanın ve temsil etmenin birçok zorlukları var. Hocaefendi’nin, kendi değerlerini koruyup geliştirerek “asimile olmadan entegre olma” sözü de onlar için pek çok müşkülü çözebilecek anahtar bir yaklaşım. Hocaefendi, bir taraftan hicret edilen yerlerdeki insanlarla sarmaş dolaş olunmasını, onlara yakın durulmasını, onların bir parçası olduğumuz hissinin uyarılmasını tavsiye ederken, diğer yandan da sahip olunan değerlerin korunması ve kendimiz olarak kalınmasının altını çizmiş oluyor.
Zulüm Devam Etmez
Zulüm çarkları altında ezilen Hizmet gönüllülerinin en çok merak ettiği konu, yaşanan bu cadı avının ne zaman biteceğidir. Hocaefendi, şu minval sözleriyle sevenlerinin ümitlerini hep canlı tuttu: “Tarihte yaşamış tiranların sonlarına baktığımızda hepsinin nasıl acınacak hâle düştüklerini, kurdukları saltanatın nasıl başlarına yıkıldığını ibretle görürüz. Hayatları boyunca izzet ve alkış peşinde koşsalar da zillet ve rezalet içinde ölüp gitmişlerdir. Ne kurdukları refah ve saadet sarayları onları kurtarabilmiştir ne güvendikleri adamları ne de kurdukları saltanatları. Bugün mübarek yurdumuzun üzerine bir karabasan gibi çökmüş bulunan zalimlerin akıbetinin de başka türlü olmayacağına sizi temin ederim. Çünkü Allah, imhâl eder (mühlet verir) ama asla ihmal etmez. Küfür devam etse de zulüm asla devam etmez.” “Cenab-ı Hakk’ın bir gün bir çıkış lütfedeceği mülahazasını hiç kaybetmemek lazım. Ama miada, takvime gelince o, Allah’a aittir.”
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin bu süreçte söyledikleri elbette bunlarla sınırlı değil. Onun bu süreçte yayınlanan sohbet ve yazıları üzerinde yapılacak daha titiz ve detaylı bir araştırmayla bunlara daha başka maddeler de eklenebilir. Burada şunu ifade etmeliyiz ki eğer Hizmet insanları bu zorlu dönemde dimdik ayakta kalabiliyorlarsa, radikalleşmiyorlarsa, şiddete bulaşmıyorlarsa, doğru bildikleri yoldan vazgeçmiyorlarsa bunda Hocaefendi’nin rehberliğinin katkısı çok fazladır.
Yuksel Bey, meseleyi kapsamli ele almissiniz, tesekkurler.
Ben, yazida ifade edilmeyen bir hususa dikkat cekmek istiyorum.
Oncelikle hizmet bir lider hareketi ve bu liderligi hem maddi hem de manevi olarak HE ustlenmis. Hizmet bir lider hareketidir demek elbette onun bir fikir hareketi olmadigi anlamina gelmiyor. Ama lideri ile ozdeslesmis bir hareket. Liderin tarzi, sahsi tecrubeleri, meselelere yaklasimi, dini ve efendimizin hayatini anlamlandirma sekli hizmetin hem normal zamanlarda hem de keskin virajlarda durusunu belirlemis. Bunlari yukarida siz de yazmissiniz. Burada elbette Ustad ile baslayan cizginin de surdurulmesi soz konusu. Dolayisiyla meselenin teorik (fikirsel) altyapisi saglam. “Hizmet” zaten kelime olarak da “hizmeti imaniyye ve kuraniyye” tabirinin kisaltilmis hali degil mi?
Lider hareketlerinin en buyuk avantaji suphesiz degisim noktasinda daha dinamik olabilmeleri. Liderine maddi manevi inanan ve onu onaylayan bir kitleye yeni hedefler yeni ufuklar vermek ve zihinleri yeni hedeflere yonlendirebilmek guclu liderler icin izafi olarak cok daha kolay, elverir ki lider kendi icinde tutarli ve cizgisinde sabit kadem olabilsin. HE icin elbette bunun boyle oldugunu teyit etmek mumkun.
Hizmet tarihsel surecte bir cok yeniligin ya baslatani, ya da guzel bir fikri alip onu gelistireni olageldi. Ev acmadan, yurt ve okul acmaya giden surec, medya sektorune girme, okulcularin ortaasya, asya ve afrikaya acilimi, diyalog hizmetleri, is adamlarinin yurtdisina acilimi, tr’de farkli kutuplari biraraya getirme yoluyla demokrasiyi guclendirme, dunya ile diyalog kurabilecek evsafta kalifiye insana yatirim (akademisyen, entellektuel, sanatci, is adami, devlet adami, vb), AB uyum surecleri ile birlikte insan haklari ve ozgurlukler ile ilgili olumlu degisimlere destek, antidemokratik ve vesayetci sistemlerle mucadele, vs vs, liste uzatilabilir. Butun bunlarin arkasinda HE’nin bireysel liderligini, vizyonunu ve yonlendirmesini gormezden gelebilir miyiz? Elbette hayir.
Bugun gelinen nokta itibariyle ise, HE’nin sagligi iyi degil. Yasi 90’a dogru ilerliyor. Eskiden oldugu gibi yeni stratejiler olusturup, yeni acilimlar yapabilecek durumda degil. Halbuki, hizmet hareketi ile kendini ozdeslestiren insanlarin her biri, hayatlarinda hic yasamadiklari kadar zor sureclerden geciyorlar. Hem Turkiye’dekiler hem de yurtdisindakiler icin bu boyle. Turkiye’dekiler icin baski zulum bitmedi; maddi imkansizliklar, zorluklar, yanlizlik, dislanmislik vs. Yurtdisindakiler icin de ayni; uyum problemleri, PTSD, genclerin ve cocuklarin yasadigi sikintilar, ailevi bolunmuslukler veya huzursuzluklar, vs vs. Butun bunlara ragmen, herkes bir sekilde karanlikta kendine bir yol bulmaya calisiyor. Kimisinin durumu daha iyi, kimisi hala ugrasiyor. Diyecegim o ki, yeni donemde, Turkiye merkezli bir hareketten, bati merkezli bir harekete donusmeye calisan hizmetin ve bu donusumun icindeki fertlerin onunde 80’lerdeki gibi, 90’lardaki gibi bir lider olmayacak. Hayatin icinde, detaylara hakim, dunyayi okuyan, insanlara dokunan bir lider artik yok. Hepimizin bildigi HE artik yok. Bu durumu biran once kabullenmemiz lazim. Bunu aslinda en once kabullenen de HE’nin kendisi. Heyetler, sekreterya vs vs hep bununla alakali. “Bir bosluk olusmasin”. “Hedefler ve vizyon aynen devam ediyor, elimizi gevsetmeyelim” Buraya kadar OK. Ama bu noktada, sahadan ve mutfaktan biri olarak soyluyorum, eksik olan bir sey var.
Eksik olan sey stratejik akil. Stratejik akil bugune bakmaz, yarina bakar, ve bugunu yarinin ihtiyaclarina gore tasarlar, dusunur. HE’nin yillarca yaptigi gibi. Yukarida yazdim. Bunu bir bosluk olarak sanirim herkes hissediyordur. Mevcudu korumak icin bile stratejik akla ihtiyac var. Insanlari kusturmemek icin, yabancilasanlara sicak bir ortam olusturmak icin. Bulundugumuz ulkelerde deger uretebilmek icin. Ve bunu merkezi bir mantikla yapmanin ne kadar zor oldugunu hepimiz yasiyoruz. Cok buyuk hedeflere ve vizyonlara da ihtiyacimiz yok aslinda. Dunyayi fethetmeye de gerek yok her isimizde. Daha basit dusunerek, katilimciligi arttirarak, lider hareketinden taban hareketine donuserek bunu yapabiliriz diye dusunuyorum.
Kritik mevzu su: Stratejik akli liderden tabana yaymak lazim. Bati demokrasileri boyle isliyor. Sendikalar bu yuzden guclu. Spor klupleri, dernekler, vakiflar bu yuzden guclu. Demokratik katilim her yerde. Bizler de kendi icimizde kavga dogus ile, gonul koyma ile, kendini geri cekme ile, abiye / ablaya / hocaya vs kizarak degil, davet beklemeden inisyatif alarak, sahaya inerek, hizmetlerin edilgen bir parcasi olarak degil, etkin bir parcasi olarak stratejik aklin bir parcasi olmamiz lazim. Bulundugumuz ulkelerin toplumlari gonullulugu, aktivizmi bizlerden cok cok daha onceden kesfetmisler. Hepimiz goruyoruz. O yuzden sizlanmayi birakip stratejik akli olusturmamiz lazim. Kendimizi geri cekerek kendimizi cezalandiriyoruz, coluk cocugumuzun gelecegine zarar veriyoruz. Bu acidan hepimizin sapkamizi onumuzde koyup tekrar dusunmemiz lazim.
HE’den sonra hizmetin icerisinden yeni bir lider cikma ihtimali sosyolojik ve kulturel olarak mumkun degil. Liderler kendi hareketlerini olustururlar. Herhangi bir hareketi devralmazlar. Ustad sonrasinda da ayni sey yasanmis. Talebelerinden biri devam ettirmemis. Dolayisiyla, HE sonrasi hizmetin lideri kim olur vs tarzi sorular anlamsiz sorular. Bundan sonrasi kollektif liderlik. Biz sahip cikacagiz ve hizmet duygu dusuncesi devam edecek. Edilgen degil, etkin olacagiz. Mazaretleri bir kenara koyacagiz.
Uzun oldu. Tesekkurler.
Not: “HE sonrasi hizmet” diye bir yazi enteresan olur degil mi? 🙂
Tebrikler, aynen katılıyorum.
Nesim bey, yorumunuza bende katılıyorum. Yüksel beyin yazısını tamamlar nitelikte olmuş. İkisi de değerli. Hakikat şu ki, zaman su gibi akıyor, hizmet kulvarımız eğitim üzerine kurulu idi hep veya eğitim üzerine bina edilmiş çeşitli meslekler üzerinden icra ediliyordu. Aslında, kalifiye inançlı insan kaynağı oluşturma desek yeridir. Olayı makamlar, mansıplar, titrler üzerinden ele alınıp, olur biz hizmetimize bakalım üzerinden bakmak da hatalı çünkü herkes hizmetini eğitimi üzerine bina ettiği alanlarda götürüyordu. Hizmet o işlerin bir nevi ta kendisinin şekil şartı idi. Haricini bilen insanlar da değiliz. Tahta da öğrencisiyle buluşan öğretmen, emri bil marufa yönelik ilhamlarını o bağlamda arada yansıtırken, bir kamu çalışanı emri bil maruf yapmasa da, nehyi anil münker ile hizmetini yapıyordu.
Herkes, eğitimi ve eğitimi üzerine bina ettiği meslekleri üzerinden götürüyordu bu iş. Tanımlamalarımız bu idi. Harici organize boyutundaki, Hadimlik vb konumlar da aslında sağlıklı işleyişin sürekliliğini sağlamak için yapısal bir unsurdu öz değildi.
Şimdi malesef, hepimiz Kermesler ve sohbetler üzerine indirgenmiş ortamlarda tanımlamaya çalışıyoruz kendimizi. Elbette başkasını yapma, olmaya da maddi imkandan çok daha fazla, beşeri kaynak müsaade etmiyor.
Statüsü mülteci olan, bulunduğu ülkenin dilini daha temel düzeyde dahi konuşma sıkıntısı yaşayan, mesleklerine uygun iş imkanlarına ulaşmanın bir nevi imkansıza yakın olduğu bir durumla da karşı karşıyayız.
Önceki yaşamlarında hizmetlerinin meslekleri, yahut eğitim geçmişleri üzerinden tanımlanan kim varsa, onlar adaptasyonun en zorunu yaşıyorlar ki bu kitlenin sayısı çok fazla.
Üzülerek görüyorum ki, yetişen bir nesil, Türkiyeyi de dahil edersek, kalifiye yetişmiş yüzbinlerce insan, bir çeşit tüm geçmişini çöpe atmış, yeniden hayata başlamış bir öğrenci gibi.
Bahsettiğiniz strajek aklı da işte burada gerekli görüyorum. Gerçeği kabullenerek, ama onun üzerine yeni şeyler bina ederek ilerleyebiliriz. Gördüğüm, bu konuda yetersiz kalındığı. Hizmet ile hayata gerçek anlamda adapte olma, geçmişlerine uygun işlerde istihdam edilme konusu dünyaya ait, maddiyata ait bir konu gibi görünse de, bamtelinin burası olduğunu düşünüyorum hep. En azından şu ana kadar bir çeşit ÜMİT ile bekleme vardı, ama artık o ÜMİT ile bekleme süresi ve gidilen ülkelerin tanıdığı entegrasyon süreci tamamlanmak üzere. Ve yine üzülerek görüyorum ki, çok yoğun emek verip başarabilen az bir kesim bir yana, tuhaf bir belirsizliği, ve istenmeyen bir geleceği Batı daki insanlar kabul etmek zorunda kalıcaklar gibi.
Bu ne demek?
Yıllarca burada olan, daha önceki fedakar gurbetçilerden bir farkı olmamak demek. Bu bir eleştiri değil tespit.
Sermayelerden en büyüğü olan zaman sermayesi malesef entegrasyon sürecinde pek iyi kullanılmadı. Stratejik bir yaklaşımla, Batıdaki insanların dillerini çok iyi öğrenmeleri, geçmişlerine göre yahut hedeflerine göre en idealini hedeflemesi tahşidatları yapılmadı. Zaten, kendiliğinden olacak, insanlar gönlünden vereceği muavenet, kurban, gideceği kermes, piknik, haftalık sohbet döngüsü kuruldu.
Bu nedenle daha önceden gelen samimi yerli hizmet insanlarından biri haline geliyoruz. Oysa onların bizden beklentileri çok başka idi. Yani onlar bizi kendilerinden farklı görüyorlar, sizler eğitimli insanlarsınız, Allah sizi buraya sevk etti derken, daha farklı yöntemlerle ruhların ilhamlarının aktarılacağını düşünüyorlardı.
Ulaştığımız, buluştuğumuz yerde hepimiz aynıyız. Hatta, onlara ulaşmak bir nevi hayal.
Hizmet insan demek. Hizmeti ayrı, insan ayrı görülmese de, kendisini tamamlayamamış insanlardan oluşmuş insanlardan oluşmuş hizmet de hiçbir zaman tamamlanmamış olabilir.
Bir insan, burada nasıl tamamlanmış, olmuş olur sorusu uzun bir konu, ip uçlarını yorumumda da verdim.
Ama özetle söylersem Nesim bey, evet, yorumunuza katılıyorum.
Mevcudu muhafaza, Türkiyedeki zulmün bitmesi vb bekleme süreçleri içinde çok önemli birşeyi gözden kaçırıldı, yahut bilinmesine rağmen sebebini bilmiyorum, tahşidat, gayret yönüyle üzerine gidilmedi.
O da, gelen insanların oryantasyon sürecini büyük bir fırsat bilip, o yılları en optimum kullanıp, her yönüyle hayata lütfen adapte olun, şunu yapın, bunu yapın, eğitin biz manen arkanızdayız tahşidatının yapılmaması.
Sanırım bunun en büyük sebebi güncel hedeflerin etkileneceği kaygısı.
Sohbetlere gelmeyi etkiler, organizelere gelmeyi etkiler yönü.
Bunu hadimlerin görev bilmemeleri.
Sebebi de belki onlara bunun görev olarak tevdi edilmemesi.
Oysa, en önemli herşeyden öncelikli bir numaralı Batı da hizmet başlığı bu olmalıydı. İnsanın yetiştirilmesi.
Zaman doldu, 7 yıl geçti, gördüğümüz herkesi baştan yetişmiş gibi görülmesi. Maddi manevi hazırmış gibi görüp, hizmet başlıkları açılması.
Tohum metaforunu, tohumun çekirdekten başlayıp, sulana sulana, çatlamasına büyümesine, taşı toprağı yarmasına yönelik ögeleri o kadar kullanan bizler, malesef en önemli en kritik süreçte göz ardı ettik.
Herkes birer tohumdu, çiçek açmış, neşvünema olmuş halde değildi.
Dünyevi gerçeklikten kopuk, yahut geri plana atılmış,aldırmamışlık, benim geçmiş yıllarda gördüğüm en büyük Stratejik hata.
Çok büyük birşey yapılmaya gerek yoktu oysa.
Tahşidat, telkin, moral motivasyon için zinde tutam zihni, ve ana motivasyonu o eksende tutma.
…onların bizden beklentileri çok başka idi. Yani onlar bizi kendilerinden farklı görüyorlar, sizler eğitimli insanlarsınız, Allah sizi buraya sevk etti derken, daha farklı yöntemlerle ruhların ilhamlarının aktarılacağını düşünüyorlardı….
Hahaha!!! Birakin kendizi ustten bakmayi, dunyada bir tek siz super beyinsiniz, siz okumussunuz. ‘Bizler’ de sizi bekliyoruz?? Bu neyin kafasi yahu? Bu buyukluk, gurur … ne dersen birakin bu kafalari.
Ferit abim, kardeşim; şöyle başlayım ilk baştan.
O sözleri ben söylemedim güzel abim, kardeşim. Başta belirteyim. Bir mültecinin, ortalama kaderi ne ise onu yaşayacağımızı geldiğim ilk zamanlarda dahi fark eden birisi olarak oldukça gerçekçiydim de. Ama olay şu. Bir çay ortamı, bir toplu ortamda bizzat, yerli abilerden farklı kişilerden farklı defalar bizzat duymuştum. . Bu bir hüsnüzan. Dahası da vardı. Bizzat ben demiş olsaydım güzel kardeşim, haklıydın vur yerden yere. Ama bizzat söylendiği için aktardım. Kaldı ki, zaman öyle olmadığını, şu ana kadar öyle olduğunu gösterdi yada. Çok haklısın, ben kimim de, beklesin birisi benden birşey. Kendi adıma okeyim. Küçümsemiyorum birşeyi, tersine değişik bir bağlamda, biz böyle eğitim cemaatiyiz, eğitimli inanlarız vs diye düşünsek de, geldiğimiz ülkelerde durum bu, yıllardır burada olan abilerimiz ne ise biz oyuz. sadece sayı x iken atıyorum 3x oldu. Stratejik bir planlama yok diyen Nesim beyin yorumuna katkı idi. Cımbızla da satır seçip, bütünün ruhunu kenara koysan yine olur derim de, güzel kardeşim o cımbızla seçtiğin şeyi ben söylemedim. Ben ilk geldiğimde de, yorumum içindeki manayı ifade eden uyarıları kendi çapımda etrafıma yaptım, kendim de o doğrultu da emek verdim. Biz mülteciyiz, dili öğrenmezsek, çok çok çalışmazsak, mültecinin kaderi ne ise onu yaşarız demişimdir kaç defa. Bizler sizlerden ne bekliyoruz? sorusunu sormuşsun ki harika bir soru. Ama yazının konusu değil. Tekrar okumanızı rica edicem yazdığımı. Çok özür dilerim, dam başında Saksağan vur beline kazmayı olmuş , cımbızla seçtiğiniz yer. Ben neden bahsediyorum, siz onun içinde neyi seçiyorsunuz. Zaten sorunumuz bu. Ben yazı da bir şeyi az etraflıca anlatmasam, algı da seçicilik biri tutup yerden yere vuruyor, yorumumu bu mantıkla okursan, vazifeli bir hadim abi de yanlış zanda bulunmuşsun der, biri vay hizmeti stratejisizlikle suçlayorsun, biri vay böyle zamanad yeri mi. Güzel kardeşim Ferit, yazının bütününde kendimce bir durum tespiti yaptım.
Özü bu.
Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal.
Kaldı ki, tükürmedim de.
Az insaf güzel kardeşim az insaf. Bu nedenle birşeyi tartışamıyoruz. Bana mı laf etti acaba ile herkes dikenini çıkarıyor.
Ferit kardeşim, yorumu tekrardan zinde kafa ile okumanı isterim. Hayırlı bayramlar güzel kardeşim.
Stratejik akil sisteme nasil katkida bulunabilir? Bunun icin 2 alandan ornek verecegim.
Birincisi ingilizce’de “Accountability” dedigimiz alan.
“Hesap verme sorumlulugu” olarak cevirilebilir. Bir organizasyon dusunun ki executive level’da (icra seviyesinde) is yapan insanlar, idareciler / yoneticiler, bu yaptiklari icra ile alakali oturup icra’nin haricinde birileri (ayni organizasyonun parcasi birileri) ile yapilan icrayi masaya yatirmasinlar. Eger bu yapilmiyorsa, ortada, yeni geldigimiz bati ulkelerinde kabul goren kriterlere gore, duzgun bir organizasyon yapisi yok demektir. Biz kendimizi hangi aynada gorursek gorelim, eger bu tarz bir iletisim yoksa, bu organizasyon basarisiz bir organizasyondur.
Peki ne gorusulecek bu “icrayi masaya yatirma” toplantilarda ? Idare / icra sunu diyecek: “Sunlari sunlari yapacagiz demistik, ve sizlerle birlikte hedef olarak belirlemistik. Gecen sure zarfinda su konularda mesafe aldik ama su konularda hala calisiyoruz, su alanlarda da kendimizi gelistirmeye ihtiyacimiz var, ve maalesef su konularda da bekledigimiz acilimi saglayamadik, vs vs”. 6 aylik veya yillik bir degerlendirme raporu / sunumu / calistayi. Ote yandan, diger taraf da (kolay anlasilmasi icin yonetim kurulu diyelim onlara da) ne diyecek icraya: “Gayretleriniz icin tesekkurler, bahsettiklerinize ek olarak, su konularda belirli riskler oldugunu goruyoruz, kaynaklarin su sekilde kullanilmasinin daha dogru olacagi kanaatindeyiz, bize bununla ilgili bir calisma yapasaniz ve konuyu tekrar ele alsak, vs vs”. Elimizi vicdanimiza koyup diyecek olursak, hizmetin bunu yapabilecek kadar olgun insanlardan mutesekkil oldugunu soyleyemez miyiz?
Bu noktada detayda 2 sey onemli … Bir, surudurulebilirlik adina, hem icrayi temsil eden arkadaslarin (bir sehirde veya bir ulkede) bu yaklasima acik olmasi lazim, ve hem de tabanin bu konuda talepkar ve ilgili olmasi lazim. Ikisinden biri olmayinca sistemin surdurulebilir olmasi cok zor. Ikincisi de, bu tarz bir gorusmenin, sorumlu olan kisiler (icra) ile onlarin bagli oldugu diger sorumlular (yine icra) arasinda degil, sorumlular (icra) ile tabandan kisiler arasinda olmasi. Oncelikli olarak mutevelli ile, dernekler varsa derneklerin yonetim kurulu baskanlari ile, tabanda etki gucu olan isimlerle, yani tecrubeli isimlerle. Kavga dogus yapmadan, bagirip cagirmadan ve kimseyi dislamadan. Bu tarz bir karsilikli degerlendirme ortaminin uretecegi degerler ile alakali o kadar cok sey soylenebilir ki.
Stratejik aklin katkida bulunabilecegi 1. alan accountability idi.
Diger bir alan ise “kaynak yonetimi”‘.
Burada kaynak tabirini sadece finansal kaynaklar olarak ele alamamak lazim. Daha genis bir perspektiften bakmak lazim konuya. Mesela hizmet “markasi” bizim icin bir deger degil mi? BU markanin bulundugumuz ulkelerde temsili / yonetisimi ile alakali uzun vadeli perspektiflere ihtiyac yok mu? Hizmet kurumsal olarak kendini nasil sunuyor, nasil bir iletisim politikasi var, hangi degerleri ile gorunur ve kimlerle nasil bir diyalog on goruyor? Resmi otoritelerle nasil, yerelllerle nasil, diger musluman topluluklarla nasil bir iletisim politikasi kurgulamak lazim?
Kaynaklarin yonetimi kavrami cok genis bir kavram:
1.”Finansal kaynaklarin yonetimi” hemen akla gelen husus, yatirimlar vs. Fakat bu meselenin bir yonu.
2. Yukarida dedigim gibi, “hizmet markasinin yonetimi” ve temsilini bu kapsamda dusunmek lazim.
3. Ve yine, “insan kaynaginin yonetilmesi” stratejik bir alan olarak ele alinabilir. Burada sadece hizmette gorev alana arkadaslarin bir yeden bir yere tayin vs hususlarini kasdetmiyorum. Genclerin universiteye girislerinden, mezuniyetlerine ve sonrasinda devam eden sureclerini de dahil ederek soyluyorum. Kendi cocuklarimizin saglikli yonlendirilmesi. Yurtdisi stajlar, gap-year’lar, egitim ve seminerler, vs vs.
4. “Faydali bilgiye hizli ulasim ve paylasim” basligini sayabiliriz mesela. Yeni multeciler icin belki en onemli konu basliklarindan bir tanesi bu olabilir.
5. Ve yine belki de en onemlisi, yukaridaki basliklar ile alakali “surdurulebilir surec yonetimi” altyapisinin olusturulmasi. Devamliligin saglanmasi. Kisilere bagimli olmayan, kurumsal ogeleri agir basan bir altyapinin olusturulmasi.
Hasili kelam, stratejik akil onemli. Insallah olur.
Degerlendirmeler cok yerinde.Yararli buldum.Umariz bu tespitler harekete yon verenlerce dikkate alinir.Tesekkurler
Elhamdulillah, seviyeli yazilar ve yorumlar da oluyor. Imanini, kimligini, kisiligini kaybetmeyen herkese selam olsun- bizleri de iclerinde bulundursun.
Bırakın bu menfaat çetesini
Ağzınıza sağlık