CEMİL TOKPINAR | YORUM
1 Aralık’ta vefat yıldönümünü idrak ettiğimiz Mustafa Sungur Ağabeyin adını çok küçük yaşlarda duymuştum. Risaleleri ve hatıralarını okudukça ona olan sevgimiz şiddetlenmişti. 1981 yılında İlahiyat Fakültesinde okumak için İstanbul’a geldiğimizde ise görüşüp tanışmak nasip oldu.
Fakültede öğrenci iken kaldığımız Bağlarbaşı dershanesine müsait olduğu haftalar gelir, kendine has bir şekilde ders yapardı. Dersten sonra kendisini soru yağmuruna tutar, hatıralarını anlattırırdık. Bir akşam Üstadın namazını sormuştuk. Anlatmayla kalmayıp bizzat taklit etmişti.
İlk tanıştığımızda ismimi sorunca, “Cemil, tesbihatın başında.” demiştim. “Başında değil, tesbihatın içinde, İsm-i Âzam duasının başında!” diyerek düzeltmişti. Memleketimi ve ailemi sorunca, “Bolvadinliyim, annem babam Risale-i Nur’u yazmış ve Üstad Hazretlerini tanıyorlar.” cevabını verince, “Öyle mi? Sizler Üstadın evlâtlarısınız.” diyerek iltifatta bulunmuştu.
Sungur Ağabeyi öyle çok severdik ki, Risale derslerinin yapıldığı Cumartesi akşamlarını iple çekerdik. Kendisine has bir okuyuşla yaptığı derslerden en tatlı bir musikîyi dinler gibi zevk alırdık. Risale-i Nur’un tamamına o kadar hâkimdi ki, okuduğu konuyla ilgili bir bölümü aradığında hemen orayı kolayca bulup okurdu.
Üstada mektup yazınca tutuklandı
Mustafa Sungur Ağabeyin kısaca hayatından bahsedelim. 1929’da Eflâni’de doğdu. İlkokuldan sonra Kastamonu’daki Gölköy Köy Enstitüsüne kayıt yaptırdı. Çok çalışkan bir talebeydi. Enstitüde dine karşı takınılan olumsuz tavra rağmen gerek ailesinde bulunan hocalar vesilesiyle gerekse küçükken aldığı dinî eğitimin tesiriyle çok fazla etkilenmedi.
Risaleleri 1946 yılında, Ahmet Fuat Efendi ile Safranbolulu Keçeci Mehmet Efendi vesilesiyle tanıdı. Said Nursî Hazretlerini tanıdıktan kısa bir süre sonra, ona hitaben mektuplar kaleme aldı. Üstad da gönderdiği bir mektubunda “Nurun küçük kahramanlarından Mustafa Sungur” ifadesini kullanmış, onun hizmetlerini övgü dolu sözlerle takdir etmişti.
1947’de Emirdağ’a gidip Üstadı ziyaret ederek iltifatlarına mazhar oldu. 1948’de Üstadı Afyon Hapishanesindeyken ziyaret edip mektup yazdığı için tutuklanarak mahkemeye çıkarıldı ve altı ay ceza aldı.
1949 senesinin Nisan ayında köyüne dönen Mustafa Sungur, 5 ay ceza aldığı için memuriyetten de çıkarıldı. Mustafa Sungur, Afyon’da Bediüzzaman’la beraberken, İzmir taraflarında imam olan babası Mehmet Efendi, onu Bediüzzaman’a şikâyete geldi. Üstad onunla görüşüp ikna etti. Böylece Mustafa Sungur, artık Risale-i Nur dairesi içinde, hiç çıkmamak üzere bulunmaya devam etti.
1954 yılından 1960’a kadar doğrudan Bediüzzaman’ın hizmetinde bulundu ve onun vasiyetiyle varisleri arasında yer aldı. Bu süre içinde Risale-i Nur’u ve hizmet düsturlarını bizzat Üstaddan ders aldı. Hayatı boyunca takip edildi, defalarca sorgulandı ve hapse girdi.
Fedakârlıkta zirve şahsiyetlerdendi
Mustafa Sungur Ağabeyi anlatırken bir yönünden bahsetmek yetersiz olur. Çünkü o ihlâs, samimiyet, sadakat, fedakârlık, muhabbet, vefa, şefkat, uhuvvet, tesanüt, ittihad gibi hususlarda öne geçen kahramanlardandı.
Babası Mehmet Efendi İzmir dolaylarında imamlık yaparken annesi Cemile Hanımla eşi Emine Hanımı ve yeni doğan çocuğunu köyleri olan Çalışlar’da bırakıp Üstadın hizmetine koşmuştu. Tekrar köye ziyarete geldiğinde oğlu Ahmet iki buçuk yaşına girmişti.
Değil iki buçuk sene, iki buçuk saatin bile hesabını soran nefsimizin ve ailemizin bu hatıradan alacağı çok ders var.
Bu fedakârlığı, vefat ettiği 1 Aralık 2012’ye kadar devam eden Sungur Ağabey köyünü ziyaret ettiği bir sırada hanımının bir ineklerini sattığını öğrenince, “Bunun parasını Ankara’da yeni alınan dershanemizin ödemesi için kullanalım mı?” dediğinde Emine Hanım hiç tereddütsüz kabul etmişti.
Üstad: Hayatım, hayatınla devam edecek
1984 yılında birlikte kaldığımız Zeki Sarıtoprak Ağabey, “Bende Mecmûatü’l-Ahzab’ın bir cildi var. Sungur Ağabeyden almıştım. Ona verebilir misin?” dedi. Benim için büyük bir şeref ve mutluluktu. Hemen kabul ettim.
Sungur Ağabeyin evine gidip zile bastığımda kapıdan verip döneceğimi sanıyordum. Kapıyı açıp selam verdiğimde, tebessüm ederek, “Ve aleyküm selam, buyurun” deyince sevinçle içeri girdim. Bayramdan birkaç gün sonraydı. Anadolu’dan gelmiş bir ağabey daha vardı.
Ben sanıyordum ki, Sungur Ağabey müsait değildir, birkaç dakika oturup gitmek zorunda kalacağım. Hiç öyle olmadı. Sohbet, hatıra, ders, namaz, tesbihat ve kahvaltı derken tam yedi saat yanında kaldım.
O ziyaretime ait çok hatıram var. Bunlardan birisini paylaşmak istiyorum.
Sungur Ağabey, Hocaefendiyi çok sever, hizmetlerini takdir ederdi. Onun müstesna ahlâkını ve uhuvvet ruhunu gösteren bir hatıra anlattı. Üstadı görmüş ve neşriyat hizmetlerinde bulunmuş bir ağabey, Hocaefendiyi eleştiriyor. Sungur Ağabey de bunu Hocaefendiye aktardığında şu cevabı alıyor: “Ağabey, Üstad’a ve Risale-i Nur’a sadakatinden dolayı böyle söylüyor. Benim hizmet tarzımı, Üstad’ın tarzına uygun görmüyor. Üstad’a sadakatinden dolayı da böyle konuşuyor.”
Hocaefendi’nin bu cevabına öyle hayran olmuş ki, ellerini açarak şöyle dedi: “Allah Allah, o ona ne diyor, o ona ne diyor?”
Ben de bu hatıradan çok memnun olmuş, Hocaefendi’nin kırılmak ve feveran etmek yerine hüsnüzannına ve insanları anlamaya çalışmaktaki isabetine hayran olmuştum.
Üstad tarafından, “Sungur, hayatım hayatınla devam edecek.” ihbar ve müjdesini alan Sungur Ağabeyin Hocaefendi hakkında defalarca söylediği şu tesbit çok önemlidir: “Biz Üstadın varisleriyiz, Hocaefendi ise Üstadın vekilidir.”
Onun namazı muhteşemdi
Mustafa Sungur Ağabeyin namaz kılışını defalarca gördüm, imamlığında teravih dâhil birçok kereler namaz kıldım, namaz kılışını hayranlıkla seyrettim ve âdeta bakmaya doyamadım. Namaza niyet edişi, öne hafif eğilerek kılışı, bilhassa Fatiha’yı, sureleri, tahiyyatı okuyuşu bambaşkaydı. Bunları okurken tane tane ve yürekten okuyor, âdeta gözleri kayıyor, beyazı gözüküyordu. Sanki bir yokuşu tırmanır gibi, çok istediği bir şeyi almak için yalvarır gibi namaz kılışı vardı.
Onun namazını Fethullah Gülen Hocaefendi şöyle anlatıyor: “Kim onu öyle bal kaymak yudumluyor gibi, secdede ayrı bir derinlik, kavmede ayrı bir derinlik, hatta üzerinde namaz kıldığı halının nakışlarını görmeyecek kadar gözleri öbür âlemde, yanına gelmişler, gitmişler…
“Şimdi Sungur Ağabey’in ufkunu yakalayabilmek için Hz. Üstadın huzurunda bulunmak, o insibağı yaşamak lazım biraz. Onun gizli açık hayatında öyle enginliklere vakıf olmuşlar ki, bakışının bizim bakışımız seviyesinde kalması düşünülemez, çok farklı bakıyor, farklı görüyor. Biz bakar kör gibi bakıyoruz ona… Onu o hususî kıyafetiyle şöyle böyle bir insan olarak görüyoruz. Oysa onun mânâsı cismaniyetini aşkın olduğundan dolayı ihtimal o, mânâ da bir mecazîdir. Ama Allah o mecazî mânâya bir güç vermiş, kapıyı da kapamıştır. Onlar muhtevayı görüyorlar. Zarfa değil de mazrufa bakıyorlar. Belki zarf silinip gidiyor, tamamen mazrufu gördüklerinden, böyle bir görme her zaman olmuştur.
“Bugün dünyanın dört bir yanında hicret buutlu bir göç dalgası varsa, bu anil-merkez güçten kaynaklanmaktadır. Bu gücün arkasında arpa kadar bir şeyi hediye olarak kabul etmeyen Hz. Bediüzzaman vardır. Hulûsi Efendi, Zübeyir Gündüzalp, Mustafa Sungur, Bayram Yüksel, Abdullah Yeğin ve emsali dava erleri vardır. Hayatlarını Allah Resulünün Suffe Ashabı gibi geçiren ve Sahabe saffetinin temsilcileri olan kişiler vardır.” (Mustafa Sungur, İhsan Atasoy, s. 216)
“Resulüllah: Bediüzzaman’ın hizmetine geri dön!”
Sungur Ağabeyi ve hatıralarını bir yazıya sığdırmak, okyanusu kovaya doldurmak gibi imkânsızdır. Biz burada Prof. Dr. Niyazi Beki’nin Sungur Ağabeyden bizzat dinlediği muhteşem bir hatırayla yazımızı bitirelim. Beki’nin aktardığına göre Sungur Ağabey şöyle anlatıyor: “Üstadın hizmetinde kalbî vartalardan kurtulmak kolay değil. Sadece bu yönü bile büyük bir imtihandır. Çünkü kalbinizden geçenleri bilip sizi onunla muâhaze ediyor. Bir gün Üstadın hizmetinde beraber olduğumuz bir kardeşle aramızda kalbî bir gerginlik olmuştu. Üstad bizi gezmeye götürecekti. Gerginliği hissetti ki, tam arabaya bineceğimiz sırada, ‘Sungur, sen geri dön, Patnos’tan gelen mektuba cevap yaz’ dedi.
“Zahiren ‘Peki efendim’ dedim, efeliğe toz kondurmadım ama gelin içimdeki fırtınayı bana sorun. O kardeşin Üstadla gidip benim geride kalmam, gerginliğimi arttırdıkça arttırdı. Neredeyse isyan edecektim. Onu bana tercih etti diye düşünüyor, içim içime sığmıyordu. Büyük vartalara yuvarlanıyordum. Hatta bir ara içimden oraları terk edip gitmek geçti. Zihnimden önce Eflâni, sonra Ankara ve İstanbul’a gitmek geçti. Sonra en iyisi Ravza-yı Mutahhara’ya varıp Resulullah’a (s.a.v.) türbedar olurum dedim. Böyle düşünürken bir hal oldu, sanki sema yarıldı, Ravza-yı Mutahhara ortaya çıktı, içinden Peygamber Efendimiz (s.a.v.) göründü, ‘Sen Bediüzzaman’ı Türkiye’de bırakıp, buraya nasıl gelirsin? Doğru onun hizmetine geri dön!’ diye beni şiddetle azarlamaya başladı! Hayal değildi, sesini duyuyor ve zatını görüyordum.
“O hal gözümün önünden gittikten sonra içimdeki o gerginlik birden boşalıverdi. Kalbim kadife gibi yumuşak hal aldı. O kardeşime karşı menfi en küçük bir şey hissetmediğim gibi, o an gelse ayakkabısını silecek kadar ona karşı hürmet ve muhabbetle doldum.
“Hele Üstadımız dönüp geldiğinde, arabanın korna sesini işitip karşıladığımda, koluna girip merdivenlerden çıkarken, ‘Ooo benim Sungur’um!’ diye iltifat etmesi üzerine, içimde en küçük bir şey kalmaz, tam tedavi olurduk..” (Kaynak: https://www.risalehaber.com/mustafa-sungur-agabeyin-ardindan-14163yy.htm)