UĞUR TEZCAN | YORUM
Türkiye’de Hizmet hareketi mensuplarına karşı mafyalaşmış hükümet eliyle yürütülmekte olan soykırım süreci tam gaz devam ederken soykırımcı odaklar adına medya üzerinden yürütülen birçok algı operasyonu da hız kesmeden devam ediyor.
Medya üzerinden her söz söyleyen bizatihi böyle bir operasyonun parçası olmasa da ülkede hâkim hale gelen soykırımsal retorikten ve öfke atmosferinden etkilenerek durumdan malzeme çıkarmaya, birtakım fırsatlar ve statüler elde etmeye çalışanlar olabiliyor.
Bu algı operasyonları sadece, sistemi ele geçirme yönünde yine kendilerinin tertip ettikleri sahte darbe tiyatrosu yalanlarını idame ettirebilmek adına organize edilmiyor. Her soykırım aparatının temel işlevsel aygıtlarından olan ötekileştirme, aleyhinde toplumsal nefret oluşturma ve aşağılayıcı saldırgan söylemler eşliğinde fertlerin kişiliklerini ve dirençlerini, grupların da birlikteliklerini ve bir araya gelebilme ihtimallerini ve onların geleceğe dair ümit ve beklentilerini dinamitleme adına da sergileniyor bu tür gayretler.
Bu tarz ifadeleri kimlerin dile getirdikleri değil, sosyolojik, psikolojik ve politik bağlamda ne anlama geldikleri üzerinde durmak gerekiyor.
Mesela, 2012 yılından beridir Hizmet Hareketi’ne mensup insanları ülkede kimsenin sevmediğine, onları istemediğine, herkesin onlardan nefret ettiklerine ve bu insanların artık Türkiye’ye asla dönemeyeceklerine dair sözler sarf edenler oluyor.
Bu tarz söylemlere karşı geçenlerde eki Zaman Gazetesi yazarlarından Dr. Hamdullah Öztürk, bir video yayınladı. Cevaben yaptığı açıklamada, “Türkiye’deki asıl sorunun aydınların ülkenin geleceğine dair bir planı olmaması olduğunu” ve Hizmet insanının örgütlenmek adına değil bu eksiği kapatmak adına ve İslam’ın öğrettiği inançları kapsamında faaliyet yürüttüklerini hatırlattı. Ardından da kendisinin de Hizmet insanlarının da Türkiye’ye bir gün gelebileceğini, bunun Allah’ın bileceği bir şey olduğunu hatırlattı.
Bu bakış açısı hem duygusal hem de teolojik bir boyutu ifade etme adına önemliydi. Ancak ben meselenin soykırımcı çevreler ve maniple edilen toplum açısından geçerli olan psikolojik, sosyolojik ve politik boyutları ile ilgileniyorum.
Zira bu tür sloganik nefret söylemlerinin sosyolojik bir karşılığı yok maalesef. Dünya üzerinde hâkim olan faşist ve kolonyalist eğilimlerin nüfuz alanı devam ettikçe, benim ifademle, bu tür mantarımsı baskıcı rejimlere el altından verilen destekler biraz daha sürebilir ve yapay zulümler ve soykırımlar belirli bir süre daha devam edebilirler. Bu, o kısa süreli kazanımların etkisiyle sarhoş olmuş ve elde ettikleri güçle zalimlik oynayan fırsatçı birtakım çevreleri şımartmış olabilir. Oysa sosyolojik gerçekler ve tarihi gelişmeler bize hep göstermiştir ki arkalarında öyle birtakım odaklarca sağlanan güçlü yurtdışı destekleri olduğu halde bu tür baskıcı-mantar rejimleri diye ifade ettiğim yönetimlerin hayatları uzun süreli olmamıştır. Mesela Sırpların Bosna’da birkaç yıl sürdükleri soykırıma Batılı demokrasiler bir süre göz yummuş ama ABD Başkanı Clinton başa geçtiğinde bir anda bitirilmişti. Hakeza, kendi halkına zulmeden Saddam ve Kaddafi gibilerin akıbetleri de benim yaşımdaki neslin hafızalarında hala tazedir. Afrika kıtasında bir anda mantar gibi çıkıp, soykırımlar yapıp kısa bir süre sonra tarihin çöplüğüne atılmış baskıcı rejimlerden hiç bahsetmiyorum bile.
Bu sosyolojik gerçeklikte bu tür cahil, bağnaz ve güce dayalı rejim gruplarının hiçbir inşa etme kabiliyetlerinin olmamasının ve dolayısıyla da onlarla uzun süreli bir yolculuğa çıkılamayacağının büyük etkisi vardır. Hitler Nazizm’i, Mussolini faşizmi, Mao ve Stalin’in katliamcı rejimleri de bunların arasındadır.
Dünya üzerinde, kısa süreler içinde hızla değişebilen çıkar dengelerinin de bu tür ilişkilere yansıyan bir yönü vardır. Yani AKP gibi, Saddam gibi, Beşar Esad gibi, Kaddafi gibi ve diğer benzerlerinde olduğu gibi kullanım süreniz sizin belirleyebileceğiniz bir etken değildir çoğu zaman. Bunların haricinde, Batı başkentlerinde yaşanan siyasi ve politik değişmeler ve eksen kaynamaları da bu tür rejimlerin daha ne kadar süre entübe edilebileceklerini belirleyen faktörler arasındadır. O nedenle de bu tür rejimlerde sürekli olarak Rusya, Çin, İran, Arabistan gibi baskıcı rejimlerin politik ve ekonomik alanda güçleniyor olmalarına karşı hep bir hayranlık vardır. Ayrıca Batılı demokrasilerde yaşanan Irkçı ve Muhafazakâr eksen kaymalarına, faşist denilebilecek adayların güç kazanmalarına karşı da derinden bir haz duyuş fetişizmi vardır. Amerika’da Trump’ın adaylığının güçlenmesi ihtimali, Fransa’da aşırı muhafazakâr bir partinin seçimleri kazanması durumu bu kesimleri hep umutlandırır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin asli kurucusu ve hâkimi olduğunu düşünen İttihatçı ekol, demokrasi görünümü altında yıllardır hep bu benzer çizgide ilerleyen bir akım olmuştur. Hitler rejimine içlerinde hayranlık duyanların olması şaşırtıcı değildir. Şimdilerde bu akım İslamcı AKP gömleği giymiş bir şekilde Erdoğan ile birlikte hareket ederek hayat sürelerini arttırmaya ve kullanım sürelerini uzatmaya çalışıyorlar. Cumhuriyetin ilk yıllarında devlet kademelerinde, sanatta, ekonomide ve toplumum diğer katmanlarında kendilerine rakip olarak gördükleri Ermenileri milliyetçilik, savaş ve sahte bayrak operasyonları eşliğinde egale ettiler. Milyonlarca Ermeni vatandaşı bir daha dönmemek üzere diasporaya dağıldılar ve oralarda hayata tutundular. Yıllar sonra bu sefer Rum vatandaşlar benzer muameleler gördüler. Entelektüel ve ekonomik anlamda bir rakip olarak görmedikleri Alevi ve Kürt vatandaşlarını da Türkleştirme gayretleri, siyasi manipülasyonlar ve kuvvet kullanarak baskılama, dönüştürme ve yönetme taktikleri uyguladılar.
İşte bugün Hizmet Hareketinin maruz kaldığı soykırımın ardında da bu tarihsel ve sosyolojik sürecin izdüşümleri vardır. Hizmet de toplumun farklı kesimlerinden Müslümanları bir araya getirmek suretiyle ve onları ortak bir ideal uğrunda eğitmeyi başarıp, onları organize kabiliyeti yüksek bireyler haline getirdiği için bu İttihatçı kesimlerde bir varoluşsal tehdit algısı oluşturdu.
Bir yarışta rakibini artık geçemeyeceğini anlayan bir koşucunun rakibine çelme atmaya çalışması gibi bir ruh hali bu. Kendisini entelektüel birikim, potansiyel ve vizyon üretebilme noktasında geride bırakmaya başlayan bir hareket karşısında, bu zamana kadar sadece baskıcı yöntemler ve algı operasyonları ile gelebilmiş kısa soluklu bu baskıcı mantar rejim rahatsız oldu. Erdoğan ve mafyalaşmış hükümeti ile el birliği ederek, kendi üzerine hiç suç bulaşmayacağını, tüm suçun İslamcıların üzerine kalacağını zannederek bu rekabeti soykırımsal yöntemlerle kendi lehlerine çevirmeye çalışıyorlar.
Bu nedenle de ellerinde ne hukuksal bir haklılık zemini ne entelektüel bir birikim olmadığından ellerindeki tek silah olan kaba ve baskıcı güç yöntemlerini kullanıyorlar. İşte medya üzerinden belli aralıklarla kimse sizi istemiyor, herkes sizden nefret ediyor ve “Bir daha asla ülkeye dönemeyeceksiniz!” gibi soykırım aparatı olan ifadeler kullanmak zorunda kalıyorlar.
Ayrıca, Hizmet’in kendisine atılan iftiralardan yargı ve kamuoyu vicdanı önünde aklanma ihtimalinden ve ardından kendilerinden hesap sorulmasından yani yargılanmaktan korkuyorlar. Psikolojik ve ahlaki üstlüğün ve hakikatin her daim mağdur edilen insanların yanında olmasından an be an titriyorlar ve kendilerinin süreçteki kısa sürede haksızca elde ettikleri gücü ve maddi kazanımlarını bir anda kaybetmekten korkuyorlar. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden Türkiye aleyhine açılan ihlal davalarından devleti suçlu bulan kararlar çıkıp duruyor. Bu da Erdoğan sonrasında ülkenin yularını elinde tutmaya devam etmek isteyen derin devlet zihniyetini ciddi derecede rahatsız ediyor.
Hizmet Hareketi’nin ülkeye dönüp dönmemesi meselesi bu baskıcı rejimlerin etkisine ancak bir şartla bağlı. O da böyle baskıcı mantar rejimlerin dışarıdan aldıkları ve yukarıda çerçevesini çizdiğim desteğin ömrü kadar olabilir ancak. Hareket’in ülkeye dönüp dönmemesi bu rejimin inisiyatifinden ziyade kendi iç sosyolojisinin ve ülke dışı dinamiklerin gelişimine bağlı daha çok.
Hareket yurt dışında etkili ve güçlü bir diaspora oluşturur ve felsefi ve dini bakış açısından ödün vermeden çizdiği hedefte azimle ilerlerse bir gün ülkeye dönüp dönmeyecekleri de nasıl ve ne ölçüde dönecekleri de yine kendi program ve planları dahilinde belirlenir. Yani mevcut rejimin de İslamcı AKP hükümetinin de bunu önleme gücü olmaz. Ülke ekonomisi ve adalet sistemi tüm devlet aygıtları ile derin bir çöküş yaşıyor. Bu ne mevcut hükümetin ne de Ergenekoncu çevrelerin düzeltebilecekleri bir durum değil artık.
Tren raydan çıktı!
Bu noktadan sonra ülkeye ya bir üçüncü dünya ülkesi modeli uygulanır ki böyle bir durumda ülkeye ne yabancı sermaye ne de Hizmet Hareketi gelmek istemez. Türkiye dışarıdan her konuda para ve baskı ile kolayca manipüle edilebilen bir ülke haline dönüşür. O zaman Hizmet gibi bir hareket Türkiye’ye ancak çöplük dönüştürücü bir rol oynamak için sınırlı çapta bir hizmet götürür, dünyadaki büyümesine odaklanmaya devam eder. Ama eğer Türkiye’nin geleceğinde başka bir kulvara geçip güçlü bir ülke olma ihtimali varsa da bu da sosyolojik ve politik anlamda Hizmet Hareketi insanının toplumu birleştirici, dönüştürücü ve itici gücü olmadan olamaz artık. Mevcut Türkiye sosyolojisi içinde bunu başarabilecek başka hiçbir grup yok çünkü.
Yurt dışına iltica etmiş birçok insan artık Türkiye’ye dönmek istemez; ama sosyolojik boyutuyla ele alındığında Cemaat’in ülkeye dönmesi bu ikinci faktör etkin olacaksa şayet kaçınılmaz bir gerçeklik. O nedenle de “Dönemeyeceksiniz!” diyenleri hiçbir şekilde ciddiye almıyorum. Dönmeli mi dönmemeli mi şeklindeki bir tartışma bile çok daha sağlıklı.
Kısaca, hala dönmemişsek zaten ülke dönülecek bir halde değil demektir ki o zaman bu ifadeler bizim açımızdan anlamsız olur. Dönersek de çapını bizim belirlediğimiz bir çerçevede ve kapsamda dönüyoruz demektir. Öyle bir durumda da soykırımcı ve yolsuz çevrelere de sadece evlerinde oturup adaletten bir bağışlanma bekleme aczi düşmüş demektir.