YORUM | AHMET KURUCAN
Geçen hafta içinde yayınlanan yazımda “Hırsızlar, hayat neşemizi çaldılar” demiştim.
Birçok okuyucu yorumu aldım.
“Sadece neşemizi değil, oğlumuzu, kızımızı, anne-babamızı da çaldılar.”
“Kocamızı, karımızı, malımızı, mülkümüzü de çaldılar.”
“Mesleğimizi de çaldılar,” diyenler oldu.
Haklılar. Bunların hepsini yaptılar ve hala yapıyorlar. Görünen o ki yapmaya da devam edecekler.
BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
Mezkûr yorumlar arasında özellikle ikisi çok ciddi dikkatimi çekti.
Birini hiç düşünmemiştim. Diğerini ise, editörümün yazıyı yayınlamadan önce teklifi ile düşünmeye başlamış ve ayrı bir yazı halinde kaleme almayı planlamıştım.
Okuduğunuz yazı işte bunun üzerine kaleme alındı.
Düşünmediğim mesaj şu: “Sadece neşemizi değil acımızı da çaldılar.”
Kadim bir dostuma ait bu yorum.
Bir satır sonra ne kast ettiğini tek cümle ile anlatıyor kendisi: “Acımızı da acı gibi yaşatmadılar.”
Doğru değil mi?
Bu süreçte vefat eden insanların cenazelerinin gömülme anlarını hatırlayın.
Cenazeye katılmasına lütfen izin verip ellerindeki kelepçeyi çözmedikleri için annesinin babasının mezarına bir avuç toprak bile atamayan insanları. Veya, “hainler mezarlığı” teklifini…
Yüzlerce örnek verebilirim ama acıyı deşmek istemiyorum. “Zakkum gibi!” diyordu bana mesajında o kadim dostum. Gerçekten öyle.
Zakkum gibi midesine oturuyor insanın.
Ayetin ifadesiyle “kaynayan suyun fokurdaması gibi” fokurduyor.
Hazmı imkânsız. Yememek de elde değil. Devlet, zorba ve ceberut gücünü zalimce kullanarak yediriyor insana.
Düşündüğüm konu ile alakalı mesaja gelince: “Hayat neşemizi çaldılar ama ümidimizi, enerjimizi çalamadılar.”
Herkes için geçerli değil ama doğru bir tespit bu.
Hala çok sahici problemlerle boğuşan yüz binlerce insan var yurt içinde ve dışında.
Bununla beraber ümit ve enerjisini kaybetmeyenler de var.
Ne diyordu okurumuz: “Hırsızlar; hayat neşemizi çaldılar ama ümidimizi, enerjimizi çalamadılar.”
Bana sorarsanız, çalamayacaklar da. Çünkü, ümidin kaynağı inançtır. İnancın mahalli de kalp. Hırsızlar insanın kalbini çalamaz. Kalpte mekân tutmuş olan inancı da çalamaz. İnancın kaynaklık ettiği ümidi hiç çalamaz.
Tekrar edeyim.
İnsanların mallarına el uzatabilirler. Nitekim uzattılar da! Özgürlüklerini ellerinden alıp hapishanelere tıkabilirler. Nitekim tıkadılar da.
Ama hiçbir zaman insanın mahremi olan kalplerine, kalpte yer alan inanca ve onun kaynaklık ettiği ümide o izin vermediği sürece el uzatamazlar.
Ahmet Altan’ı hatırlayalım.
“Hayatımı ve zamanımı çalamadıklarının en büyük kanıtı” diyordu Silivri zindanlarında kaleme aldığı “Dünyayı Bir Daha Hiç Görmeyeceğim” kitabına verilen ödül dolayısıyla yaptığı söyleşide.
Arkasından da ilave ediyor ve bu kitabı için diyordu ki: “Hayatımı ve zamanımı kurtarabildiğimi, yaşayabildiğimi, yazı yazarak zamana sahip çıkabildiğimi gösterdi bana. Bu, kolayca tahmin edilemeyecek kadar büyük bir zafer duygusu yaratıyor. Öylesine güçlü bir duygu ki bu, insana hapiste olduğunu unutturuyor.”
Ahmet Altan’ın hapiste yaptığını memleketinde ya da gurbeti diyar ve o diyarı da kurbet memleketi edinen kişiler yapamaz mı?
Elbette yapabilir ve yapıyorlar da.
“İçinde yaşanılan zor şartların hiç mi önemi yok?” diyebilirsiniz. Olmaz olur mu? Öyle şartlar vardır ki insan onları değiştiremez. “Coğrafya kaderdir” sözünü hatırlayın.
Ama en zor şartlar altında bile insanın kendi iradesini kullanarak yapacağı şeyler vardır.
Nitekim 4 yılı aşkın süredir yurt içi ve dışında yaşayan niceleri bunun güzel örneklerini sergilemeye başladılar. O örnekleri özellikle merak ettim. Her biri ayrı bir başarı hikayesi çünkü.
Nereden nereye ve nasıl geldiklerini gerek hikâyenin kahramanlarının kendi ağızlarından gerek buna şahit olmuş kişilerin ifadelerinin yer aldığı programlardan izledim, dinledim, kitap ve makaleleri okudum.
Gördüğüm, gözlemlediğim şeyler oldu.
Bunları şöyle bir toparlayıp sizlerle paylaşmak istedim. Bakalım bana katılacak mısınız?
Birincisi, zamanın dün, bugün ve yarından ibaret olan üç boyutuna bir bütün olarak bakmışlar.
Winston Churchill’in, “Dün ile bugün arasında kavga çıkarsa yarını kaybederiz,” sözünden hareketle dün ile bugün, bugünle yarın arasında kavga çıkmasına izin vermeden dünü dünde bırakmış ve geleceğe yönelmişler.
Yarınları adına hedefler belirlemiş, istikamet ve istimrar içinde o hedeflere ulaşmak için bugünlerini değerlendirmişler.
Antik Yunan filozofu Epiktetos’un, “Yarın bambaşka bir insan olacağım diyorsun. Niye bugünden başlamıyorsun?” sözüne kulak verircesine, hiç zaman kaybetmemişler.
Benjamin Franklin gibi, “Bir bugün iki yarına bedeldir” deyip kolları sıvamışlar.
Ne güzel der Epiktetos başka yerde: “Bugünün işini yarına bırakan, kendini felakete salmıştır.”
Salmamışlar kendilerini o felakete.
Aksine, “İki günü bir olan ziyandadır,” hadisine mutabık davranarak “Ağaç kökü yesinler” diyenlere inat her gün artan bir azimle sarılmışlar hayata.
İkinci gördüğüm şey, zorluklar ve sıkıntılarla karşılaşırım korkusu karşısında aldıkları tavır.
Dikkat ettiniz mi bilmiyorum, zorluk ve sıkıntılar karşısında aldıkları tavır demedim. Aksine bunlarla karşılaşırım korkusu karşısındaki tavır dedim. Çünkü bu ikisi arasında dağlar kadar fark var.
Onlar bu ikisi arasındaki farkı iyi idrak etmişler.
Zorluk olmadan, sıkıntılara katlanmandan kolaylığa ve feraha erilemeyeceği bilinci içindeler çünkü.
Bu hayat düzeninin zorluk ve kolaylık, sevinç ve keder, iyi ve kötü, güzel ve çirkin üzerine kurulu olduğunu biliyorlar. Tecrübeliler bu konuda.
Onun için yine Epiktetos’un sözünün rağmına hareket etmişler. O, “Fakirlikten, sürgünden, zindandan, ölümden korkma; fakat korkudan kork,” diyordu.
Onlar ise korkudan korkma yerine onunla mücadele yolunu seçmiş ve yenmişler o korkuyu.
Ne yapacaklarını belirledikten sonra çok ciddi teorik okumalar yapmışlar. Saha araştırmalarında bulunmuşlar. Tecrübeli kişileri tavsiyelerine kulak kesilmişler ve ardından Şatibi gibi “Eyleme dönüşmeyen bilgi, bilgi değildir,” deyip paçaları sıvamış ve “Vira bismillah!” demişler.
Bu başarı hikayelerinde dikkatimi çeken üçüncü bir unsur, alışkanlıklarını aşabilmiş olmaları.
Başarıya giden yolda en büyük engellerden biridir alışkanlıklar.
Değişen bir çevre var. Sosyo-ekonomik ortam, ticaret kültürü, ahlak anlayışı, örf ve âdet, bürokrasi, kanunlar ve mevzuat ve daha neler.
Bu yeni ortamda iki şey yapılabilirdi; ya kendilerini, zihniyetlerini, alışkanlıklarını değiştirecekler ya da… ‘Ya da’sı yok bu işin!
Değişime direnme kendini hayatın dışına atma demektir. Unutmayın sosyolojinin değişmeyen tek kaidesidir değişme. Fert için de geçerli bu, toplum için de. Fert ve toplumu alakadar sosyal hayattaki her şey için de.
Bu yüzden değişmeme gibi fanatik ve mutaassıp bir tavır takınma yerine değişime kapı aralamışlar.
Merhum gazeteci Ahmet Selim, “Değişmeme katılığı ve inadı; çözülmeye yol açar,” demişti bir yazısında. Bunun sonucu ne olur? Meseleleri çözemezsiniz.
Problemler büyür, büyür, büyür ve koca bir yumak haline gelir. O yumağı ve o yumak içinde büyüyen düğümleri İskender’in kılıcı bile çözemez.
Zaten Ahmet Selim de sözlerini şöyle tamamlar: “Meseleleri çözemediğiniz için, meseleler sizi çözer.”
Dördüncü olarak şunu gördüm; risk almışlar ve vazgeçmemişler.
Yıllar önce dile getirmiştim, sırası geldi bir kez daha tekrar edeyim: Bana göre hayattaki en büyük risk, risk almamaktır. Sadece ticarette değil, hayatın her sahasında. Risk almış ve karşılaştıkları sorunlara değil imkanlara odaklanmışlar.
Ve, vazgeçmemişler. Vazgeçince kaybedeceklerinin idraki içinde hareket etmişler. Ne der Abraham Lincoln bu konuda: “Vazgeçenler yalnızca kaybedenlerdir.”
Denemişler olmamış, bir daha, bir daha, bir daha denemişler.
Thomas Edison’un ampul denemelerinde olduğu gibi. Bıkmamışlar, usanmamışlar. Edison-vâri, “Her başarısız denemesinin sonunda ampulün nasıl yapılmayacağının bir yolunu daha keşfettim” demiş, moral bozukluğu yerine zafer kazanmış bir kumandan gibi hayata asılmaya devam etmişler.
Mümin Sekman’a ait olduğunu bildiğim bir sözü hatırlatmanın tam da yeri ve zamanı: “Deneyenler kaybedebilir ama denemeyen kaybetmiştir.”
Söz uzadı. Kalemi salınca böyle oluyor.
Online gazetede, kağıda basılan gazetelerde olduğu gibi 3 bin 500 vuruş sınırı olmayınca okuyucunun sabrını suiistimal ediyorum çoğu zaman.
Ama söz bu kadar uzamışken bir beşincisini daha ilave edip bitireyim: Acele etmemişler.
Başarıya kaplumbağa misali ağır ağır yürünerek gidildiğini şuuru içinde davranmışlar.
Başarıya asansörle değil merdivenle çıkılır demişler ve merdivenleri teker teker çıkmaya gayret göstermişler.
Buna rağmen 4-5 yılda geldikleri seviye baş döndürücü. Doğru yoldalar. Kısa zamanda aldıkları mesafe de bunu gösteriyor zaten.
Ama doğru yolda olmak yetmez; doğru yolda yürümek ve koşmak gerek.
Aksi halde ulaştıkları bu seviyeden hızla aşağıya düşebilirler ve insan değil insan suretinde bambaşka bir varlığa bürünebilirler.
Ne güzel der Nietzsche: “İnsan, insan olmama tehlikesi ile karşı karşıya olan tek varlıktır.”
Yazımı eski bir deyiş olan “La Edri” imzasıyla söylenen güzel bir söz ile bitirmek istiyorum: “Bazı insanlar vardır nereye giderlerse gitsinler hapishanelerini beraberlerinde götürürler.”
Gördüğüm kadarıyla bu insanlar tam tersini yapmışlar.
Yıkmışlar zihinlerindeki hapishane duvarlarını ve hayata asılmışlar.
Son sözüm şu olsun; “Zalimin en büyük silahı mazlumun zihniyetidir” denir.
Zalimin elinden o silahı alan mazlumlara selam olsun!
Çok doğru! Direneceğiz ve kazanacağız. Allah izin verirse daha iyi olacağız. Acılar bize, acılarla yaşarken nasılda ayakta kalacağımızı öğretiyor. Daha çok acı çekene dokunmadan bile onun acılarını nasıl hafifletebileceğini öğrendik. Yabancı bir memlekette nasıl da dimdik yola koyulacağımızı öğreniyoruz hepimiz. Yurt dışında olanlar dil, din kültür farklılığından zorluklarla boğuşurken, ülke timarhasinden kalmak zorunda olanlarda bilemedikleri hastalıklara müptela toplumla imtihandalar.
Yürümeye devam edeceğiz…