Hibe edilen haram kazancı hayır kurumları kabul etmeli mi?

YORUM | AHMET KURUCAN

(Fıkıh-ahlak birlikteliği -4)

İman ahlak birlikteliği yazılarıma devam ediyorum. “Haram kazanç hibe edilebilir mi?” başlığı ile çıkan bir önceki yazımda “Kazancın haram olduğu ihtilafa medar olmayacak katiyette ise o kazanç hayır faaliyetlerinde kullanılmamalıdır. Nokta,” demiş ve bu sonucun gerekçelerini yazmıştım. Bugünkü yazımda ise masanın karşı tarafında bulunan, madalyonun öbür yüzünde yerini alan özel veya tüzel kişilerin yani şahıs veya kurumların hibe edilen haram kazancı kabul edip etmemeleri üzerinde duracağım.

Soru alabildiğine net: Hibe edilen haram kazanç kabul edilmeli mi? Benim cevabım da alabildiğine net: Edilmemeli. Nokta. Neden?

1: Her bir Müslümanın dünya hayatındaki temel amacı Allah’ın haram kıldığı haksız kazanca hem şahsi hayatında hem de parçası olduğu toplumsal hayatta yer vermemek olmalıdır. Allah Resulünün bu bağlamda ümmetine yapmış olduğu şu uyarı Müslümana hayat rehberi ve yol haritası olacak mahiyettedir: “Helal bellidir; haram da bellidir. İkisinin arasında ise birtakım şüpheli şeyler vardır ki insanların çoğu bunları bilmezler. Kim şüpheli şeylerden sakınırsa, dinini ve ırzını yani namus ve haysiyetini korumuş olur. Kim de şüpheli şeylere düşerse, harama düşmüş olur,” (Müslim, Müsakat, 107). Dikkat edin, Hz. Peygamber haram olduğu kesin belli olan bir şeyden söz etmiyor, aksine şüpheli diyor. Dolayısıyla Müslüman bu noktada çerçeveyi daha da genişletmeli ve sadece haram olduğu katiyetle belli olan değil şüpheli şeyleri dahi buna dahil etmelidir. İdeal olan budur ve bu olmalıdır.

Şimdi aktaracağım Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hasan’ın şu beyanı tam da burada mutlaka hatırlanması ve örnek alınması gereken bir başka destekleyici beyandır. Bir gün kendisine sorarlar: Allah Resulünün söylediği sözlerden seni en çok etkileyen nedir? Arapça aslında “Ezberinde ne kaldı?” diye sorulur. Burada kastedilen mana benim mefhumî tercüme içinde verdiğim manadır. Yani “Seni en çok etkileyen, sana rehber olan beyanı nedir?” Hz. Hasan der ki: “Ondan şunu ezberledim: ‘Seni şüphelendiren şeyleri bırak, şüphelendirmeyenlere bak!’” (Nesaî, Eşribe, 50).

Evet, bir önceki yazımda da söylediğim gibi helal haram hassasiyetinin alabildiğine azaldığı günümüzde böyle şüpheli şeylerden dahi uzak durmak bizim Allah ile irtibatımızı kalp, akıl ve beden yani hem inanç ve duygu, hem fikir hem de amelde daimi ve canlı kılacak en önemli dayanak noktalarımızdan birisi olacaktır. Bakın ne diyor Allah Resulü Ebu Hureyre’nin naklettiği bir hadiste: “Öyle bir zaman gelecek ki kişi malını helâlden mi yoksa haramdan mı elde ettiğine bakmayacak!” (Buhârî, Büyû”, 23). Şuurlu Müslüman yaşadığı zaman diliminde “Acaba bu zaman o zaman mı?” diye sürekli sormalı ve günde beş defa Rabbisinin huzurunda durduğu gibi beş defa da aynanın karşısına geçip kazancı başta olmak üzere her türlü davranışını sorgulamalıdır.

Tam da bu satırları yazarken aklıma gelen ve yıllarca cami kürsülerinde helal haram hassasiyetini anlatırken dile getirdiğimiz bir hadis geldi. Onu kaydetmeden geçemeyeceğim, yorumunu da size bırakıyorum: Ebu Hureyre anlatıyor: Allah Resulü (sas), “Ey insanlar! Allah temizdir, ancak temiz olanı kabul eder. Allah, peygamberlerine emrettiği şeyleri müminlere de emretti,” buyurdu ve şu ayetleri okudu: “Ey peygamberler! Temiz olan şeylerden yiyin, güzel işler yapın. Ben sizin yaptıklarınızı hakkıyla bilmekteyim” (Mü’minûn, 23/51); “Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin…” (Bakara, 2/172). Sonra uzun yolculuklar yapmış, üstü başı tozlanmış, saçı başı dağılmış, ellerini göğe uzatarak, “Ya Rab, ya Rab!” diye yalvarıp yakaran bir adamdan söz etti ve “Fakat onun yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdı. Haram ile beslenirdi. Peki, böyle birisinin duası nasıl kabul edilsin?” buyurdu. (Müslim, Zekât, 65).

2: İster özel kişiler isterse tüzel kişilikler ellerindeki bilgi ve yorumlarına göre haram olduklarına inandıkları hibeyi kabul etmemeleri muhatabın yüzüne bir tokat gibi inecek ve onda şok etkisi yapacak, gerekçesini öğrendiğinde de kendisini sorgulamaya vesile olacaktır diye düşünüyorum. Eğri oturup doğru konuşalım, çoklarımız dünya hayatının sıkıntıları ya da cazibesi içinde kazancımızın helal veya haram olduğunu o an itibariyle düşünmüyoruz. Öğretilmiş çaresizliklerimize, karakter, huy, mizaç haline gelmiş reflekslerimize bağlı olarak anlık kararlarla inancımıza muhalif olan ticari amelleri yapıyor, bunları hatırladığımızda ya da bize hatırlatıldığında kendimizi haklı çıkartacak, kazancı meşru gösterecek başkasını değil sadece kendi vicdanımızı rahatlatacak argümanlar peşinde koşuyoruz. “El-alem de böyle yapıyor, zaten örf ve adet olmuş, başka çare mi var?” diyoruz. Meşhur klişe söylemle “Zaman sana uymuyorsa sen zamana uy” diyor ve inandığımız gibi yaşama yerine kolaylıkla yaşadığımız gibi inanma yolunu seçiyoruz.

İşte böylesi bir zeminde imrar-ı hayat eden bir kişinin hibesini suratına çarpan bu ret ameliyesi toplumda yaygınlık kazanmasına paralel olarak hayatımızın içinden çekilecek ve bir önceki yazımda ifade ettiğim öykündüğümüz Batı dünyası, övündüğümüz mazimiz içinde yerine alan insanların safları arasına bizleri de katacaktır. Asırlardır devam eden teori ile pratik arasındaki uyumsuzluk ve zıtlık ancak ve ancak böyle kolektif bir mahiyet kazanmış zihin ve hemen peşi sıra gelecek olan çaba ile ortadan kaldırılabilir. Bir başka tabirle Hz. Ebu Bekir gibi konuşup Ebu Cehil gibi davranmanın son bulması ancak bununla mümkündür. Evet, sorun radikal, çözüm de radikal olmak zorundadır. Batan geminin direğini boyamanın anlamı var mı?

Ayrıca “Emri bi’l ma’ruf nehyi ani’l münker” dediğimiz hem insani hem İslami hem ahlaki ödevimiz olan “iyiliği emretme, kötülükten sakındırma”yı bu zeminde yapmayacağız da ne zaman yapacağız? İnanıyorum ki bizler maddi hayatın varlık ve devamının en önemli unsuru olan ve aynı zamanda insanların en büyük zaaf noktalarından birini teşkil eden parada bunu yaparsak insan ve toplum hayatı için para ile eş değer veya onun altında kalan şeylerde de vazifemizi rahatlıkla yapabiliriz.

3: Fıkıhtan hiç söz etmediniz diyebilirsiniz. Hayır ettim. Yukarıdan beri bahsettiğim her şey fıkhın ta kendisi. Ahlakın hukuki hükümlere yansıması diye özetlediğim yaklaşımın somutlaşmış hali. “Bunu kastetmiyoruz, fıkhi mezheplerde bu konuda ne denmiş?” diyorsanız, kısaca özetleyeyim.

Editörümün, “Çok uzun yazılar okunmuyor!” uyarısına bağlı kalarak burada kesiyorum. Fıkhi mezheplerin görüşleri ve sosyal yardım bağlamında yapılmış bir uyarıyı bir sonraki yazımda dile getireceğim inşallah.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

14 YORUMLAR

  1. Sayin Kurucan,
    Yazdiklariniza katilmamak dini inkar gibi birsey olur. Sadece geriye donup baktigimda, o sasâli gunlerde himmet vs toplanirken insanlardan kredi kartindan sundan bundan faizle borc cektiriltilmemeliydi, kabul edilmemeliydi; ornekleri cogaltilabilir.

    Siz de o pozisyonlarda oldunuz. Inaniyorum pismanlik duyuyorsunuzdur kendi adiniza. Simdi hem dogru oturalim hem de dogru konusalim. Anliyor muyuz niye basimiza geliyor bu musibetler? Evet, hepimizin basina ayni seviyede gelmiyor, ama umumi olarak gelen bu musibetlerin demek ki umumi olarak islenen bazi sebepleri de var. Allah cc bu yanlisliklari toplu olarak islememize, hem de bu kadar ilahiyatci insanlarin da basimizda olup butun bu yazdiklarinizi ezeberlemis olmalarina, bizlerin de her vaaz sohbette duymus olmamiza ragmen, hakki gur bir sekilde soyleyip nehyi anil munker yapamamayisimiza iktiran ettirmis/ettiriyor basimiza gelenleri; hikmetinden sual olunmaz!

    O yuzden, bu dusulen cukurdan cikis, yazinizda da isaret ettiginiz gibi, artik kitap ve sunnete uygun bir bicimde imanimizi yenilemek ve kendi heva ve hevesimize gore degil Allah cc ve Resulullah sav in bize emrettigine gore yasamaya niyet ve talep etmekle olacak! ‘Koynunda akrep var’ diye dogru soyleyenleri/uyaranlari hemen taslamak, nefsimizi temize cikarmak yerine, ‘Allah razi olsun senden’ diyebilmeliyiz!

    Kaderi tenkit edercesine hep zahiren bize zulmedenlere her gun oturup kalkip beddua edecegimize/edeceginize (surekli bunlari islediniz son birkac yaziya kadar) durumun gerektirdigi fiili ve kavli dualari bir ibadet olarak- bir karsiliga bagli olarak degil- yine kitap ve sunnete uygun bir bicimde yapmaliyiz.

    Yanlisin neresinden donulse kârdir. Topluca yaptigimiz, bilerek bilmeyerek islerigimiz hatalardan yine insallah topluca cikmaya niyet edelim ki, Rabbimiz de bizleri rizasi istikametinde degistirsin ve cennete ehil bir hâle soksun. Vesselam!

    • iste bu gayet net anlatimi özelestiri ile birlikte sadece bir kere ve bircok abinin, ilahiyatcinin yapmasi cemaat icinde ne kadar etkili olurdu bi düsünün. Halbuki bi kisi anlatiyor ve öyle bi anlatiyor ki, sanirsin yine AKP tabani hakkinda konusuluyor.
      Diger abilerle birlikte sizin yazdiginiz gibi net bir anlatim neden yapilmiyor? Sanirim forslari gidecek, abilere saygi biterse cemaat dagilir gibi bi düsünce var herhalde. Bunun en güzel örneklerinden biri de HE iceri girdiginde insanlar kalkmak zorunda hissetmezken, büyük abi sifatini tasiyan kisiler girdiginde zorunda hissetmeleri. Onlara bu derece saygi duyulmazsa isler yürümez gibi bi mantik var herhalde.
      Veya HE taban da duyacak sekilde sorumlulugu üstüne alirken, özelestiri yaparken, digerlerinin nasil olsa sorumlulugu alan biri cikti deyip faaliyetlerin bizzat yürütücüleri olarak susmalari. Simdi bu apacik gercegin üstünü nasil örtersiniz, AKP ile yatip AKP ile kalkarak.

    • Abdullah Mert hocam,

      Şimdi yazdıklarından şunu anlıyorum. Bankasyanın rasyolarının punduna getirilip düşürülmek suretiyle, kapatılmasına zemin hazırlanması sürecinde, insanların buna engel olmak için başka bankalardan kredi çekip o parayı kullanmadan Bankasyaya yatırması HARAM mı diyorsunuz?

      Bu konuda ben Ahmet Kurucan beyden açıklama bekliyorum, eğer Haram diyorsanız. Zira daha gözümüzün önünde, Haram da, haram, haram da haram, haram da haram kardeşim derken, daha Haramın ne olduğunu bilmiyoruz.

      Abdullah kardeş, sen şimdi o bankadan para çekilip bankaya yatırılmasına HARAM mı diyorsun?

      Eğer diyorsan, bunu okuyan diğer arkadaşlar, siz ne diyorsunuz, ve en önemlisi de siz değerli hocam, Ahmet Kurucan Hocam, eğmeden, bükmeden, net, açık, dobra dobra söyleyebilecek misiniz bunu? Haram diyenler varsa onları susturmak, helal diyenler varsa da onları susturmak bir vecibe değil mi.?

      Ahmet Kurucan hocam, yazınız değerli, ama size soruyorum, şimdi bu yazdığınızı okuduk, ve bakın yukarda burada, Abdullah Mert bey sormuş, neden ben o yazdığınızı okumama rağmen içimden o dönem kredi çekip bankaya para yatırmayı bırak Haram olarak görmeyi, dini bir vecibe gibi görüyorken, bir başka insan bunu haram görüyor.

      • Benim bir seye helal veya haram deme hakkim yok; ancak Allah cc ve Rasulu(sas- Allah’in emrettigi uzere) bunu yapabilir. Kurucan’in da yazisinda bahsettigi gibi, haramlar da helaller de acik sekilde beyan edilmistir. Kitap, sunnet, icma ve kiyasla hâlâ hukmu verilememis ama yine de icinde bir bit yenigi olmasindan SUPHE duyuluyorsa, onun hukmu de verilmis; Sn. Kurucan ilgili hadisi yazmis. Acikcasi, senin veya benim bir konuyu dini vecibe olarak gormemiz birsey ifade etmez, ancak ki kendi kurdugumuz bir din olursa o baska. Dini vecibelere sahislar degil, Allah cc ve yine gelen vahiy ve ilahi isaretlerle Allah Rasulu yapabilir. Cok masum gibi gozuken bir amel kainatta Allah cc en cok gadaplandiran ‘şirk’ gunahini icinde barindiriyorsa, o zaman basa gelenlere de cok sasirmamak gerekir diye dusunuyorum.

        • Değerli Abdullah hocam,

          Açık olmayı severim. Ahmet beyin yazdığı hadis, dün söylenmedi ki, ta ilk gençlik dönemlerimizde okuduk onları, Ahmet beyin yazdığı birşeyin, kaynak olarak orjinal geleni yok ki. Kibir değil bu, kaynak olarak, metin olarak Ahmetbeyin yazdığı şeyi zaten çoğu insan okudu, biliyor. Hepimiz okuyoruz yıllardır görüyoruz bilbiyoruz. Mesele o değil. bu devirde müslümanın duymadığı, bilmemesi gereken birşey adeta yok, cumalarda hutbelerden tut, ramazanlarda tv lere, şu bu ortamda, duyulmadık, bilinmedik emir yasak yok adeta. Ama gördüğüm sorun, okuduklarımızdan günümüzde ne çıkartılıyor temel nokta o. Orada okunuyor, ama bir konu da bile farklı düşünüyoruz.

          Bir konuyu dini vecibe görmek olayını lütfen hafife alma, Hocaefendinin Okçular tepesi sözlerini hatırlatırım. Dikkat ediyoru, haram diyemediğin gibi helal de demiyorsun, kısaca birşey demiyorsun, ama ardından yazdıkların haram hem de ne haram, bak bunlar başımıza geldiye getiriyorsun.

          Bende soruyorum. Ne demek istiyorsun değerli Abdullah Hocam. Senin ve benim bir şeyin dini cevice olarak görmemiz ne demek bir şeyi ifade etmez. Sen ben akıl baliğ insanlar değilmiyiz. Kuran sana hitap etmiyor mu, insan sorumlu değil mi. Allah insanı imtihana mümeyyiz şekilde yaratma dımı. Sen ben yaşadığı çağda birşeyi yorumlayamıyacak mıyız. Kuantum fiziğinin en zor sorularıyla mı karşı karşıyayız. Vakıa ortada. Yaşanmış olaylar üzerinden sonradan konuşuluyorsa, ben de açıyorum konuyu ve diyorum ki, Bankasya ya para yatırmak kredi çekerek haram mıydı. Söyler misin diyorum.

          Başa gelene şaşırmamak dersen, bende diyorum ki, krediyle para çekip Bank asyaya yatırmakta onlardan biri miydi,söylemen gerekir değerli hocam bunu. Bir modadır gidiyor başa gelen muhabbeti de, yahu Hz. Peygamber Mekkeden hicret etmek zorunda kaldı, ne diyeceğiz, başa gelene şaşırma mı diyeceğiz Ey Muhammed. Bilaller sümeyyeler zulm görürken, onlara ya bak gördün mü, şaşırma başına gelene mi diyeceğiz. Midelerine taş bağlayıp gezerlerdi diyoruz ezberden de, sizin bu bakışla, başa gelene şaşırmamak gerekir mi diyeceğiz.

          Hassasiyet noktasında dediğinizşeylere eyvallah. Lakin bir olay yaşadık, ve o olay üzerinden soruyorum işte. Hayatında krediye bulaşmamış insanlar, o dönemde ne hareket ettirdi de, gidip çekip yatırdılar. Bu söylediğin o insannları rencide etmezmi. Çeken insanların dinen şüpheli birşey yaptığını iddia ediyorsan çok net ollmalısın. Çünkü, o insanlar içinde krediye bulaşmamış ço insan var.

          Açık ve net sordum o nedenle, Bankasyaya kredi çekilip yatırma işlemini, faiz mi göreceğiz, asla ama asla gök yarılsa kıyamet kopsa ne olursa olsun şartlar bunu yapmayacağız mı demek istiyorsun? (tabi onun ardından gelen zulmü hepimiz biliyoruz). Hocam, sen kendin diyemiyor musun, içinden ne karar veriyorsun onu yaz en azından. Sence neydi. Senin bir fikrin olmalı dimi bu konuda.

          O kadar ayet hadis ortaya konup prensipler veriliyor amenna da, yahu yaşanan bir olaya da, zamanı geçtikten sonra tu kaka yapıp, birde şüpheli ve hatta haram mış gibi gösterme ameliyesine hayret ediyorum. Bu konuda o nedenle, eğer okuyorsan bu yorumu değerli Ahmet Kurucan hocam, meram anlaşılmıştır. Soyut konuşup kenara çekilme dönemi bitmeli artık. Ete süte dokunmama dönemi. O kadar eğitimi alıp, rahleden geçip, bu konulara girmek zorundasınız. Zira bakın gözünüzün önündeki bir olayda bile bambaşka düşünüyor insanlar. Düşünmesi bir kenara, rızaı ilahi niyetiyle, hiç yapmadığı şeyleri yapan insanlara, üstüne birde, bak gördün mü bunlar başına geldi diye geri dönülüp, tebessüm ediliyor. Bu sorumluluk sizin ve sizin gibilerin üzerindedir.

          • Ilk once neye ‘şirk’ dedigimi soyleyeyim: dinde yeri olmayan bir isi dini bir vecibe olarak yapmaya. Dini bir vecibe ya da ibadet ancak o dinin sahibi tarafindan belirlenir. Bu da hepimizce malumdur. Eger birisi ciksa bence su hareket de ibadettir derse, kitapta sunnette yeri yoksa en azindan bid’attir. Eger haram olarak yasaklanmis bir mesele/hareket icin bu yeni ‘ibadet/vecibe’ yakistirilmasi yapilmissa o zaman o kisi kendisini ‘ilah’ yerine koymus ve dinin uzerinde hukum sahibi oldugunu iddia etmistir. Simdi boyle soyleyince herkes ‘yok! Biz oyle birsey imâ/demek istemedik’ dese de temelde yapilan budur. Bir insanin ‘şirk’ gunahini bilmyerek islemesi mahiyetini degistirmez sadece Allahu Alem belki gorecegi cezanin seviyesi degisir. Bizler genel modern Turk toplumu itibariyle dini konularda cok rahatiz ve kendi anlaysimiza gore dini cekip cevirmeye cok hevesli ve dini meselelere karsi lakaydiz biraz. Basa gelenlere sasirmamaktan kastim o. Burda herseyi birden boca etmek olmuyor, hele ki telefondan yazinca.

            Gelelim acikca sordugun sorunun cevabina. Evet, kitapta acikca belirtildigi icin diyorum ki faiz haramdir. Yapilan isin hata oldugunu bilip “Ya Rabb! Bu hatali isi yaparken, daha buyuk bir hata oldugunu dusundugum/bize soylenen şu işi engelleme niyetini tasiyorum. Senin affina siginiyorum. Sen bizleri istikamete erdir, hatalarimizi affet” tarzinda bir yaklasim farkli; “bu devirde faize bulasmadik kisi/ kurum mu var? Madem bir kurumu zalimden koruma niyetindeyiz, her turlu arac helaldir” tarzinda niyet tasiyan hareket farkli. Elbette kalpleri ve iclerindekini Allah cc bilir. Ama, insanlarimizin ‘tevhid’ eksenli itikadlerinin ne kadar zayif oldugunu (bizzat kendimden baslayarak) yavas yavas biiznillah farkedince isin rengi degisti/iyor.

            Allah cc Âdildir, kimseye zulmetmez. Zahiren zulum gozuken seyler, kimi icin ahiret hesabina amûdi bir yukselme rampasi, kimi icin gunahlara keffaret, kimi icin de icindeki kotu niyetleri/kufurleri disa vurmasi icin sebeplerin olusmasidir. Allah cc inayet eder, topluca hepimizi helak etmez, icimizden bu yuku kaldiracak mahiyette yarattiklarina belki yukler, Ahiret hesabina onlara aklin alamayacagi lutuflar hazirlar. Allah cc Rahmet sahibir. Mu’minlerin kaybolan, el konulan mallarini da yine, vaveyla etmeme sartiyla, ahiret hesabina sadaka hukmune gecirir. Allah cc Hikmet sahibir; tum bu olup biteni oyle bir denk/iktiran ettirir ki, zahiren bir zalim ordusu gelip sana catmis, sen de zulum goruyorsun gibi gozukur. Halbuki iman sahibi bir insan bilir ki, bir zerre dahi var olabilmek icin en azindan her an Allah cc in ilim, irade, kudret ve hikmet sifatlarinin tecellisine muhtactir. Herseyi yaratan madem O’dur, o zaman cok da telasa gerek yok. Mevla uzerimizdeki elbiseyi keser, bicer, nakislarini gosterir; mal sahibi biz degiliz ki sikayet edelim.

            Diyecegim o ki, isin hakikat noktasinda ‘Yapan O’ydu, eden O’ydu’ veciz sozunu sadece ‘Hey Gidi Gunler’ vaazinda nostalji olarak algilamak en buyuk sorunumuz. ‘Radina billahi Rabbe, ve bil islami dinâ, ve bi Muhammedin rasula’ yi samimiyetle diyecegimiz ana kadar, yuzeysel meselelerle ugrasip dururuz.

            Ozetleyecek olursam, Allah cc ve Rasulunun acikca hukmu olan mevzuda kullara ‘isittik ve itaat ettik’ demek duser; yoksa ‘isittik ve isyan ettik’ diyenlerden bir farkimiz kalmaz. Kalmaz ise, o insanlar gibi yillarca collerde dolastirilmaya sasirmamak gerekir. Biz kendimizi iman noktasinda degistirmeye, hakiki imani elde etmeye niyet edersek, insallah Rabbimiz de bizleri degistirir ve dinimizi bu sartlarda nasil yasayacagiz; gunun sartlarina uydurmamiz lazim(diger ehli kitabin dustugu varta), diyarlarindan, dinin emir ve yasaklarini hem ozelde hem de tuzelde cok zorlanmadan yasayacagimiz gunlere ulastirir, insallah! O yuzden, bu musibetleri kendimizi sutten cikmis ak kasik, karsi tarafi da gelmis gecmis en zalim gorme vakit israfindan, demek ki, Allah cc rizasini kaybetmemize sebep olan amellerimiz olmus. Nerde hata yaptik, nasil duzeltebiliriz kendimizi diye sorgulamamiz gerekir. Banane o zalimlerden, canlari cehenneme!

  2. Sayın Kurucan, meselenin farklı bir yönü daha var: Bir sistem ki, bir ülkede 300 bin, bir ülkede 800 bin, bir başka ülkede bir milyon kardeşinizi öldürmüş, milyonlarcasını ülkesinden, sevdiklerinden ayırmış olsun. Sonra sizi bağrına bassın ve yardım etsin. Eğer haram bir kazancı, yardım diyerek almak doğru değilse, böyle bir sistemin yardımını almak caiz midir?

  3. Sizde doğru cevap hangisidir? Hayatın içinden bir durum.
    (Bu soru 2011 yılında SAYIŞTAY tarafından Denetçi alımında adaylara sorulmuştur.)

    A, arkadaşı B’ye saatini ödünç verir. B, saati bir süre
    kullandıktan sonra iyiniyetli C’ye satar ve teslim eder.
    Bu olay ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur?

    a) A, C’ye karşı zilyetliğin korunması davalarından geri
    verme davasını açabilir.

    b) A, C’ye karşı taşınır davası açarak saatini geri
    alabilir.

    c) C, 5 yıl boyunca saate malik sıfatıyla zilyet olursa
    saatin mülkiyetini kazanır.

    d) B, emin sıfatıyla zilyet olduğu ve C de iyiniyetli olduğu için saat kendisine teslim edildiği anda C, saatin
    mülkiyetini kazanır.

    e) C, saati, benzeri eşya satan bir yerden almadığı için
    A, C’ye karşı istihkak davası açarak saati geri alabilir

    Değerli Ahmet hocam, cevaplar birden fazla olursa, ardından açıklamamı yapıcam. Teşekkür ederim.

    • Ben olsam B’yi yeni bir saat almakla cezalandirir, A ve C’yi rahat birakirdim. Bu adamlarin ne sucu var ki, davalarla ugrasiyorlar. Ama sanirim 5 yil süresi itibara alinarak hüküm verilir. A´ya malini bu zamana kadar geriye almak icin niye bekledin veya geri almayi niye beceremedin derler. Diğer şıklar gördüğüm kadarıyla C’yi adam yerine koymuyor.
      Bundan da anlıyoruz ki, doğru cevabı bildiysem de bilmediysem de iyi ki hukuk okumamışım.

      • Celal bey, emek verip cevap verdiğiniz için teşekkür ederim. İsmail beyin yorumuna cevap vericem, orada sorunun cevabını da anlatmış olurum. Teşekkür ederim.

    • Ahmet bey,

      hukukçu değilim. Sorduğunuz soru ile ilgili akıl-mantık ve ahlakımın bana söylediği şey şu:
      A: mağdurdur
      B: suçlu
      C: suç ortağı veya mağdur
      Açıklamasına gelince:
      A kendine ait olan bir şeyin satılması ile mağdur olmuştur.
      B kendine ait olmayan bir şeyi satmak suretiyle suç işlemiştir. Ayrıca A´nın kendine olan güvenini kötüye kullanarak en azından ahlaken suçlu duruma düşmüştür.
      C ise yerine göre ya mağdur veya suç ortağıdır. Normal şartlarda alış veriş işlemlerinde satılan şeyin mülkiyetinin kime ait olduğunu gösteren belge olması gerekir. Saat gibi şeylerde pratikte bu her zaman böyle olmayabilir. Mesela benim 70 Euro´ya satın aldığım kullanılmış bisikletim ile elimde böyle bir belgem yoktur, ama arabam ile ilgili belge vardır. Eğer C saati satın alırken belgesini görmek isteseydi saat zaten satın alamazdı. Ama saatin B´ye atı olmadığını bile bile satın aldıysa bana göre suç ortağı olmuştur. Bilmeden aldıysa mağdur durumundadır. Normal şartlarda saati A´ya geri vermek ve B´ye ödediği parayı geri istemek durumundadır.
      Peki, A´ya mağdur, B´ye suçlu ve C´ye da mağdur veya suç ortağı olarak bakmazsak sonuç ne olur?
      O zaman öyle bir yerde hırsızlık yayılır. Eğer insanlar kendilerine ait olmayan bir şeyi satabilir ve bu hukuka uygun kabul edilirse orada hırsızlık artar. İkinci bir etki olarak insanlar arasında güven de kalmaz. Eğer arkadaşıma ödünç verdiğim bir şeyi arkadaşım yasal olarak satma hakkına sahip olursa her zaman bu durumu kullanacak insanlar çıkar.
      Akıl-mantık-ahlaki ölçülerimin bana söylediği bu. Ama pratikte ve Türkiye gibi yerlerde bu işlerin her zaman böyle olmadığı da başka bir gerçek. Mesela son dönemlerde olduğu gibi bizat devlet vatandaşlarının malları değişik yaftalar ile el koyup satarsa ne olacak?
      Bence burada devlet suçlu, devlettin gaspettiği malları alanlar da suç ortağı olma durumundadır. Ama pratikte muhtemelen yarın öbür gün tüm bu olanların üstüne bir unutma örtüsü çekilecek, devlet yaptıysa vardır bir bildiği denilecek ve bu konuyu gündeme getirenler de devlet-millet düşmanı diye anılacaktır. Bu devlet de gasplarına, soykırımlarına bir yenisini daha eklemiş olarak yoluna devam edecek ve gelecek nesiller de aynı şeyleri farklı aktörlerle yaşamaya mahkum olacaktır.

      • İsmail bey,

        Emek verip satır satır yazmışsınız oldukça fazla, teşekkür ederim. İki kişi cevap vermiş bu soruya, o da yeterli. Elbette, denek olarak kullanmadım sizi. Soruya 2 kişi cevap verdi, ikisi de farklı şıkka kanaat getirdi. Amacımda buydu, Ahmet Kurucan hocamızın Ahlak hukuk birlikteliği ve olması gerekliliği hususuna itirazıma delil için.

        İlk cevap yazan Celal bey, “c” şıkkına yakın durdu. Siz de, seçenek belirtmeseniz de, C nin saati geri vermesi gerektiğini söyleyerek, “a” ve “b” şıklarına.

        Öncelikle şunu söyleyim ki, bu şeklide cevaplar vermeniz çok normal. Su soruyu, hukuk fakültesi, siyasal, iktisadi idari bilimler fakültesi mezunları da çoğunlukla yanlış cevap veriyor zaten.

        DOĞRU CEVAP: D şıkkı.

        Saat, C nindir. C den Alamaz A.

        Doktrinsel yönüne girmeden, temel felsefesi şu. Burada kritik nokta, saatin A tarafından, kendi rızasıyla elinden çıkarmış olması. Ödünç vermiş. Kendi rızasıyla elinden çıktığı için hukuk A yı korumuyor C ye karşı.

        Dikkat edin, C ye karşı korumuyor, elbette, A B’den bu saatin bedelini talep edebilir, belirli dava türlerine göre isteyebilir. Ancak, Bu artık A ile B arasında bir mesele. Çünkü A’nın elinden rızasıyla çıkmış. C iyi niyetle almış. Eğer taşınmaz olsaydı, gayrimenkul, tarla vb zaten tapu sicili üzeriden kayıtta ortaya çıkacaktı. Motorlu araç olsaydı taşınır olarak, yine ilgili sicilden çıkardı sahibi. C nin burada davranışı normal. Biri gelip bu saat benim diyor, makul bir ortamda, makul bir fiyata satıyor. C nin yapabileceği bir şey yok. C’nin saatin faturasını istememesi gerekmez. Zaten, hergün amazonda insanlar, ikinci el olarak neler alıyor neler. Kim nereden bilecek.

        Burada C kısaca iyi niyeti nedeniyle, saatin mülkiyetini kazanıyor.

        Peki nasıl olur, A, B den ya saati bana ver diye talep eder, yahut bir bedel ister. Hukuki kelimelere girmeden yazıyorum. B A ya karşı sorumludur. Ancak, B isterse, A ya bedelini ödedikten sonra, C den saati geri isteyebilir, onunla ilgili hukuki girişimde bulunabilir. Cezai yönlerine girmmeden yazıyorum. Genel hükümler, borçlar hukuku kapsamında yapıyorum, borç alacak yönüyle sadece, B isterse C ye yönelebilir.

        Şimdi, bu soruyu, ben şyle sorsaydım, insanlar daha farklı cevap verebilirdi.

        1- Bir arkadaşınıza saat ödünç verdiniz, o da gitti sattı. Sonra otobüste anne yadigarı saati izden tanıdınız ve yan koltuktaki kişiden istediniz. O da dediki, saati falanca kişiden aldım dedi, adı da şu, gerçekten o da sizin arkadaşınız. Böyle olsa ne yaparsınız?

        2-Birisinden saat aldınız, otobüstesiniz, biri geldi dedi ki, ya bu saat benim anne yadigarım ver kardeşim. Siz de dediniz ki ne münasebet beyefendi, ben falalnca kişiden satın aldım. Git onla muhatap ol.

        Bakın, bu iki durumda bile, insanı saati satılan veya saati satın alan konumuna koyduğumuzda bile, ahlaki yaklaşımımız değişiyor. Bu soruyu çok kişiye soruyorum, değişik tarzlarda, kişileri, yönlerini değiştirerek bu şekilde, cevaplarda değiiyor.

        Değerli yazar Ahmet Kurucan hocaya da, sırf bu basit örnek üzerinden yola çıkarak işte şunu anlatmak istiyorum. Hocam sürekli Ahlak Ahlak diyorsunuz da, bu ahlak somut değil. Kişiye, ve kişinin de karşılaştığı durumlara göre değişiyor. Yukardaki durumları yaşayan insanları düşünün. Herkes aynı mı davranır. İmkansız. Kavga çıkar, tartışma olur, çünkü haklı görür. Haklı görmek, ahlaken de halkı olmanın yansıması. Haklı görmesi kişinin, ahlaken haklı olduğunu düşünmek, gerçekten haklı olmak mıdır? Elbette değil.

        O nedenle, hukuk ve ahlak farklı konseptler. elbette hukuk ile ahlak içiçedir, ama toplumsal hayatta, öyle şeylerle karşılaşırız ki, insanlar yanlışı doğru gibi savunabilir kendi cephesinden.

        Ya da Nasreddin hoca gibi, bir anlatanı dinler sen haklısın der, öbürünü dinler sende haklısın der, sonra da biri gelir e hocam sen ikisine de haklısın deyince, düşünür, doğru sende haklısın der.

        Hukuk bir birikimdir. Yukardaki sorunun cevabının,doktrin düzeyinde cevabı da inanın tatmin edicidir.

        Cevabınız için teşekkür tekrar ederim.

  4. Değerli Hocam,

    Size fazla mı yükleniyorum bilmiyorum. Açık yüreklilikle, birikiminizi süzgecinizden geçirerek cesurca paylaşınca ben de geri durmak istemiyorum. Lütfen, bu satırlarımı bir yarış olarak görmeyiniz.

    Ahlak ile hukuk arasındaki ilişkiye girdiniz ve birkaç yazınıza yorum olarak bazı hususlarda muhalefet ediyorum. Nitekim, bakınız aşağıdaki benim sorum ve cevabına yapılan yorumlarda farklılığı görün. Bunlar basit giriş düzeyde, çok sayıda bu şekilde hayatından içinden, hatta orjinal, hukuk davalarına konu oluş, sınavlara konu oluş örnekler üzerinden devam ettirebilirim. Gerekirse de sorabilirim isterseniz de buradan.

    Değerli Hocam, tespitimi paylaşayım. (Muhakak sizinde benim satırlarıma bir cevabınız olacaktır. Başım gözüm üzerine.)

    Öncelikli tespitimi soyutlaştırarak anlatayım.

    Teori ile pratik ayrı şeylerdir. Pratik üzerinden elde edilen deneyimler, sorunlar, bunların çözümü, çözüm yolları zamanla birikir, metodoloji oluşturur, Teorisi oluşur. La dini alana ait tarihsel gelişim bu şekilde.

    Dinimiz üzerinde bakarsakta, konu biraz daha farklı olsa da başta, ilk başta, Efendimizin sünneti, Kuranın elmas hakikatları, bize ilk başta teoriyi verir bir yönüyle. Önce teori, sonra pratiğe bunu adapte etme.

    Müslümanız, elbette ilk başta ilahi emirler, sünnetle reddedilen şeyler, kerih görülen şeyler vb birikmiş büyük bir doktrinsel konsept var. Bunda bir sorun da yok. İnancımız gereği, pratikte karşılaşılan sorunların, bizi kural koymaya itmesi yerine, doğrudan aslında ilahi bir lutuf olarak, bizim için en doğru olarak İlahi olarak konmuş bir doktrin var. En azından inanan olarak, müslüman olarak böyle düşünüyorum. Kuran ve sünnetle bu belirlenmiş. Ve elbette bu bir avantajda dinler açısından, hak din olarak düşündüğümüz için dinimiz açısından elbette. Zira, pratikten oluşan doktrine ulaşmak zaman aldığı gibi, çağa göre pratikler değiştiği için doktrinler eskir, bu sefer eskinin doktriniyle yeninin pratiği tartışmasına girmiş oluruz. İlahi kaynakla gelen doktrinler, çağlar ötesi olduğu için, dinin emir ve yasaklarını biz zaten en kemal düzeyde doktrin olarak görürüz.

    Buraya kadar sorunuz yok. Tartıştığımız elbette dinimiz değil. Lakin, bu yukarıda anlattığım hususta dikkatinizi çekti mi bilmiyorum. “La dini” yaklaşımla pratikten teoriye ulaşma, doktrini oluşturma da çağlar boyu bir feedback olmuş. Yani, feedbackler le sürekli bir denetlenen, güncellenen bir La dini hukuksal alan var.

    Şimdi, biz fark etmesekte, Kuran ve sünnetten oluşan toplumsal yaşam modeli ve hukuki konsept, doktrin de, önceki dönemlere göre adil olan, ideal olan modeller, bu devirde adaleti tesis etmeyebilir. Bu yönüyle de en azından tek yönlü bile olsa feedback mekanizmasına ihtiyaç var.

    Açmak istiyorum, dinin emir ve yasakları net, ancak birde Ahlak denilen bir kavram üzerinden aslında, belirsiz, şüpheli, tartışmalı alanın varlığını da kabul ediyoruz. İşte burada, feedack, doktrine değil elbet, feed back ahlaki birikim ile pratik, uygulama arasında olmalı.

    Ahlak kavramı, şüpheli alanlarda yol gösterici olmaya çalışırken, aslında fark etmesekte bir tarihi birikimin yansımasıyla olayları değerlendirebilmekte. Ahlak doğuştan edinilir edinilmez tartışmasından daha önemlisi, nasıl oluşmuşsa oluşmuş ama ahlakın manipüle edilebilmesi, yahut ahlakın bir bakış açısının sağduyulu ürünü olması hususudur. Yani, ahlak bir bakış açısını da barındırır. Elbette, tüm insanlığın üzerinde ortak kanaat getireceği hususlar çok olabilir, ama demem o ki, olmayabilirde.
    Normatif ahlak, etik vb çeşitli türlerde tartışması da biliyorsunuz bunun gider.

    Tespitime gelirsem,

    Kurulmuş düzen, sistem hangisi olursa olsun, kurallardan oluşan sistem, ister dini, ister la dini, bu sistemin kendi kuraları içinde tutarlılığı önemlidir. Kontrol mekanizmaları.

    Bu nedenle, meseleyi hem pratikte, hem de teori de bilen insanların varlığı çok önemlidir.
    Sırf hukuk değil, sosyal, ekonomik, psikolojik, vs pek çok yönüyle.

    Mesela, bir olaya, hayatında hep avukatlık yapmış kişinin yaklaşımı başkadır, hakimin başkadır, birde profesörün başkadır. Emekli hakimlerin alanlarında avukatlığı aranır örneğin piyasa da, çünkü ayrıntılara zaten vakıftır, çünkü teorinin baskısını karar vermede sürekli hissettiği için, kurallara uygunluğu, nasıl savunacağını da ona göre gelirler.

    Yine bir örnekle gitmek gerekirse, işi gücü vergi toplamak, vergi konularını soruşturmak, incelemek olanlar sahadan oluşan sorunları görür ve bunu feedback mekanizmasıyla tasnif eder, bunu iletir ve bu da kanunlara yansır. Pratik deyip geçilmemeli bu nedenle. Yine örneğin, akademik düzeyde kalmış, pratiğe vakıf olmayan birisini, uygumalacı bir birime verdiğinizde, üstelik kendi alanında, başarılı olmayabilir.

    İşte tespitim şu ki, sosyo-ekonomik, psikososyal yaşamın içinde kompleks hale gelmiş çeşitli sorunları, tabir caizse, “Olympos Dağının üzerinde elinde ahlaki kriter mızrağıyla duran bir Zeus” çözemez. Sahanın ayrıntılarına, bilgisine sahip olması gerekir. Ayrıntıya vakıf olmama durumu, hayati hatalar yaptırabilir.

    Bu nedenle, sizler gibi hocalarımızı tenzih ederim elbette, ama ilahiyat dünyasında gördüğüm husus, sahadan habersiz, teori düzeyinde, genel-geçer yaklaşımlar.

    Bu nedenle de işte, Ahlak üzerinden yaptığınız açıklamalarınızı eleştirirken, önemsiyorum da. Açılmalı bu konu. Ahlak, ölçüsüz, kalıba sığmaz bir hal alabiliyor zira. Bakınız aşağıdaki örnekte arkadaşların verdiği cevap gibi. Ahlakıyla insan yanlış bir eyleme yönelebiliyor.

    Ahlakı besleyen ana damarlara gönderilen bilinçli bilgiler dışında fark etmesekte, bilgilerin alt metinlerinde bir bilinçaltı göndermeler de yer alıyor.

    Bugün Akp ye oy verilmesinin pragmatik yani dışında, insanların ahlaki bakışını yok sayamayız. Bunu Ahlaki bir gereklilik olarak görenler var.

    Dinle harmanlandığını çok düşündüğümüz ahlaki yapı, doğuya gittikçe şiddete dönüşebiliyor, kadına şiddete yönelebiliyor.

    Bu girizgah olsun hocam, özetle, Ahlak konusunu şöyle dört başı mağmur ortaya koyun. Zira, anlatımlarından ortaya çıkan şey dikkat ederseniz, Ahlak gerçeği göremeyebilir iddiası.

    Artık, sağduyulu ilahiyatçıların, ilahiyatçıların bu soruna el atma zamanı geldi bence. Pratiğe hakim olma, onu kavrama, teoriye uygunluğunu samimici test etme. Soyut genel geçerlikten sıyrılıp, o kavramları olaylara göre yorumlamayı hedefleme zamanı.

    Bugün, örneğin, Yüksel beyde gördüm örneğin, ilahiyatçı, LGBT ile ilgili, bu konuyu nasıl ele alayım şimdi diye çokça sorular sormuş? Türkiye de yaşayanlar için nemli olmayabilir, kıyamete kadar da olmayacaktır, ama burada hayatın içinde olan insanlar ve onların karşılaştıkları gerçeklikler, saygı, insan hakları vb pek çok yönüyle olay çetrefilleşiyor. O da ister istemez, samimice soruyor, hangi yönüyle değerledireyim diye. O da biliyor ki, geniş bir konsept.

    Hocam, teşekkür ederim. Değerli vaktinizi verip okuduğunuz için. Niyet hayır olsun, akıbet hayr olsun inşallah.

  5. Bankadan kredi çekerek iş yapanlar burs vermemeli.
    Hizmet bu kişilerden burs almamalı.

    Bankadan kredi çekerek ev alanlara vazife verilmemeli.
    Bankadan kredi çekerek ev almayı normalmiş gibi gören kişilere ya vazgeç demeli ya da mesafe alınmalı.

    Şu an islam dünyasının en büyük elindeki pislik budur.
    Zina işlemeyi saklayan insanlar, faizle ev almayı gururla anlatıyor.
    Yetmiyor birde diyor ki, bir tane ev alınırsa caiz.
    ayet -hadis soruyorsun.
    cevap: yorum.

    borca karşılık ödenen fazlalığın faiz olmadığını yorum yaparak caiz hale getirip, dini bozmaya çalıştılar.
    akp ve milli görüşçülerde bu tuttu. ve yayıldı. ne yazık ki bu pislik dairedeki arkadaşlara bulaşmış durumda. özellikle avrupada rezalet bir durum söz konusu. vazifeli olup faiz ile iki ev alan kişilerin olması yıkılası düzen dedirtti.
    vay halimize.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin