KONUK YAZAR | FİKRET KAPLAN
Zifiri karanlığın iyice bastırdığı dakikalarda yatağından fırlayarak uyandı. Heyecan içindeydi. Kalbi yerinden fırlayacak gibi hızlı çarpıyordu. Etrafı sessizce dinledi. Olup biteni anlamaya çalıştı. Onu uyandıran şey gürültü veya dışarıdan gelen herhangi bir tesir değildi. Sabah mı olmuştu acaba? Ortalıkta gün ışımasına ait herhangi bir işaret de yoktu. Birkaç haftadan beri rahat yüzü görmemişti. Gecesi ve gündüzü biribirine karışmış, diken üstünde yaşıyordu.
Yorganı bir tarafa attı. Gece lambasının loş ışığında gözlerini oğuşturarak saate bakmak için ayağa kalktı. O esnada hanımı başını kaldırıp:
– Tarık ne oldu?
– Yok Hanım! Bir şey yok! İhtiyaç hâsıl etti herhalde. Sen uyumana bak!
– Ama dikkat ediyorum, kaç zamandır her gece yatağından fırlayarak kalkıyorsun. Bu halinle beni korkutuyorsun. Ne olur kendine bu kadar sıkıntı yapma!
– Hanım! Lütfen abartma! Olur.. her insan rüya görür. Hadi sen dinlen lütfen!
– Bazı geceler sürekli sayıklayıp duruyorsun. Üzülme diye sana söylemiyordum. Fakat sen önceleri böyle değildin.
Genç adam, eşine ne diyeceğini bilemedi. Bir an sustu. Sonra:
– Her hayatta fırtına saatleri, kederli, mahzun günler olmak gerek! Thomas Amca beni çok düşündürüyor… dedi.
Hanımı bu ismin etrafında dönen hadiseleri hatırlamış olacak ki sözü uzatmadı.
– Evet ya! Off!
Genç öğretmen, yatağın ayak ucundaki komidinden saati kaldırıp baktı. Gecenin ikisini biraz geçiyordu. Yatalı iki saat bile olmamış. Gerçi ne zaman uykuya daldığını kendisi de kestiremiyor ya. Hatırladığı tek şey öğrendiği kötü haberlerle yıkılmasıydı.
Yaklaşık dört ay önce mülteci kampından çıkıp yerleştiği bu yeni evde yaşlı bir komşuyla tanışmıştı Tarık. İlk başta Müslüman kimlikleri otomatik olarak apartman sakinleriyle aralarına mesafe koymuştu. Bütün dünyada geçerli olan Müslümanların kötü imajı burada da karşılarına çıkmıştı işte. Halbuki, Müslüman, yeryüzünde emniyet, güven, doğruluk, sadakat, sulh ve huzurun temsilcisi ve teminatçısıydı. İnsanlığın İftihar Tablosu, emniyet ve güven telkin edenlerin en başta geleni, zirve emniyet ve güven telkin edeniydi. Fakat, İslam’ın bu kaidesi bugünkü Müslümanların yaşayışına kurban gitmişti.
Haçlı seferlerinin başındaki insanlardan biri olan İngiltere Kralı Arslan Yürekli Richard kötülük duygusuyla dopdolu şekilde gelip savaşmış olmasına rağmen ülkesine dönünce, “Selahaddin’den insanlık öğrendim.” demişti.
Mehmet Akif, Selahaddin-i Eyyûbî ile Fatih’i bir yerde zikrederken, “Selahaddin-i Eyyubilerin, Fatihlerin yurdu…” der. O yurt böyle mi olmalıydı? Birbirini yiyen canavarlar gibi insanlarla mı dolmalıydı?
Selahaddin-i Eyyûbîlerin, Fatihlerin yurdu Yezidlere, Haccaclara kaldıktan sonra, elbette ki onlar kendilerine göre SS’ler oluşturacaklardı. Onları kışkırtacak, samimi ve yürekten Müslümanların üzerine salacaklardı.
Tarık, yakinen şahit olduğu Batıdaki bu önyargıyı şöyle yorumluyordu:
‘Bu canavarlığı gören ve bu tabloyu bütün şenaat ve denaetiyle müşahede eden ben olsam, ne derim Allah aşkına?!. Vicdanımı yokluyorum. Bu manzara karşısında Müslümanlık adına bir tercihte bulunmayı düşünür müydüm? Vebal kime ait? Emniyeti altüst, darmadağan edenlere değil mi?
Her şeye rağmen karamsarlığa gömülüp kalmamıştı Tarık. Dilini tam olarak bilmediği halde samimi hal ve hareketleriyle komşusunu kısa sürede çok etkilemişti. Thomas ve ailesiyle fazla konuşmadan, kelime tüketmeden de diyaloglarını geliştirmiş, bir iki kez yemek yemişti.
Güzel söz söylemek, iyi laf etmek önemli değildi. İnsanın hali daima dilinin önünde olmalıydı. İnsanlar Hakk’ı sözlerden ziyade tavır ve davranışlardan okumalı, dinlemeliydi. Güzelliklerin lafını yapan insanlardan ziyade, onları yaşayanlara ihtiyaç olduğunu iyice kavramıştı Tarık. Nefsinin kabullenmediği şeyleri başkalarına anlatmaktan, nefsinin tercümanı olmaktan Allah’a sığınıyordu.
Konuşurken gönül diliyle konuşmuş, konuştuklarını hal şivesiyle renklendirmiş, his ve heyecanlarıyla hep bir farklılık resmi çizmişti.
Gökler ötesi ifadelerin akisleri sayılan tesirli gönül beyânlarına karşı hiç kimse alâkasız kalamazdı. Hemen ilk günlerde derin tesirini görmese de gönülden fışkıran, halle farklı bir şiveye ulaşan samimi beyanlar mutlaka ona açık kalpler üzerinde tesirlerini gösteriyordu. Vicdan sistemlerini bütün derinlikleriyle tesir altına alıyordu. Ve şuuraltında derin izler bırakan samimi hareketler çok küçük bir işaretle de olsa ortaya çıkarak en alâkasız ruhlara bile kendi boyasını çalıyordu.
Yetmiş beş yaşındaki Thomas ömrünün son deminde gerçek bir Müslümanla tanıştığı için çok mutluydu. Ve bu komşusu şimdi kanserdi. Tarık sık sık komşusunu ziyaret ediyor, gözünün önünde eriyip giden bu adam için bir şeyler yapamamanın sıkıntısıyla yaşıyordu.
Hastanenin soğuk odasında Thomas’ın eşinin durmadan ağlaması, genç adamın acısını bir kat daha arttırmıştı. Yeni yeni sevgi köprüleri kurduğu bu adam, hayatın gayesini gerektiği gibi anlayamadan uçup gidecekti bu fani dünyadan.
Bir gün, yaşlı adamın yoğun bakıma kaldırıldığını ve eşi hariç hiç kimseyle görüştürülmediğini öğreniyordu.
Tarık bunu öğrenir öğrenmez yanına kendisine tercümanlık yapacak bir arkadaşını da alıp soluğu hastaneye aldı. Girişte orta yerdeki danışmanın yanında yaşlı adamın eşine rastladılar. Güzel bir tevafuk olmuştu.
Kadıncağız, eşindeki ağrılara bağlı olarak zaman zaman iniltilerinin daha arttığını üzülerek anlattı. Şimdi verdikleri ilacın etkisiyle olsa gerek baygınlığa benzer bir uyku haliyle yattığını, zaten odasına girmenin mümkün olmadığını ekledi. Kadın, merdivenlerden yukarıya çıkıp odaya yönelince onlar da sükût içerisinde onu takip ettiler. Yoğun bakım ünitesinin yan tarafındaki dinlenme salonuna geçtiler. Tarık burada cesaretini toplayarak yaşlı kadına düşüncesini açtı:
– Müsadeniz olursa, sizin yerinize ben içeriye girmek istiyorum. Thomas Bey’e söyleyeceğim çok önemli şeyler var. Lütfen beni kırmayın!
Kadıncağız, Tarık’ı sevmişti. Kendisi içeriye girse ne değişecekti ki? Belki bu genç girse son anında onu mutlu edebilirdi.
Genç adam, üzgün ve çaresiz bir halde olan yaşlı kadına bakınca, bir anda gözleri doldu. Gözyaşlarını silip üzüntüyle bakarken kadından cevap geldi:
-Tamam, birazdan doktor gelecek, siz benim yerime girersiniz.
Doktor ve hastabakıcı birlikte geldiler. Doktor yaşlı kadına yaklaştı:
– Maria Hanım, biraz erken geldim. Siz burada fazla yıpranmayın. İçeriye girelim ve siz eve dinlenmeye gidin lütfen!
– Benim yerime, Tarık Bey gelecek! diyerek genç adamı gösterdi kadın.
-Tamam, buyrun lütfen! Hastanın yanına çıkalım.
İçeri girdiklerinde yaşlı adam, başını yastığa gömmüş, sırt üstü yatıyordu. Yüzü çökmüş, gözleri tamamen çukurlaşmıştı. Yanakları bir hafta öncesine göre çok bariz bir farkla içine göçmüştü. Başında yeşil, naylon bir hastane beresi vardı. Gözlerindeki fer sönmüştü sanki. İnliyordu. Şiddetli ağrılar çektiği belliydi. Ve gitgide bu inlemeleri, kıpırdanmaları da bitiyordu.
Doktorun düğmeye basmasıyla, birtakım aletlerle hemşire içeriye girdi. Hastayı kontrol etti. Bu arada doktor, çıkan raporlardan pek memnun gözükmüyordu:
-Kalp atışları çok düzensiz, dedi. Nabız atışları çok yavaşladı. Baygınlığı da üzerinden atamadı bir türlü… Bacaklarındaki soğukluk, beline kadar çıkmış.
Yavaş yavaş ölüyordu. Bedeninde canlı emaresi yok gibiydi artık. Gözleri çok ağır hareket ediyordu. Son anları olmalıydı. Yaşlı adamın hala yaşadığına dair belirtileri hırıltılı olarak alıp verdiği nefesi ve hareket eden karnıydı. Ne gözünü tam açabiliyor, ne de konuşabiliyordu. Sadece duyuyordu.
Tarık, doktordan müsaade isteyerek arkadaşıyla hastaya yaklaştı:
– Thomas Bey sizi çok seviyoruz.
Hiçbir hareket ve ses yoktu hastadan. Allah’ım ne yapabilirdi onun için? Çaresizlik içinde kıvranırken birden aklına bir fikir geldi. Yaşlı adamın sağ elini açtı, kendi elini onun içine yerleştirdi ve:
– Thomas Bey sadece sizden bir şey istiyorum. Lütfen beni kırmayın. Ben bir şeyler söyleyeceğim. Eğer benim bu dediklerime içten inanarak katılıyorsanız lütfen elimi sıkın!
Tarık bir şeyler telkin etti ona. Anlasa da anlamasa da dolu dolu gözleriyle tekrar etti. Tekrar etti.
Yaşlı adam, kendisini duymuştu. Yavaşça elini kapattı, genç adamın elini sıktı ve bir daha bırakmadı. Sımsıkı tutmuş ve öylece ruhunu teslim etmişti. Gözyaşlarını koyverdi Tarık. Hiç kimseye aldırmadan hıçkıra hıçkıra ağladı.
“İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” (Biz Allah’a âidiz ve vakti geldiğinde elbette O’na döneceğiz.)
Bu hareketi bir şey ifade eder mi, etmez mi bilmiyordu Tarık. Arkadaşı da ona şaşkınlık içinde bakıyordu. Ama bu yıllarca hasret kaldıkları samimi Müslümanlar adına çok geç kalınmış bir telafi arzusuydu.
Bu arada doktor da Tarık’a hayretle bakıyor, durumu anlamaya çalıyordu.
– Siz hoca mısınız? Yani… imam? diye sordu doktor:
-Hayır, öğretmen!
-Öğretmen?!
Doktor çok şaşırmıştı. Yüzünü çevirip baktı Tarık’a.
– Evet. Müslümanlar ne iş yaparsa yapsın, dinini de mutlaka öğrenmek ve onu yaşatmak zorundadır. Hatta onu davranışlarına samimi olarak yansıtacak kadar derin bilmeli ve başkasına anlatacak kadar malumat sahibi olmalıdır. Yoksa, din sadece imam için inmiş değildir. Ve caminin duvarları arasına hapsedilecek kadar da hayattan uzak değildir. Yaşamla iç içedir, diyerek açıklama yaptı tercüman arkadaşı vasıtasıyla Tarık.
Doktor, bunu tasdik edercesine konuştu:
– Biliyor musunuz! Gerek Huston’da gerekse burada sizin dediğiniz o gerçek anlamda Müslümanlar bana bambaşka geldi. Başka hastalar kanserden veya çaresi olmayan ağır bir hastalıktan dolayı ümitsizliğe kapılıp ortalığı darmadağınık ederken, hakiki Müslümanları ölüm anında bile gayet sakin, hatta başlarına gelenleri memnuniyetle karşılamışlar gibi gördüm. Ama onlar da son Müslümanlar diye hep düşündüm bugüne kadar.
İkindiye doğru ancak ayrılabildi hastaneden Tarık. Cenaze morga kaldırılıncaya kadar başından ayrılmadı.
Şu dünyadan bir gönül daha göçüp gitmişti işte. Ve sırası gelen gitmeye devam edecekti. Bu dünyanın fani olduğunu telakki edip misafir gibi davrananlar da, kendilerini dünyanın hakimi bilip daimi kalacakmış gibi çalışanlar da; kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini, asıl vazifesinin ne olduğunu bilenler de, bilmeyenler de; bilmek istemeyip dünyanın fani yüzüne aldananlar da; saltanatına, servetine, şöhretine güvenip şımaranlar da; Allah’ın rızası istikametinde dünyayı bir mezra bilip iyilik, güzellik ve hayır ekenler de bir gün mutlaka Azrail’le buluşacak ve ebedi yurda göçüp gideceklerdi.
Bugün gönül diliyle söylenen sözler ve hal şivesiyle seslendirilen beyanlar katiyen zayi olmamaktadır. Şimdilik zihinler onları birer disket gibi kaydediyor, şuur değerlendiriyor, mantık ve muhakeme besleyip büyütüyor ve yeni kalıplara, yeni şekillere döküyor. Mevsimi gelince belki de kalbin o sihirli beyanları, halin ruhlar üzerindeki o silinmez izleri ne duyulmadık şeyler ne görülmedik güzellikler ifade edeceklerdir..! Yeter ki cebr-i lutfi olarak yeryüzüne dağılan hizmet erleri gönül dilleriyle konuşsunlar. Hareketleri, yaşam tarzları fikirlerinin yansıması olsun. Çünkü, kulaklar doydu, gözler bu samimi hasbilere hasret kalmış…
Not: Birkaç değişiklikle, yaşanmış bir hikayedir.