YORUM | REŞİT HAYLAMAZ
Havalar çok sıcak ve cephe de Bizans cephesiydi!
E, o dönemde Bizans, dünya sahnesinde oyun kuran en önemli devletti.
İşin ciddiyetini ortaya koyabilmek için Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), o güne kadarki stratejisini değiştirmiş ve gidilecek cepheyi de alenen ilan etmişti.
Şakası yoktu; Bizans’a gidiliyordu!
Niyet de hazırlıklar da buna göre olmalıydı.
Öte yandan, bukalemun suratlıların canları da tatlıydı.
Gölgeliklerin cazibesi yanında önlerine çıkan akabenin cesameti korkutmuştu, onları.
Ne olursa olsun gitmeyeceklerdi!
Onun için gidilmesini de istemiyorlardı!
Gözler İbn-i Selûl’ün üzerindeydi; gölge adam, hareket halindeydi.
Hemen harekete geçti ve ‘Aklınızı peynir-ekmekle mi yediniz; kiminle aşık attığınızın farkında mısınız?’ muhtevalı konuşmalarla Medîne’yi kaynatmaya başladılar.
Beri taraftan, ipi de koparmak istemiyorlardı ve mazeret döktürmeye başladılar; işinin çetrefilliğini öne sürenlerden ailesinden dert yananlara, sağlığının iyi olmadığını mırıldananlardan imkansızlığından dem vuranlara, evinin ihtiyaçlarından hayvanlarının problemlerine kadar döktüren döktürüyordu! Sahte yüzlerle huzura gelip yapmacık bir “Yâ Resûlallah!” peşrevinden sonra “Ben, kulağından ve gözünden endişe eden bir adamım; Benî Asfar’ın kadınlarını görünce kendimi kaybeder, meşru olmayana kayarım!” diyenler bile vardı.
Aman ne hassasiyet ne duyarlılık!
Tam bir bukalemun takvası!
Konuşmak için konuşuyor!
Realite ne?
Aklı uçkurunda takılı münafık, cemmi gafîr günü cepheden kaçma günahını işlerken bile kebâirine zaaflarını kalkan yapabiliyor!
Halbuki, bunun adı, Allah ve Resûlü’ne bayrak açmaktır; Resûlü’nün yolundan çıkmak, o günkü muhalif cepheye sinyal çakmaktır!
Hoş, belki de hakikat nezdinde gelmemeleri hayırlıydı! Samimâne bir duruşun sergileneceği böyle bir zemini Allah (celle celâlühû) onlara nasip etmiyordu. Bir farkla ki dönüşün iradesi onlara aitti ve bunun bedelini de ödeyeceklerdi.
Aynı zamanda Tebûk, bir ‘verme’ mevsimiydi; malı olan malını, olmayan da canını koymuştu ortaya ve getirilen hiçbir şeye ‘çok’ denilmiyordu.
Adamların yan çizdikleri yetmiyormuş gibi ayak oyunu ve çelme yarışına girişmişlerdi; çok verene, ‘Riyakarlık yapıyor!’ az bile olsa bulduğunu getirene, ‘Bunun malına ne ihtiyaç var ki!’ gibi kulplar takıyor, canını dişine takmış koşturanları didikleyip hayır yolundan çevirmeye çalışıyorlardı.
Can pazarıydı ya, o gün Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh) ne bulmuşsa getirmişti. Hazreti Ömer (radıyallahu anh) ayrı bir coşmuş, Hazreti Osmân (radıyallahu anh) aşkın bir cömertlik ortaya koymuştu. Onlardan birisi, “Yâ Ömer!” diye sokuldu ve sordu:
“Gösteriş mi yapıyorsun?”
Ortamı en iyi okuyanlardan birisi olarak Hazreti Ömer (radıyallahu anh), o sahte yüze döndü ve “Evet” dedi. “Allah ve Resûlü’nü kastediyorsan, ‘evet’, kastın başkaları ise ‘hayır!’”
Adamlar, Allah için yapılan her işten rahatsızdı ve o gün sular seller gibi veren Abdurrahmân İbn-i Avf’a da (radıyallahu anh) Âsım İbn-i Adiyy’e de (radıyallahu anh) kulp takmış, “Bunların yaptıkları gösterişten başka bir şey değil!” demişlerdi.
Onlara rağmen bir Ceyşü’l-Üsre yürüyordu!
Yularından tuttuğu çok güzel ve görkemli bir deveyi getiren gariban bir sahâbî sordu:
“Yâ Resûlallah! Ben de bunu Allah yolunda tasadduk edeyim mi?”
“Evet” buyurdu, Habîb-i Kibriyâ (sallallahu aleyhi ve sellem).
Bu manzaraya da şahit olmuşlardı.
Yanıltmadılar; safvet ve samimiyet timsali sahâbî, deveyi teslim edip giderken hemen dişlemeye başladılar:
“Tasadduk ettiği şey, kendisinden daha değerli ve daha hayırlıdır!”
Ağzının payını Fahr-i Âlem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) verdi; duyar duymaz adama döndü ve “Hayır!” buyurdu. “Bilakis, o senden de deveden de daha değerli ve daha hayırlıdır!”
Üstelik, onların tesirini kırabilmek için bunu, üstüne basa basa üç kez tekrarladı.
Hedefin büyüklüğü kadar açık da büyüktü ve Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) hemen herkesin himmetine müracaat ediyordu.
Bir aralık huzura Ebû Akîl (radıyallahu anh) geldi; küçücük bir kaba doldurduğu hurmaları göstererek, “Yâ Resûlallah!” dedi. “Bütün gece sırtımla su çektim ve bunun karşılığında iki ölçek hurma aldım. Bunun yarısını ailemin ihtiyaçları için alıkoyarken diğer yarısını Rabbimin rızası için sana getirdim!”
Meleklerin bile alkış tuttuğu bir fedakarlıktı ama Ebû Akîl’i (radıyallahu anh), neredeyse ordunun üçte birisini finanse eden Hazreti Osmân (radıyallahu anh) ile aynı çizgiye taşıyan bu fedakârlık da onların ağına takılmıştı. Gülüşerek şöyle diyorlardı:
“Ebû Akîl’in bir ölçek hurmasından Allah müstağnidir! Şu miskinin azıcık hurmasına ne ihtiyacı var ki! Allah ve Resûlü’nün bu kadarcık şeye ihtiyacı yoktur! Bir ölçek şeyi Allah ne yapsın? Zaten Ebû Akîl de bunu, ‘Sadaka veriyor!’ desinler diye getirdi!”
Belki önlerinde ayna yoktu ama aynaya bakıyor gibi konuşuyorlardı. Hayır adına hiçbir tarakta bezleri yoktu ve âlemi de kendileri gibi biliyorlardı.
Bu şahsiyet fakiri İbn-i Selûl yoldaşlarına rağmen ordu toplanmış ve Seniyyetü’l-Veda’da karargâh kurulmuştu. Çok yönlü düşünüyordu ve işin şaşılacak tarafı, gidişi baltalayabilmek veya Bizans’a gidişi de fırsata çevirebilmek için İbn-i Selûl de yola koyulmuş ve Seniyyetü’l-Veda’ya kadar gelmişti. Yandaşlarıyla birlikte Zübâb tepesine kurulmuştu. Beklendiği gibi hiç boş durmadı.
Fırıldak gibiydi…
Didindi durdu; atmadığı takla, çevirmediği dolap kalmamıştı.
Ne var ki istediği sonucu alamayacağını anlamıştı ve işin burasında perdeyi yırtarak zembereği boşalmışçasına konuşmaya başladı:
“Baksanıza!” diyordu. “Muhammed çok zor durumda. Şu şiddetli sıcaklarda, çok uzak diyarlarda Rumlarla savaşacak. Hâlbuki kendisinde buna yetecek güç yok. Herhâlde O, Rumlarla savaşmayı oyuncak sanıyor! Vallahi ben, O’nun ve arkadaşlarının bir sabah ikişer ikişer iplere bağlandığını görür gibiyim!”
Sonra ne yaptı?
Uhud gibi bir badirede ne yaptıysa Tebûk gibi bir akabede de aynısını yaptı; entrikalarının bir işe yaramadığını görünce homurdanmaya başladı ve yanına aldığı adamlarıyla birlikte Medîne’ye döndü.
Hasılı Tebûk, âdeti dişlemek olanların cirit attığı bir meydandı.
Ne ilkti ne de son olacaktı!
Didik didik dişleyenlere rağmen Tebûk ordusu yola koyuldu.
Bir farkla ki sayı katlanmıştı; İbn-i Selûl’ün Uhud’un öncesinde 700’e indirdiği sayı Tebûk’e yürürken 30.000 kişiye ulaşmıştı.