YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
Aradan üç yıldan fazla zaman geçti. Hala o miladı anlamaya çalışıyoruz. Gerçekleşen değişimler devleti ne ölçüde dönüştürdü? 1982 anayasasının devlet mimarisinden kopuş geçici mi yoksa kalıcı mı? Geçiciyse, normalleşme – yani anayasal düzene geri dönüş ve parlamenter sistemin yeniden tesisi – ne kadar sürecek?
Eğer 15 Temmuz sonrası düzen kalıcıysa, bunun sosyoekonomik ve politik etkisi orta ve uzun dönemde ne olacak? Bu yazıda bu sorunsalı ele almak istiyorum. Bunlar benim şahsi görüşlerim. Çoğunun ana-akım muhalifler tarafından onay görmediğinin farkındayım. Amacım kimsenin moralini bozmak ve umutsuzluğu körüklemek değil. Daha yazının başında, temennilerle reel durumun birbirinden farklı şeyler olduğunu anımsatmalıyım.
Çünkü temenni düzeyinde ben de her mağdur kadar bu sistemin bir an önce sona ermesini, mağdurlara haklarının teslim edilmesini ve iade-i itibar yapılmasını ve yaşanan anayasaya aykırı acımasız takibat politikalarının sorumlularının adalete hesap vermelerini diliyorum. Ancak realiteyi gözlemlediğim kadarıyla, gidişat çok olumlu değil. Çünkü 15 Temmuz rejimi konsolide oldu; yani iyice yerleşti ve toplumsal algı bazında normalleşti. Dahası, yapılan takibatların toplumda ciddi bir karşılığı var. Bu elbette bir popülerlik yarışması değil ve çoğunluğun bir şeyi doğru bulmasıyla, o şeyin hukuki ve adil olması arasında çok fark olduğunu belirtmek lazım. Ancak hukukun yürütmeye bağlı olduğu otoriter ya da hibrit rejimlerde mevcut yasama prosedürlerinden adalet beklemek yanlış olur. Kısmen arada sırada çıkan doğru kararlar, yasamanın düzeldiğine bir emare kabul edilemez. Dolayısıyla, rejim bu bağlamda muhalifleri yasama sopasıyla kontrol ediyor. Üstüne üstlük, muhalefet de bu durumu bir sorun olarak görmüyor. 15 Temmuz sonrasında ortaya çıkan rejim, bu nedenle sadece Erdoğan’ın rejimi olarak tasnif edilemez. Her kim ki bunu yapıyorsa, büyük bir yanılgı içindedir.
15 Temmuz sıradan bir olay değil. Dahası, bazılarının sandığı gibi, belli dönemlerde meydana gelmiş ara dönemler gibi etkisi zamanla azalarak geçecek bir döneme benzemiyor. Bazıları 15 Temmuz’u Ergenekon ve diğer darbe davalarıyla mukayese ediyor. Onlara göre Ergenekon, Balyoz, Sarıkız, Ayışığı, Askeri Casusluk vs. davaların dönemi nasıl geride kaldıysa, 15 Temmuz dönemi de öyle kapanacak. Nasıl ki zamanında Ergenekon sürecinde tutuklanan veya takibata uğrayanlara iade-i itibarları yapıldıysa, 15 Temmuz rejiminin kurbanları da belli bir süre sonra benzer şekilde aklanacak. Ben bu görüşlere katılmıyorum. Öncelikle 15 Temmuz sürecinin takibat politikalarıyla Ergenekon süreci birçok açılardan benzerlik göstermiyor. Birincisi, kitlesellik veya kapsama alanı bakımından, 15 Temmuz dönemi modern Türkiye tarihinde eşi-benzeri görülmemiş bir geniş takibat politikasıdır. Ne 27 Mayıs, ne 12 Mart, ne 12 Eylül veya 28 Şubat, ne de Ergenekon süreçleri 15 Temmuzla karşılaştırılabilir.
15 Temmuz Hitler Almanya’sındaki NAZİ Sippenhaft metodunun uygulandığı çok ciddi bir takibat politikası üzerine inşa edildi. Yani hukukun temeli olan suçun bireyselliği ilkesi bilinçli bir stratejiyle ortadan kaldırıldı. Böylelikle, bireyin işlediği iddia edilen suç, onun eşine, çocuklarına, ebeveynlerine, yakın akrabalarına doğru kapsayıcı şekilde genişletildi. İkincisi, 15 Temmuz sonrası dönemde kriminalize edilenlerden en temel hukuk zemini bile esirgendi. Sistematik işkence, savunma hakkının verilmemesi, gözaltı ve tutukluluk koşulları, adam kaçırma, korkunç sayılarda sivil personelin tutuklanması veya ihracı gibi birçok nitel ve nicel farklılık, 15 Temmuz’la Ergenekon süreçlerini yan yana getirmemize engel. Ergenekon ve türevi davalarda yargılanan askeri personel ve siviller ile aileleri, bugünkü mağdurlarla hiçbir şekilde mukayese edilemeyecek şekilde normal haklardan yararlandılar. Ergenekon ve türevi davalar asgari hukuk devleti koşullarından taviz verilmeyen bir ortamda vuku buldu. Sanıkların ve mağdurların dertlerinin basında ve medyada yer aldığı, ana muhalefetin onların avukatı olduğunu deklare ettiği, TSK’nın ve birçok seküler kurum ve kuruluşun içerdekilerin haklarını ve hukuklarını desteklediği bir atmosfer söz konusuydu. Olması gerektiği ve anayasanın öngördüğü gibi, sanıklar adil yargılamanın gereği olan savunma hakkından mahrum edilmediler. Sağlık gereksinimleri en ileri tıbbı koşullarda sağlandı. Aileleri lojmanlarda ikamete devam ettiler. Daha birçok ayrıntı var. Üçüncüsü, Ergenekon ve türevi davalarda toplum herhangi bir endoktrinizasyona tabi tutulmadı.
Bu da 15 Temmuz’a göre çok ciddi bir farktır. Dolayısıyla, toplumun yüzde ellilik bir bölümü, Ergenekon davalarının “kumpas” olduğuna inanmaya devam etti. Dediğim gibi, parlamentodaki ana muhalefet başta, ciddi bir kesim Ergenekon davalarının sanıklarına destek çıktı. Bugünkü ortamda bu asla söz konusu değildir. Dördüncüsü, Ergenekon davaları asla bir “kimlik üretme kaldıracı” görevi üstlenmedi. Yani Ergenekon sonrasında toplumda yeni bir kimlik inşası amacı güdülmedi. Olsaydı da, yukarıda bahsettiğim muhalefetin tutumu nedeniyle başarılamazdı zaten. Başka bir ifadeyle, Ergenekon ve muadili davalar, bir rejim inşasına meşruiyet kazandıracak geniş tabana sahip olmadılar. 15 Temmuz ise çok farklı. 15 Temmuz askeri darbe teşebbüsünün daha ilk saatlerinde Gülen Cemaati’nin bu darbenin planlayıcısı ve gerçekleştiricisi olduğu ilan edildi. Ve önceden yapıldığı artık net olan fişlemeler temelinde yargıda, akademide, milli eğitimde, poliste, askeriyede ve kamunun diğer birimlerinde kitlesel gözaltılar, ihraçlar, tutuklamalar yapıldı. Bahsettiğim üzere, bu hedefteki fişlenmiş kitlenin aile bireyleri de takibata dâhil edildi. Beşincisi, Ergenekon sürecinde basın ve medya iktidar kontrolünde değildi. Açıkçası medyanın önemli ve etkili bir bölümü, iktidarın söylemlerini sorgulayıcı yayın yaparak kitlelerin alternatif bakış açısına sahip olabilmesini sağladı. Böylelikle yeknesak bir algı yaratılmasının önüne geçildi. Oysa 15 Temmuz’un akabinde tüm alternatif haber alma kaynakları iktidarın kontrolüne geçti. Halkın alternatif haber alma kaynağı olarak yalnızca sosyal medya kaldı. Ona da geniş halk kesimleri ulaşamıyor.
Altıncısı ve en önemlisi: Ergenekon, Balyoz, Sarıkız, Ayışığı vs. darbe planlamaları gerçekti. Saklanan silahlar, harekât planları, itiraflar, onlarca somut kanıt söz konusuydu. Oysa 15 Temmuz askeri darbe girişiminin harekât planı, askeri hiyerarşisi, hedefleri, iddia edilen darbe amacını gerçekleştirmek için aldıkları iddia edilen köprünün bir şeridini trafiğe kapatmak gibi, siyasileri enterne etmemek gibi önceki askeri darbelerden ayrışan garip ve sıradışı hatalar, üstüne üstlük tutuklanan subayların çok ciddi bir oranının darbeye karışmamış olması, gibi ciddi farklılıklar var.
15 Temmuz sonrasında Yenikapı Ruhu denen mutabakat doğrultusunda muhalefet iktidarın diskurunu kabul etti. Gülen Cemaati’nin kriminalize edilmesi konusunda mutabakat vardı. Hiç kimse Erdoğan rejiminin varsayımlarını, mesela darbenin planlayıcı aklının “okyanus ötesi” – yani ABD – olduğunu sorgulamadı. Kürt siyasi hareketi de Gülen Yapılanması’nın ötekileştirilmesi, kriminalize edilmesi ve sosyal soykırıma tabi tutulmasını bir insan hakları ihlali olarak görmedi. “Tabana destek verdik” söylemi korkakça bir yan çizme, etliye sütlüye bulaşmama çabasıdır. Açıkçası Türkiye kamuoyu Erdoğan’a karşı olsa da, Cemaat nefreti ortak noktasında Gülen Hareketi’nin ve onunla ilintilendirilen (iltisaklı olduğu ileri sürülen) bireylerin ve kurum-kuruluşların yediden yetmişe tecrit edilmesine onay verdi. Bu konuda ciddi bir mutabakat var. Hatta birbirinden kutuplaşarak birbirine düşmanlaşmış kesimlerin tek ortak noktasının, Gülen Cemaati karşıtlığı olduğu anlaşılıyor. Aynı tutumu diasporadaki Türkiyeliler arasında da görmek olanaklı. Sol-ulusalcı veya Kürt kesimler, ısrarla Gülen hareketiyle bağlantılı gördükleri kurum ve bireylere “Türkiye’deki Erdoğan rejiminin mağduru” olarak bakmıyorlar. Aynı durum Barış Akademisyenleri’nin ciddi bir bölümü için de geçerli. Onlar da Gülen Cemaati’ni Erdoğan’ın eski ortakları olarak tasnif ediyor ve bunun sağladığına inandıkları “meşrulaştırmayla” Hizmet Hareketi’ne ait ve yakın olan kişi ve kurumları dışlıyor, akademisyen mağdurları mağdur kabul etmiyorlar. Öyle ki bu durum Türkiye dışındaki demokrat insan hakları kurumlarına ve bu konularda duyarlı bireylere de etki ediyor. Onlar da Gülen Cemaati söz konusu olduğunda çok düşük profil bir destek sunuyorlar.
Bu perspektiflerden bakınca, Türkiye’de 15 Temmuz sonrasında ortaya çıkan rejimin kendi paradigmasını ve diskurunu topluma ve dünyaya kabul ettirmede ciddi bir başarı gösterdiğini söylemek yanlış olmaz. Bu paradigma ve diskur, Erdoğan ve çevresiyle sınırlı bir algı değil. AKP’den çok daha geniş bir halkaya; MHP ve CHP’ye, İYİ Parti’ye, HDP’ye kadar uzanan geniş kitleler ve siyasal tabanlar, “FETÖ” söylemini satın almış durumdalar. Bugün Türkiye’de bu söylemi reddeden hiçbir siyasal hareket veya parti yok. Dahası, bireysel bazda Cemaat’ten olanlar dışında, Cemaat’ten olanların başına gelenlere duyarlı sadece bir avuç ilerici, aydın ve çoğu da solcu veya liberal aydın var! Onlar da, Cemaat’çi suçlamasıyla savaşmak durumundalar.
Bu durum, 15 Temmuz paradigma ve söyleminin artık resmi tarihin bir parçası haline geldiğini gösteriyor. 15 Temmuz ve sonrasında yazılan “öykü”, toplum tarafından “gerçek” olarak kabul edilmiş durumda. Bunun nedenlerini de sorgulamak lazım. Neden Türkiye toplumu Cemaat’in cadı avını kabul etme konusunda bu kadar istekliydi? Her konuda birbirinden ayrı düşen kutuplar, nasıl oldu da Cemaat düşmanlığı konusunda birleştiler? Bunu sorgulamayacak mıyız? Cemaat’e dair nasıl bir algı vardı da, siyasi icracılardan daha fazla Cemaat yanlış politikalardan sorumlu tutulmaktadır? Özellikle Cemaat’in “devlete sızmış” bir yapılanma olduğu ve “kendi çıkarlarını” takip ettiği algısı, nasıl oldu da tüm Türkiye toplumu tarafından doğru kabul edilen bir vaka haline geldi? Şimdi bunları düşünürken, bir adım sonrasına bakalım. Bugün Erdoğan yerine yeni bir cumhurbaşkanı iktidara gelse, ne değişecek? O cumhurbaşkanından “Cemaat’e haksızlık yaptık, özür dileriz!” demesini beklemek mantıklı mıdır? Dahası, bunu demeye namzet biri var mı koca Türkiye’de – bırakın bu kişinin siyasi kariyerini bu söylemle otomatikman bitireceği gerçeğini! Bahsettiğim diskur bu. Bu diskurun (söylemin) değişmesi olanaksız değil. Ama olası da değil. En azından kısa ve orta vadede (>10 yıl)!
12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra, 1982’de anayasal rejime dönüldü. Ancak yeni anayasa da normalleşmeyi hemen sağlamadı. 1990’ların başına dek siyasi yasaklıların sorunlu durumu dâhil, onlarca majör insan hakları ve demokrasi sorunu devam etti. 1990’lardan sonra da vesayet düzeni sürdü zaten. Daha 15 Temmuz sonrasının “anayasal rejime dönüş” evresinde bile değiliz! Bu niyet siyasi karşılık bulsa dahi – ki bunu yapacak kimse yok şu an çünkü bu yönde bir talep yok! – bunun gerçekleşmesi en az 10 yıl alacaktır. Bu bizi 2025’in de ilerisine atar! Bu en iyi olasılıktır! Yarın Erdoğan gider, her şey düzelir türü beklentiler cidden sıkıntılı. Ortada ciddi bir analitik bakış eksikliği ve basitleştirme var! Umutlu ve iyimser olmak güzel! Ama ayakların yere basması kaydıyla.