Her göç zordur, hele de hazırlıksız olursa

SALİH HOŞOĞLU | YORUM

Göç sonrası yaşadığımız adaptasyon zorluklarının sebepleri hep dışarıda olmaz. Dışarıdaki faktörler kadar bizden kaynaklananlar da önemlidir. Yaşadığımız olumsuzlukların sebeplerini sadece dışarıda ararsak yanılırız. Problemleri doğru anlayamayız ve kendi sorumluluklarımızı da idrak edemeyiz. Göç öncesi her yönüyle sağlıklı olsak bile yaşadığımız çalkantılar sonrası çok farklı savrulmalar yaşayabiliriz. Bizi zora sokan faktörlerin bazıları bizim elimizde olmayan, değiştiremeyeceğimiz faktörlerdir.

Mesela bir çoğumuz kırklı ellili yaşlarda başka bir ülkeye göçtük, yabancı bir ülkede yaşama tecrübesine sahip değildik. Yaş ilerledikçe yeni ortamlara uyum, dil ve meslek öğrenimi daha zordur. Fiziki ve psikolojik bir hazırlık olmadan yeni bir ülkede yeni bir hayata gözlerimizi açtık, üstelik hiç bilmediğimiz bir dili öğrenmek durumundaydık. Bir mecburiyet tahtında ülkemizi, dostluklarımızı ve bütün geçmişimizi terk edip geldik. Aslında güvenli alanımızın, “konfor alanımızın” dışına atıldık.

“Konfor zonu” yahut “konfor alanı” artık hepimizin hayatına giren bir terim. Bu terimi bilimsel alana sokan Judith Bardwick’in tanımıyla, “Konfor alanı, bir kişinin kaygıdan uzak bir durumda faaliyet gösterdiği, genellikle risk duygusu olmaksızın istikrarlı bir performans düzeyi sağlamak için sınırlı bir dizi davranış kullandığı davranışsal bir durumdur.”

Kimse konfor alanını terk etmek istemez. Terk etmek zorunda kalırsa hemen konfor alanını yeniden tesis etmeye çalışır veya yeni bir konfor alanı bulmaya çalışır. Ancak konfor alanında yeni şeyler öğrenme, yeni atılımlar yapma gerekliliği pek yoktur. Bir şekilde konfor alanının dışına çıkıldığında kaygı alanına/korku alanına girilmektedir. Özellikle kişi bu yeni duruma hazırlıklı değilse, kendini adapte olmaya zorlamazsa, gerekli desteği bulamazsa korku alanında kendine güvenini kaybedebiliyor, bahanelere sığınıyor ve içe kapanabiliyor.

Bu alanı aşma mecburiyeti hissetmiyorsa veya birkaç teşebbüsünde başarısız olmuşsa motivasyonunu tamamen kaybedebilmekte ve kapasitesinin çok altında bir yerlerde kalmaya razı olabilmektedir. Ancak bu alandaki problemleri aşmayı başarırsa öğrenme ve gelişme alanlarına geçebiliyor. Her ne kadar bizim toplumumuza fazla yansımasa da bu konuyla ilgili çok sayıda bilimsel çalışma mevcuttur.

Zorunlu göçenler için belki de en önemli yıkım statü ve çevre kaybıdır. Çoğumuz itibariyle ülkemizde oldukça iyi mevkilerde bulunuyorduk, saygın işlerimiz, makamlarımız ve gelirlerimiz vardı. Bunlar kadar önemli bir başka varlığımız da çevremizdi. Yeni ülkemizde bunların hiçbiri yok veya çok azı mevcut. Bütün sosyal çevremizin kaybının ne büyük bir travma olduğunu başlangıçta idrak edemesek bile zamanla daha iyi anladık.

Mesela şimdi yaşadığım şehirde buraya gelmeden önce tanıdığım kişi sayısı üçü-dördü geçmez, onlarla da eskiden yakın bir ilişkim yoktu. Dil konusu hakeza, çok önemli bir engeli oluşturuyor, adeta konuşmayı yeni öğrenen bir çocuk gibiyiz. Edebi yazılar yazan, nutuklar atan bizler burada en basit meramlarımızı bile anlatamıyoruz. Tabir yerindeyse her şeyimizle sıfırlandık. Bu durum geçici bir süre için de olsa bir çoğumuzun başına geldi. Eğer bu yeni durumu kendi içimizde hakkıyla içselleştiremediysek, eskisine göre çok daha alt düzeyde olan yeni işimizde kendimizi aşağılanmış hissedebiliriz.

Bediüzzaman’ın dikkat çektiği gibi “gaye-i hayali unutursak benlikler önem kazanır.” Kendimizi hakkıyla aşamadıysak yeni iş ortamımızdaki basit bir tariz bile bize çok ağır gelir. Daha önce şirketleri olan, emrinde onlarca, yüzlerce işçi çalıştıran bir iş insanı, yeni ülkesinde bir tezgahtar veya bir dağıtım elemanı olarak işe başlayabilmektedir. Yahut daha önce okul müdürü olan bir kişi yeni ülkesinde öğretmen yardımcısı olarak işe başlayabilirse şanslı addedilmektedir. Bu durum bazen kişileri ciddi şekilde germekte, motivasyonlarını kırmakta, iş ortamındakilerle problemler yaşamasına sebep olmaktadır.

Konfor alanı ve devamında geçilmesi gereken bölgeler.

Özellikle sosyal yardımın olduğu ülkelerde göçmenler uzun zaman çalışmadan sadece kampta kalabiliyor, dil kursuna gidebiliyor. Bazen sırf bürokrasinin yavaşlığı yüzünden yıllarca işlerinden uzak kalabiliyorlar. Uzun zaman işten, çalışma ortamından uzak kalınınca tekrar adapte olmak hiç kolay olmuyor. Literatürde Pazartesi Sendromu denen bir durum vardır. İnsanlar hafta sonu iki gün işe ara verip Pazartesi işe geldiklerinde adaptasyon problemi yaşarlar, sıkılırlar, bunalıma girebilirler. Daha işe gitmeden onları işe gitme korkusu ve endişesi sarar. Uzun tatiller sonrasında bu durum daha belirgin olarak kendini gösterir. Çoğumuz yıllarca çalışma hayatından, en azından kendi mesleğimizden uzak kaldık. Yeniden düzenli ve yoğun çalışmaya alışmak kolay olmayacaktır. Bunu bilerek hazırlık yapmalıyız.

Belki farkında olmadığımız bir husus da “aşırı yeterlilik” (over qualification) denen bir durumun varlığıdır. Yani talip olduğumuz işe göre fazla donanımlı olabiliriz ve bu da ciddi bir problem olabilir. Bir araştırmada 15 OECD ülkesinden Meksika, Türkiye ve Brezilya dışındaki 12 ülkede (ki bunlar gelişmiş ülkelerdi) yabancı ülke doğumluların çok daha fazla kalifiye oldukları gösterildi. Bu durum iş bulmayı zorlaştırdığı gibi diğer çalışanlarda da kıskançlığa yol açabilir. Dışardan gelen kişide motivasyon kaybı yapabilir.

Yeni işyerinde önceki birikimimiz başkalarını rahatsız edebilir, o işi onlardan daha iyi biliyor olabiliriz veya onlar öyle hissedebilirler. Eğer bunu hissettirirsek ciddi rahatsızlıklara, rekabet ortamının oluşmasına ve başka çatışmalara yol açabilir. Önceden orada çalışan, o ülkenin yerlisi biriyle çatışmaya girdiğimizde “Ya o ya ben!” moduna geçilirse genellikle biz feda ediliriz. Velev ki biz feda edilmesek yine oradaki düzeni bozan kişi durumuna düşmüş oluruz.

Yaşadığımız türlü haksızlıkların ve travmaların etkisiyle çok daha hassas oluyoruz, her şeyden alınıyoruz, bize ayrımcılık yapıldığını düşünüyoruz. İşyerinde bizi hedef almayan bir eleştiriye bile üzerimize alabiliyoruz. Bazen de bizim için saçma olan ama yeni ülkemizin normali olan uygulamalardan çok rahatsız oluyoruz. Burs başvurusu yapmak isteyen bir arkadaşımdan başvurmak istediği üniversite detaylı proje talep etmişti, o ise bunu hazırlamak istemiyordu.

Sebebini sordum, proje isteğinin aslında bir bahane olduğunu, burstan caydırmak için bunun ileri sürüldüğünü söyledi. Oysa bu talep o bursu isteyen herkese uygulanıyordu. Ama arkadaşım sanki sadece kendisinden talep edilmiş gibi düşünüyordu. Çok defa rahatlıkla kabul edilebileceği bir iş için gerekli evrakları hazırlamaktan kaçındığı için o işten mahrum kalan dostlarımız oldu. Hekim meslektaşlarımın bazısı yeni ülkelerindeki sağlık sistemini Türkiye ile kıyaslayıp ciddi şekilde eleştirebiliyor ve bu durum onların motivasyonuna zarar verebiliyor.

Yeni ülkemize uyumu engelleyen önemli bir faktör de geri dönme beklentisidir. Böylesi bir yaklaşım her türlü başarıyı engelleyebilir. Geri dönmeyi uman ve bekleyen kişi Türkiye’deki haberleri takip eder, en küçük olumlu bir işareti gözünde büyütür. Böylesi beklentiler içinde hemen hiçbir kalıcı yatırım yapamamakta, adım atamamakta ve yıllarını beklemekle geçirmektedirler. Benzeri bir durum yaşının ileri olduğunu düşünenlerde görülmektedir. Hangi yaşın yeni bir dil öğrenmeye veya yeni meslek edinmeye engel olduğu konusunda bir kesinlik olmasa da birçok kişi kendi kendini sınırlayabilmektedir. Buraya kadar saydığım hususların hepsi bizim adaptasyonumuzu yavaşlatmakta ve başarılarımızı önlemektedir. Sonraki yazılarda muhtemel çözüm yollarını irdelemek niyetindeyim.

Acıklama: Bir önceki yazıda geçen, “İşin ilginci çok sayıda İslamcı grup ve lider de onlarla dayanışma içindeler. Bu gruplar dışardan otoriter rejimleri olan ülkelerden yardım alıyorlar, iş birlikleri geliştiriyorlar.” ifadesini bir okuyucumuz açıklamamı istemiş. Evet, ifade muğlak olmuş, okuyucumuz haklı. Dünyada otoriterliği ve İslam karşıtlığını savunan liderlerle dayanışan İslamcıları ismen saymama gerek yok. Orban ve Trump’la sıkı dostluğu olanları, başka otoriter rejimlerle iş tutanları herkes biliyor. Ayrıca bu İslamcı grup ve liderler Batı ülkelerindeki takipçilerini radikalleştirerek ve onlara yeni partiler kurdurarak o ülkelerde merkez siyaseti zayıflatıyorlar, aşırı sağın önünü açıyorlar. “Bu gruplar” ifadesi ise Batı ülkelerindeki ırkçı, aşırı sağcı grupları ifade ediyor. Bu ırkçı partileri, politikacıları ve grupları otoriter rejimler gizli-açık destekliyorlar, onlarla iş birliği yapıyorlar.


Kaynaklar

https://www.forbes.com/sites/niallmccarthy/2019/01/17/foreign-born-workers-are-often-overqualified-infographic/

https://positivepsychology.com/comfort-zone/

https://blogs-images.forbes.com/niallmccarthy/files/2019/01/20190117_Overqualification.jpg

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Yazınızın sonunda bir önceki yazıda sorduğum soruya cevap verdiğiniz için teşekkür ederim. “İslamcı” denince bundan kastedilenin RTE ve benzeri isimler olduğunu aklıma getirmeliydim. Ben kafamda RTE ve İslam kavramlarini tamamen birbirinden ayırdığım için belki de bana muğlak geldi ifade. Lakin bu kavramın bazen Arap ülkelerinden buralara iltica etmiş insanları tanımlarken de kullanılıyor olması da -ki bunun son derece yanlış olduğu kanaatindeyim- ifadeyi anlamamı zorlaştırmis olabilir. Ifadeden kastedilen Türkiye’nin İslam istirmarcisi din tüccarları olunca Batının aşikar İslam dusmanlari ile aralarındaki ilişkiyi anlamlandırmak haliyle oldukça kolay oluyor. Diğer ülkeler söz konusu olacak olursa tablo muglaklasiyor. Dünyada bu konuda RTE kadar mahir ikinci bir otoriter lider var mıdır emin değilim. Körfez ülkelerinin otokratlarinin Batı hayranlığı olsa bile batının aşikar İslam karşıti liderleri ile RTE kadar sıkı ilişkiye sahip olanını animsayamiyorum.

  2. Salih bey, birkaç hususa da yaşanmış bir olay üzerinden dikkat çekmek istiyorum.

    Bu olayın anlatımını, gazeteci Hamidullah Öztürk bey yapmıştı hatta, ayrıntılar için ona bile başvurulabilir.

    Türkiyeden Amerikaya, Matematik yüksek lisansı için bir genç gider. Hatırladığım kadarıyla kendi imkanları ile gitmiş olduğu, çalışarak finanse ettiği eğitimi. Özetle, ilk derse geç kalır. Ama yine de girer, sınıf boşalırken, tahta da 2 tane matematik sorusu görür.

    Galiba bunlar ödev konusu diye düşünür sonraki haftaya, ve o soruları yazar. Eve gidip çözmeye çalışır. Ama çözemez. Bir gün iki gün derken, ben zaten böyle basit birşeyi ilk dersten yapamazsam diye kızar kendine ve çözmeye adar kendini. Geceyi gündüze kadar, 1 hafta geçer, ertesi günkü derse kadar çözemeyeceğini anlar ve derse gitmez. Daha bir odaklanır, daha bir verir kendini, gündüz geceyi, gece gündüzü kovalar ama çözememiştir.

    Bu soruyu çözmeden gitmeyeceğim der ve 2. derse de gitmez, yemeden içmeden kesilecek kadar verir kendini ve 13. gece sorulardan birini çözer. Uykusuz gözlerle derse gider, ve profesörün masasına cevapları koyar.

    3. derse kadar ortalıkta görünmediği için de, bir çeşit ilgisiz davranılır. Profesör bu alanda istiyorsa ciddi takip etmesi gerektiğini söyleyip, Türk öğrencinin verdiği dosyayı da alıp çıkar.

    Derken öbür hafta faltaşı gibi açık gözlerle derse gelir profesör.

    Bu soruyu kim çözdü der.

    Ben çözdüm, hayır sen çözmedin, ben çözdüm, hayır sen çözemezsin , bu imkansız vs..

    Olay açığa kavuşur.

    Türk öğrencinin yetişemediği ilk derste, öğrenciler, o güne kadar çözülememiş, ispatı yapılamamış matematik problemlerinden örnek isterler ve profesör de onlardan örnek olarak 2 tanesini koyar.

    Ve o sorulardan bir tanesini, bizim Türk öğrenci çözmüştür. Ama neyi başardığının farkında bile değildir.

    Sözler, satırlar ahir zamanın sihirli tılsımı.

    Ne söylediğimizle inşa ederiz, inşa oluruz da.

    Gandhiye atfedilen şu sözü biliriz.

    “Düşüncelerinize dikkat edin,sözleriniz olur; Sözlerinize dikkat edin, davranışlarınız olur; Davranışlarınıza dikkat edin,alışkanlıklarınız olur; Alışkanlıklarınıza dikkat edin, karakteriniz olur; Karakterinize dikkat edin, kaderiniz olur.”

    Göç eden insanlar arasında, iletişim sıkı. Bu nedenle, birinin kendi gerçekliği, algısı üzerinden yorumları, bir başkasını etkileyip KADERİ olabilir de.”

    Bu nedenle ben hep, insanlara olumlu bir yönlendirmenin yapılması gerektiğini söylüyorum nihayetinde.

    İnsanlar zihinlerine bir SET oluşturacak bir dil kullanılmamalı. Motivasyon, ve sürekli daha iyi yapılabileceğine yönelik bir çeşit cesaretlendirme, gayret ettirme olmalı.

    Bazıları buna tul-i emel ile karıştırabilir ki, ben bu azimde, emekte olan insanların sürekli tevekkül halinde oldukları için, neticeyi Allahtan bekledikleri için, acziyet cephesinden Cenabı Hakkın manevi lutuflarına da mazhar olduklarını düşünüyorum.

    Düşünmeden öte, geçmiş yaşamımda bunun böyle işlediği çok durumu müşahede ettim.

    Bu bir çeşit, ahirzaman da hakka götüren doğal bir yol , tarik gibi hatta.

    Emek veren ve neticesinin ASKIDA OLARAK BEKLENİLDİĞİ bir durumda olan insanların, içten yakarışları, Cenabı Hakkı kızdıracak, onun gazabını getirecek bir işe girişmeden daha bir çekinmeleri, onun lütuflarının kesilmesi kaygısını daha çok hissetmeleri, aczin en yüksek olduğu, böyle anlarda çok daha fazla oluyor.

    Yani, unumu eleyip asayım, bak nasıl Allaha yöneliyorum.. mantıklı gibi görünse de, uygulama gaflete düşebiliyor insan. Daha boş vakti varken, daha bir gaflet.

    Tersine, işi gücü bitmez gibi, sürekli emek verme zorluğun içinde olanların, zamanı az olanların da gaflet perdesi yırtılıyor sanki, yerine ibadetlerini düzenli yapma isteği gayreti geliyor.

    İnsanlar gökyüzünde asılı durur gibi, kontrolü elimizde olmayan, TEVEKKÜL gerektiren süreçlerden korkmamalı.

    Yeter ki, yapılabilirliği zor da olsa, bir yol seçsin.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin