Yorum | Bülent Keneş
Sular durulup da ifritten bu devir sona erdiğinde lanetle anılacakların başında, hiç şüpheniz olmasın ki, bu dönemde irad edilen tüm ahlak dışı, hukuk dışı, insanlık dışı, din dışı işlere şeytani fetvalarıyla cevaz veren Hayrettin Karaman gelecektir.
Çünkü, İslam bir barış dini, Müslüman ise, hadis-i şerifin ifadesiyle, ‘insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimse’ olduğu halde hırsızlığa, rüşvete, yolsuzluğa, gaspa, talana, yağmaya, işkenceye, zulme, yalana, iftiraya, hakarete, kara çalmaya din kılıfı giydiren yüzkarası Karamangiller yüzünden gerçek tanımıyla İslam’ı ve Müslümanı ara ki bulasın!
Şayet Allah ömür nasip eder de o günü görürsek, Karaman ve benzerleri teneşire her yatırıldığında geride kalanlara tevcih edilecek “Nasıl bilirdiniz?” sorusuna benim peşinen vereceğim cevap şimdiden bellidir: Cehenneme zümera…
Güya İslam adına İslam’ın en nezih ilkelerini iktidarın oyuncağına çeviren Şeytan’ın bu zıvanadan çıkmış uşaklarına dair hükmü elbette ki, mutlak adaletinden şüphe olmayan Allah (cc) verecektir. Ama doğrusu görünen köy de kılavuz istemiyor. Neticede, Muhsin Yazıcıoğlu gibi Erdoğan’ın siyasi muhaliflerinin ortadan kaldırılmasından kamu ihalelerini yüzdelik komisyonlara, rüşvetlere bağlamaya ve güya genelin menfaati için azınlıktakilerin mülklerinin, haklarının, hayatlarının talan edilmesine varıncaya kadar her türlü melanete muktedirler adına din kılıfı giydiren bu müptezellerin ne mal oldukları ayan beyan ortada.
SEBEP OLAN YAPAN GİBİDİR
Şerrinde, zulmünde ve insanlık dışı uygulamalarında hiçbir sınır tanımayan İslamofaşist Erdoğan rejiminin pervasızlığının normatif altyapısını da zaten Karamangillerin kapkaranlık iç dünyalarının kapkaranlık tezahürleri niteliğindeki bu şeytani din yorumları oluşturmaktadır. Bu sebeple, “es-sebebu ke’l-fail / sebep olan yapan gibidir” fehvasınca zalim Erdoğan rejiminin her zulmünde, her suçunda, her günahında Karaman ve benzerlerinin çok büyük hisseleri bulunmaktadır.
Nitekim, İslam anlayışındaki alanı son derece daraltılmış bulunan “zaruretler haram olan şeyleri mübah kılar,” ilkesini alıp kendine ve iktidar menfaatine dilediğince yontarak her türlü melanete meşruiyet oluşturacak şekilde kullanmayı meziyet bilen Karamangillerin, bu yolla cevaz vermeyecekleri sapkınlık neredeyse yok gibidir.
Karaman’ın 18 Mart 2018 tarihli Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan “İctihad ve fetva hakkında” başlıklı makalesi de melanet peşindeki yazılarından biridir. Bu yazısında muktedirin veya devlet başkanının müçtehid olduğunu savunacak kadar ileri giden Karaman, “İslami hayat durmasın diye (zaruret sebebiyle) müctehid olmayan ‘alimlerin’ de fetva vermeleri, hakim ve devlet başkanı olmaları caiz görülmüştür,” demek suretiyle karakteri modern dönem firavunluğuna karşılık gelen Erdoğan’a hangi nazarla baktığını göstermiştir.
Aynı yazıda “İslam dininde zorluk ve tıkanma yoktur, Peygamberimiz (s.a.) de gerektiğinde ümmeti için kolay ve hafif olanı tercih etmektedir,” dedikten sonra “kolaylaştırın zorlaştırmayın” mukaddes ilkesini iktidar adına her türlü yozlaşmaya payanda yapan Karaman, belli ki kendisini içtihatta yaptığı hatalardan bile sevap kazanacak bir alim olarak görmektedir. “Nasıl olsa bir sevap cepte” düşüncesiyle muktedir menfaatine gördüğü her türlü sapkınlığı ‘içtihat hatası” olarak değerlendirip bu kasti ‘hataları’n yol açtığı fecaatlerin sorumluluğundan kaçarak taş bağlamış vicdanını rahatlatmaktadır.
KARAMAN KENDİSİNE ‘ZARURET” DİYE BİR DİN UYDURDU
Görüldüğü kadarıyla İslam’ı terkedip kendisi ve kendisini takip edenler için “zaruret” diye yeni bir din uyduran Karaman’ın gelip vardığı yer nihayet zulme, işkenceye, gaspa, talana destek vermek olmuştur. “Zarûret bir kimseyi, halkın malını gasp etmeye mecbur bıraksa onun için bu caiz olur,” diyen Karaman’ın son derece izafi anlamlar yüklenebilecek “zaruret”le de yetinmeyip, aynı şeylerin “zaruret’ten çok daha izafi olan “ihtiyaç” duyulması halinde yapılmasına da cevaz vermesinin gösterdiği tek şey, düçar olduğu dini ve insani sapkınlığın derinliğinden başka bir şey değildir.
4 Mayıs 2018 günü Yeni Şafak gazetesinde “Faizli kredi ve zaruret” başlığı ile yayınlanan yazısında Karaman, sanki ihtiyacın toplumdan topluma, kişiden kişiye, dönemden döneme değişen izafi bir şey olduğunu bilmiyormuş gibi, “zaruret” ile “ihtiyacı” eşitliyor.
Bununla da yetinmiyor “amme menfaati / kamu yararı” dediği sıradan uygulamaları bile ‘zaruret’le bir tutuyor ve sonra da o tuhaf hükmü veriyor.
“Zaruret bir kimseyi, halkın malını gasp etmeye mecbur bıraksa onun için bu caiz olur; hatta açlık, soğuk, sıcak gibi bir sebeple öleceğinden korksa, bu ihtiyaçlarını karşılayacak malı gasp etmesi (caiz olmanın ötesinde) gerekli hale gelir. Bir kişiyi hayatta bırakmak için bu gerekli olursa, binlerce hayatı kurtarmak için gerekli olmaz mı?” diyerek, kamunun “zaruret” olarak değerlendirdiği sıradan izafi ihtiyaçlarını giderme adına kişilerin haklarının ve mülklerinin pervasızca gasp edilmesinin yolunu açıyor.
Tabii Karaman bunu bu kadar açıktan değil, şeytani bir dille ifade ediyor ve “İçinde Allah’ın makbul kullarının da bulunması muhtemel olan toplumu ayakta tutmak, bir kişinin zaruretini gidermekten daha önemlidir ve ona tercih edilir,” diyor. Bu anlayışının karşılık geldiği alanın ne kadar geniş ve izafi yaklaşımlara göre şekillenebileceğini ise kendisi de zaten izafi olan “zaruret” kavramını ve bundan da izafi olan “ihtiyaç” ve “kamu menfaati” kavramları ile eşitlemek suretiyle yapıyor. Bu yaptığını, meşrebine uygun bulduğu eski bir “alim”in fetvalarına dayandırma uyanıklığından da geri durmuyor.
‘ZARURET’TEN YOLA ÇIKIP ‘İHTİYAC’A VE ‘KAMU MENFAATİ’NE GELDİ
Karaman, verdiği sapkınca cevazlara yapılan itirazlara cevap olarak ise şöyle diyor: “Bu itirazın dayandığı temel düşünce, zaruret ile temel ve önemli hacetin (ihtiyacın) aynı şey olmadığı, zaruretin haramı helâl kıldığı, halbuki ihtiyacın böyle bir özelliğinin bulunmadığıdır. Örneklere geçmeden önce bu temel düşünceyi delillerle çürütmek gerekecektir. Bunun için de önce ‘zaruret ile hacetin haramları mubah kılma bakımından aynı rolü oynadıklarını’ ortaya koyan kaide ve ifadeleri verecek, sonra bu kaideye dayanılarak zaruret sayılan ve mahzurların mübah olmasını sağlayan hacet (ihtiyaç) örnekleri vereceğiz.”
Karaman’ın kendi sapkın meramına tarihin derinliklerinden münasip bir destek bulması tabii ki güç olmuyor. Mecelle’nin 32. maddesi ile Suyûtî’nin el-Eşbâh ve’n-Nezâir isimli kitabında geçen kaideyi hatırlattıktan sonra şöyle yazıyor: “Bu iki kaynak, açık ve kesin bir ifade ile ‘Hacet (ihtiyaç), umumi olsun, hususi olsun zaruret sayılır,’ diyor…”
“Genel ihtiyacın hem zaruret sayıldığı, hem de özel ihtiyaçtan daha önemli ve güçlü bulunduğu birçok fıkıh alimi tarafından zikredilmiştir,” demeyi de ihmal etmeyen Karaman, Şeytan’a pabuçlarını ters giydirerek Cehennem kapılarını ardına kadar açacak bir kaç melaneti aynı anda işliyor. Bir taraftan “ihtiyacım var” diyen herkesin “zaruret” hissiyle ihtiyacı olduğunu düşündüğü herhangi bir şeyi çalmak, çırpmak, gasp etmek, talan etmek, yağmalamak yoluyla elde etmesinin yolunu açıyor. Bir taraftan da 1150 odalı saraylarında, 300 odalı yazlıklarında, yüzlerce lüks araçlarında, milyarlık uçaklarında sefahat hayatı süren muktedirlerin izafi “ihtiyaçlarını” izafi “zaruretler” olarak görüp gözlerine kestirdiklerinin mallarına mülkelerine keyfi bir şekilde el koymalarının, gasp ve talan etmelerinin önünü açıyor.
Diyebilirsiniz ki, “Ee ne var bunda? Haydut ve harami Erdoğan rejimi, Karaman’ın bu dediklerini yıllardır zaten yapıyor.” Haklısınız, ama İslamofaşist Erdoğan rejiminin, benim yıllarca TOKİ’ye taksit ödeyerek ailem için güç bela edindiğim bir sosyal konut da dahil olmak üzere, binlerce şirketi, binlerce özel mülkü gasp etmesinde de yine Şeytan’ın yamağı Karamangillerin verdiği mide bulandırıcı fetvaların rolü büyük. Yani hikaye yeni değil.
MÜSLÜMANLAR HARAM YEMEZLERSE GÜÇLÜ OLAMAZLARMIŞ!..
Hikaye yeni olmadığı gibi bunlarla sınırlı da değil. Çünkü, Karaman zihniyetinin sapkınlığı Müslümanların güçlü olabilmesinin ancak haramla, talanla mümkün olabileceğini savunacak kadar ileri gidiyor. Bir başkasına atıfla aynen şunları söylüyor: “Haram yeryüzüne öyle yayılsa ki, artık helal bulunamaz hale gelse, ihtiyaç kadar haramı kullanmak, bundan faydalanmak caiz olur. Bu durumda haramdan faydalanmak, zaruret hallerine bağlı değildir; çünkü haramdan faydalanmak zarurete bağlı kılınırsa giderek Müslümanlar zayıflar, düşmanlar İslâm topraklarını istilâ ederler, insanlar, amme menfaatini ayakta tutan zanâat ve meslekleri yapamaz hale gelirler.”
İktidarını mabudu haline getirdiği İslamofaşist Erdoğan rejiminin menfaatine gördüğü her şeye anında din kılıfı giydirmekte son derece mahir olan Karaman, İslam’ın temel yasaklarından biri olan faiz dahil her şeyi anında “İhtiyaç eşittir zaruret, zaruret eşittir haramın helal kılınması,” formülüyle halledebiliyor. Böylesine sapkın bir anlayışla hakikaten çözülemeyecek herhangi bir mevzu da bulunmuyor.
Karaman’ın büyük büyük ataları, kendilerine konum bahşeden devrin padişahlarının menfaati uğruna ortaya çıkan sorunları çözme adına kundaktaki masum kardeşlerini öldürmelerine cevaz verecek kadar ileri gitmişlerdi. Ellerine bebek kanı bulaşmış bu sözde alimler, bugün bu insanlık dışı miraslarına sahip çıkan Karaman’ın sırf iktidar için dini oyuncağa çevirip altına imza attığı kepazelikleri görse eminim kendisiyle gurur duyarlardı.
Peki, İslamofaşist Erdoğan rejiminin şahsında ete kemiğe bürünen bu kapkaranlık Karaman zihniyeti insanlık tarihinin hangi aşamasına denk düşüyor? Bu sorunun cevabını benzer bir mevzu vesilesiyle araştırmış ve 13 Şubat 2016 tarihli bir yazımda genişçe ele almıştım. Dolayısıyla bu soruyu o yazıdaki saptamalara dayanarak rahatlıkla cevaplayabiliriz.
KARAMAN ZİHNİYETİ TARİHİN HANGİ DEVRİNE DENK DÜŞÜYOR?
Türkiye maalesef hiç bir zaman gerçek bir demokratik hukuk devleti olmayı başaramadı. Onun içindir ki “Türk demokrasisi” diye bir şeyden bahsetmek aslında mümkün değil. Demokrasinin Türkiye serüveni 1800’lerde başlayan ve henüz hedefine ulaşamamış olan inişli çıkışlı bir demokratikleşme hikayesinden ibaret. Bu serüvenin hak ve özgürlüklere daha saygılı olunan bazı dönemlerinde demokrasi idealine daha yakın olunmuş, hak ihlallerinin ve hukuksuzlukların doruğa çıktığı bazı dönemlerinde ise demokrasi idealinden sapılmıştır.
Ancak hiçbir dönemde İslamofaşist Erdoğan rejiminin ortalığı kasıp kavuran hak ve özgürlük ihlalleri, hukuksuzluklar, keyfilikler, zulümler, gasplar, talanlar, işkenceler kadar ileri gidilmemiştir. Herkesin bildiği diğer tüm zulümleri, özgürlük ve hak ihlallerini bir kenara bırakıp, sadece Hayrettin Karaman’ın şeytani fetvasıyla gündeme yeniden gelen mal güvenliği ve mülkiyet dokunulmazlığına dair ihlallere baksak dahi Karaman zihniyetinin ve ruh verdiği İslamofaşist Erdoğan rejiminin içinde yaşadığımız bu çağa ve insanlığın eriştiği gelişmişlik düzeyine ait olmadığını rahatlıkla görebiliriz.
Söylem ve eylemleri günümüz evrensel hukuk ilkelerine, temel insan hak ve özgürlüklerine dair normlara, erişilen evrensel insani birikime, demokrasinin gereklerine ve en basitinden bir hukuk devleti nosyonuna bile uymayan Erdoğan rejimi, Türkiye’yi yaşadığı çağdan kopararak ait olmadığı bir yerlere, insanlığın utanç duyduğu geçmiş devirlere doğru sürüklüyor. Bunun neden böyle olduğunu mülkiyet hakkının ülkemizdeki acıklı durumuna bakarak anlatabiliriz.
GADDAR 12 EYLÜL DARBECİLERİ BİLE BUNLARDAN DAHA İNSANİ
Basit bir tanımlamayla mülkiyet hakkı malike kullanma, semerelerinden yararlanma, devretme, tüketme yetkilerini veren bir haktır. Mülkiyet hakkı ona sahip olana, hakkın konusu olan eşya üzerinde ve kanunların çizdiği sınırlar içinde dilediği gibi tasarruf etme (kullanma) yetkisini verir. Bu hak, 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası yapılan Anayasa’nın 35. maddesinde “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir,” denilerek güvence altına alınmıştır. Bankalara, şirketlere, okullara, dershanelere, gazetelere, televizyonlara ve hatta insanların aileleriyle yaşadıkları evlere bile keyfi ve hukuksuz bir şekilde el koyan Erdoğan rejimi, zihniyet ve uygulamalarıyla çokça eleştirilen 12 Eylül askeri darbesinin bile çok gerisine düşmüştür.
Suriyeli mülteciler üzerinden yapılan tehditler ve şantajlarla bir süreliğine müzakerelerin göstermelik yürüdüğü, ancak artık fiilen sona erdiği Avrupa Birliği (AB) için de mülkiyet dokunulmazlığı, can ve mal güvenliği esastır. AB’nin atası durumundaki Avrupa Kömür Çelik Topluluğu’nun kurulmasından bile önce kaleme alınan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) mülkiyet dokunulmazlığının altını önemle çizer.
AİHS şöyle der: “Her gerçek veya tüzel kişi, mallarından yararlanmasına saygı gösterilmesi hakkına sahiptir. Herhangi bir kimse ancak kamu yararı gereği olarak ve kanunun öngördüğü koşullar ile devletler hukukunun genel ilkeleri çerçevesinde mülkünden mahrum edilebilir. Herkes, yasal şekilde elde ettiği mülküne sahip olma, kullanma, elden çıkarma ve miras bırakma hakkına sahiptir. Bunların kaybı karşılığında zamanında adil bir tazminat ödenmesi koşulu ile kamu menfaati nedeniyle veya yasada öngörülen koşullar çerçevesinde yapılması dışında hiç kimsenin elinden mülkü alınamaz. Mülkün kullanımı, kamu menfaati için gerekli olduğu ölçüde yasa ile düzenlenebilir.”
ULUSAL VE ULUSLARARASI HUKUK MÜLKİYET GASBINI MEN EDİYOR
Mülkiyet hakkı ve mülkiyet dokunulmazlığı, 10 Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen, Türkiye’nin imzacısı olduğu 30 maddelik İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin (İHEB) birinci kuşak hakları arasında da yer alır. İHEB’in 17. Maddesi aynen şöyle der: “Her şahıs tek başına veya başkalarıyla birlikte mal ve mülk sahibi olmak hakkını haizdir. Hiç kimse keyfi olarak mal ve mülkünden mahrum edilemez.”
Çağdaş uluslararası hukukun en önemli metinleri arasında yer alan ve bu yönüyle demokratik hukuk devletlerine yön veren bu sözleşme ve bildirilerde yer alan ilkeler Erdoğan rejimi tarafından açıkça yok sayılmaktadır. Erdoğan rejimi zihniyet olarak, zulüm ve gasplarıyla bu sözleşmeleri ihtiyaç haline getiren Hitler Almanyasını andırmaktadır. Yani çağdaş hukuk ve demokrasi tarihinde 1950’lerin çok gerisine düşmüş insanlık dışı bir rejimden bahsediyoruz burada.
İsterseniz biraz da Türk siyasi tarihi içerisinde gerilere doğru gidelim. Bildiğiniz gibi bu topraklarda hukuk devleti yönünde ilk somut adım 3 Kasım 1839 tarihli Tanzimat Fermanı ile tüm vatandaşların can, mal ve namus güvenliğinin sağlanmasının garantiye alınmasıyla atılmıştır. Herkesin mal ve mülküne sahip olmasını, bunları miras olarak bırakabilmesini öngören Tanzimat Fermanı, özel mülkiyeti tam bir güvence altına almak suretiyle müsadereyi kaldırmıştır. Özel mülklere hukuksuz ve keyfi bir şekilde el koymak suretiyle hukuken kutsal olan mülkiyet dokunulmazlığını hiçe sayan haydut Erdoğan rejimi ise Tanzimat Fermanı ile mülkiyet dokunulmazlığını garanti altına alan Osmanlı Devleti’nin bile gerisine düşmüştür.
Bu kadarla kalsa yine iyi. İngiltere’de yayınlanmakla birlikte Avrupa ve dünya demokrasi ve hukuk tarihi için çok önemli bir metin olan 1215 tarihli Büyük Özgürlük Fermanı (Magna Carta Libertatum), “Özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak, kanun dışı ilan edilmeyecek, sürgün edilmeyecek veya hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır,” der. Tamamen kendilerine bağladıkları ve dolayısıyla tarafsızlığını yitirmiş olan yargının hükmünü bile beklemeden bankalara, şirketlere, okullara, özel mülklere keyfi bir şekilde el koyan Erdoğan rejimi, bunları yapmak suretiyle 1215 İngiltere Krallığı’nın bile çok gerisine düşmüştür.
CAHİLİYE DEVRİNİN GÜNÜMÜZDEKİ TEMSİLCİLERİ
İslamofaşist Erdoğan rejiminin dümen suyuna giden Karamangiller, bugün din adına ne tür şarlatanlıklar yaparlarsa yapsınlar, İslâm dini ve İslam hukuku da özel mülkiyeti, kişilerin mal-mülk sahibi olmalarını caiz görmüş, mülkiyet hakkını ve mülkiyet dokunulmazlığını korumak için tedbirler almıştır. Hatta mülkiyet dokunulmazlığı İslam’a göre mülkiyet tanımının bizatihi içeriğinde vardır.
Şöyle ki, İslam’a göre mülkiyet, hukuken yalnızca sahibine tasarruf imkanı veren ve izni olmadıkça sahibinden başkasını mülkiyet metası üzerinde faydalanmaktan ve tasarruftan alıkoyan bir haktır. Tariften de anlaşılacağı üzere, bir kişi meşru bir yolla herhangi bir mal elde ettiğinde, artık o mal sadece ona ait olur. Yine bu aidiyet, başkasını o maldan yararlanmaktan veya üzerinde tasarrufta bulunmaktan men eder.
İslamofaşist Erdoğan rejiminin artık sıklıkla yaptığı gibi sırf muhalif oldukları için birilerinin mal varlıklarına, şirketlerine, medya organlarına keyfi bir şekilde el koymak ya da hukuksuz bir şekilde bu mülkleri müsadere etmek İslam dininin getirdiği hukuki güvenceler açısından bakıldığında cahiliye dönemine bir geri dönüşü ifade eder. Çünkü, sırf muhaliftir diye veya izafi bir “ihtiyaç” tanımına dayanarak bir şahsın veya bir grubun mal varlığına el koymak cahiliye âdetlerindendir. Özel mülkleri pervasızca gasp etmeyi ahlak edinen haydut Erdoğan rejimi ve Karaman zihniyeti, 1400 yıl önce gelmiş olan İslam’ın gerisine düşmüş, cahiliye döneminin modern zamanlardaki bir uzantısı haline gelmiştir.
Öyleyse şunu kolaylıkla söyleyebiliriz: Hangi açıdan bakılırsa bakılsın bu çağa, bu devre, insanlık medeniyetinin bugünkü seviyesine ait olmayan Erdoğan rejimi ve IŞİD’e bile rahmet okutacak düzeydeki bir yobazlığı temsil eden Karaman zihniyeti tam tamına cahiliye dönemine denk düşmektedir.
Başlıktaki soruya dönecek olursak Cahiliye’nin anti tezi olan İslam’ın apaçık hükümlerini keyfince eğip bükerek İslamı İslamofaşist Erdoğan rejiminin haydutluklarına ve zulmüne alan açmakta bir maymuncuk gibi kullanan Hayrettin Karaman ise, tabii ki bir müçtehit değil, apaçık mürtecidir. Hem de öyle bir mürtecidir ki toplumu zehirleyen kapkaranlık zihniyetinin İslam’la, Müslümanlıkla herhangi bir alakası olmadığı gibi doğrudan doğruya Cahiliye anlayışını temsil etmektedir.