NECİP F. BAHADIR | YORUM
Bilmem farkında mısınız; üst perdeden yazmamaya, yorumlarımı sohbet eder gibi kaleme almaya özen gösteriyorum. Özellikle son dönemde eline kalem alanın ‘üstad’ kesildiğini, iki yazı yazanın bir ‘kanaat önderi’ gibi sağa sola nizamat ve ayar verdiğini üzülerek görüyorum. Çağa tanıklık etmek başka, akil adam olmak başka… Ben haddimi ve sınırlarımı bilerek yazıyorum.
Söylediklerimin mutlak doğru olduğunu hiçbir zaman iddia etmem, yazdıklarımı ‘eleştirilemez’ bulmam. Aksine tenkitten hatta zaman zaman yanılmaktan hoşlanırım. Çünkü gazetecilik ve gündem yazarlığı hatayı beraberinde getirir. Kulağınıza fısıldanan bir kulis bilgisi yanlış çıkabilir. Gelişmeler yorum ve analizinizi boşlukta bırakabilir veya farkında olmadan yazınız birilerinin değirmenine su olarak akabilir.
Kimsenin dolmuşuna binmemek gerek!
Dengeyi her zaman tutturamayabilirsiniz. Marifet hatadan çabuk dönebilmek ve kendi sesin olabilmek, kendin kalabilmek. Kalem veya ekran şöhreti afet gibidir. İnsanı çok farklı yerlere savurabilir. Alkışa, övgüye dayanıklı olmak, havaya girmemek, birilerinin dolmuşuna binmemek gerekir.
Kalemi elime yeni aldığımı düşünebilirsiniz. Haksız da sayılmazsınız. Adımı duymadınız çünkü. Ama hayat deneyimim hiç de az değil. Haddimi bilirim, her türlü tenkite göğüs gererim fakat hakkımı da savunmaktan geri kalmam. Mehmet Akif’in dediği gibi yani; “Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyunum / Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boynum.”
Yazılarımda da hayatımda da mutedil, dengeli ve ılımlı bir üsluba sahibim. Şiddetten, kavgadan, öfkeden nefret ederim. En ağır mesajı bile güzel ve yumuşak üslupla söylemeyi veya yazmayı tercih ederim. “Şimdi nereden çıktı bu?” diyebilirsiniz. Yazarınızı yeni tanıdığınız için biraz kendimi anlatmak, biraz da yazılarıma gelen eleştirelere cevap vermek istedim.
Evet, zaman zaman sınırlarımı zorlayarak ağır eleştiriler yaptığımın farkındayım. Yine doğru olmadığını bile bile duygularımın seline kendimi kaptırdığım, kalbimle yazdığım yazılar da oldu. Şunu bilesiniz ki ben ‘kavga adamı’ değilim. Daha doğrusu kavgayı kasla, kaba kuvvetle veya sivri kalemle yapan biri değilim. Mücadeleden de kavgadan da kaçmam ama kendi üslubum ve kişiliğimin sınırları içinde kalırım.
Hakkı teslim etmek!
‘Çelik yürekli kadın Ayşe Ateş’ yazısına bazı okuyuculardan eleştiriler geldiğini biliyorum. Tek başına ölüme meydan okuyan Ayşe Ateş, duruşma salonuna ‘çelik yelek’ giyerek girdi. MHP gibi bir partiye karşı verdiği kavgayı ve adalet mücadelesini alkışlıyorum. Yazının özü de bu zaten. Bu demek değil ki, ben her söylediği sözünün arkasındayım ve siyasi konularda onun gibi düşünüyorum.
Milli futbolcu Merih’in gollerine sevindiğim de, – ki sevindim, hatta havaya zıpladım – onun siyasi görüşlerini benimsediğim veya parmaklarıyla yaptığı ‘Bozkurt’ işaretini doğru bulduğum ve övdüğüm anlamı çıkar mı? Ben, “Ömer Seyfettin
iyi hikayecidir” dediğimde saçma sapan dünya görüşünü sahiplenmiş mi oluyorum? Putin’in batı siyasetini doğru bulduğumda, Rusya’daki Türk okullarını kapatmasını kabul etmiş mi oluyorum?
Hiç kimsenin yüzde yüz görüşlerine katılmadığım gibi, yüzde yüzde reddetmem de… Bu benim hayat felsefem. Kalbi kırık, yüreği yaralı, duyguları örselenmiş bir okuyucu kitlesine hitap ettiğimin elbette farkındayım. Ben de sizden farklı değilim ki… Belki de daha ağır bir vakayım.
Bu benim esnemeyeceğim anlamına gelmez. İsmet Özel’in ‘Zor Zamanda Konuşmak’ diye bir kitabı var. 12 Eylül askeri yönetimin gölgesi altında yazdığı köşe yazılardan oluşan… Bugün, o günden daha zor zamandayız. Bırakın konuşmayı yazmayı, soru sormak bile yasak. Bak İsmet Özel’den örnek verdim. Şairliğine sözüm yok ama düşüncelerinin büyük bölümüne katılmıyorum.
Bir yazıda adını geçirmem rahatsız edici olabilir mi?
Ben klavyenin başına rahat mı oturuyorum zannediyorsunuz? Keşke başımın üzerinde sallanan sadece demoklesin kılıcı olsa! Neyse, daha fazla konuşmak istemiyorum.
Bir Anadolu türküsü var, dilimin ucuna gelen; “Vay nerdesin nerdesin / Galdır camın perdesin / Diyeceğim çoğ amma / Pek galabalık yerdesin…”
Benim de diyeceğim çok ama kalabalık yerdesiniz. Söylediklerimi herkesin duymasını istemiyorum. Meramımı kelimelere dökebilmek için kırk dereden su getiriyorum.
Sitem etmiyorum ama…
Düşmanlar anladı da, dostlar ‘Çelik yürekli kadın; Ayşe Ateş’ yazısınının mesajını anlamadıysa daha ben onlara ne diyeyim? Eleştiriye alınganlık gösterdiğimden değil bu. Sitem de etmiyorum. ‘Parça parça bir yürek, delik deşik bir bağır’ taşıyorum. Devam ediyor şair; “Böyle çıktım alana ve yürüdüm yürüdüm / Ne görebildi kimse ne anlayabildi beni…”
Sevgili anlamadı, siz bari anlayın.
İranlı düşünür Ali Şeriati’nin bir kitabı var; “Sizi rahatsız etmeye geldim” diye. Orada der ki; “Ben herkesi rahatlatmak için gelmedim. Ben rahatları rahatsız etmeye geldim. Ben esrar veya eroin miyim ki, herkesi rahatlatayım! Eğer birisi gerçekten bir hizmet yapmak istiyorsa rahat insanları rahatsız etmeli, suskunları konuşturmalı, uysalları harekete geçirmeli, donuk insanlar arasında mücadele çıkarmalıdır.”
Umarım bu kez de Ali Şeriati’den alıntı yaptığım için birilerini rahatsız etmemişimdir! Evet, Ali Şeriati büyük bir sosyologtur. Büyük keyifle okuduğum ‘Ebuzer’ kitabı masamın üzerinde duruyor. Okuyucuyu bazen rahatsız etmek de iyidir. Rahatsız olmak bir canlılık alametidir; duyguların, hislerin ölmediğini, beynin pörsümediğini gösterir. Bu da meselenin ayrı bir boyutu.
Bilmiyorum rahatsız ettiğim okuyuculara karşı böyle bir cevap vermekle doğru mu yapıyorum. Bunları yazarak diğer okurları rahatsız etmiş oldum mu?
Ben hayatımın hiçbir döneminde İlhan Berk gibi düşünmedim; “Tek pişmanlığım kelimelerimi bile hak etmeyen insanlara saatlerce cümleler kurmaktır.”
Bunu söyleyince kalbimin ritmi değişti; yoksa İlhan Berk hislerime tercüman mı oldu? Bilgisayarımın hoparlöründen o türkünün sözleri yükseliyor;
“Sözüm var amma / Pek kalabalık yerdesin…”