“Yeni Faz” Kavramları (9)
Yatay büyüme, kültürel etkileşim ve çeşitliliğin artmasını teşvik ederken, kültürel asimilasyon riskini de beraberinde getiriyor. Edward Said’in “oryantalizm” kavramı, yatay büyümenin bir yan etkisi olarak kültürel hegemonya ve asimilasyonu açıklıyor.
M. NEDİM HAZAR | YORUM
Yaptığım okumalarda Gülen’in Amerika’ya gitmesinden 7-8 yıl sonra cemaatinin yeni rotası hakkında birtakım güzergahların artık yerli yerine oturduğunu gördüm. Neredeyse 40 yıllık bir pratiği olmayan, teorik/tefekkür bağlamında üzerinde hassasiyetle durduğu ve Rönesans yerine kullanmayı tercih ettiği önemli kavram ‘yenilenme’nin artık kitaba dönüştürülmesi ve ardından ‘Diriliş/Diriliş Erleri’ gibi kavramlarla adeta bir tür çevre dizaynı yaptığını görmek mümkün.
Hocaefendi bunları yaparken bir şeyi asla elden bırakmıyor; geriye bakmayı!
Daha önce başka meseleler dolayısıyla yazdığımı hatırlatıyorum, yıpranmak paslanmak evladır elbette! Ancak, yıpranmanın vakti geldiğinde yenilenmeye dönüşmemesi hem laçkalaşma hem de gittikçe tahammülü zor bir türbülansa dönüşeceğini de sanırım en iyi kendisi biliyordu.
Tam burada önemli bir yön ve istikamet tahliline ihtiyacımız olacak.
Büyüme malum iki türlü oluyor, dikey ve yatay…
Genişlik kemmiyet, derinlik ise keyfiyet demek ve sanırım bu ikisinin ortalamasından bir sosyal hareketin gücü ve ömrü ortaya çıkıyor. Bir hareket tek boyutlu ilerleyebilir elbette ancak bu hem uzun süreli hem de kalıcı olmuyor. Ve tarih bunun sayısız örnekleriyle dolu.
Öte yandan sosyolojik perspektiften dikey ve yatay büyüme kavramları, toplumların gelişim dinamiklerini anlamak için kritik öneme sahip. Bu iki kavram, toplumların nasıl evrildiğini, içsel ve dışsal faktörlerle nasıl şekillendiğini açıklayan analitik araçlar sunuyor. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin nicedir üzerinde kafa yorduğu bu iki kavramın temel dinamiklerini anlamadan, Gülen Hareketine dair sağlıklı bir tespitte bulunmak rasyonel olmayacaktır.
Mesele şu: Dikey büyüme, bir toplumun kendi içinde derinleşmesi ve hiyerarşik yapılarının karmaşıklaşmasıyla ilişkili. Yatay büyüme ise toplumların genişlemesi, diğer kültürlerle etkileşim kurması ve bilgi alışverişi süreçlerini kapsıyor. Bu iki büyüme modeli, toplumsal değişimlerin anlaşılmasında ve bu değişimlerin kalıcı etkilerinin değerlendirilmesinde temel rol oynamakta.
Dikey büyüme, toplumsal katmanlaşmanın derinleştiği bir süreç ve Karl Marx’ın sınıf mücadelesi teorisi de ciddi şekilde bu süreçle doğrudan ilgili. Marx’a göre, kapitalist toplumlarda dikey büyüme, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki eşitsizliklerin artmasıyla belirginleşiyor. Toplumsal üretim araçlarının özel mülkiyetinde yoğunlaşması, sınıflar arası güç farklılıklarını artırarak toplumsal hiyerarşiyi derinleştirmekte. Dikey büyüme, toplumsal yapının daha karmaşık ve katmanlı hale gelmesine neden olurken, aynı zamanda sosyal hareketliliği de kısıtlıyor. Bu bağlamda, toplumsal tabakalaşma ve sınıf farklılıkları dikey büyümenin kalıcı sonuçları arasında yer almakta. Biliyorum mesele epey teorikleşti ama bu kavramların çarpanlarına ve dip koçanlarına inmezsek meseleye dair ancak sathi ve muvakkat netice elde ederiz ki, hiçbir kıymet i harbiyesi olmaz.
Yatay büyüme, toplumların coğrafi ve kültürel genişlemesiyle ilgili. Bu konuda Durkheim’in tespitleri çok mühimdir. Emile Durkheim’ın “toplumsal dayanışma” kavramı, yatay büyümenin etkilerini açıklar; ona göre mekanik dayanışma ile organik dayanışma arasında bir ayrım yapılmalıdır. Toplumsal büyümenin farklı yönleri vardır zira. Yatay büyüme, toplulukların organik dayanışmaya geçişiyle, yani farklı kültürlerin ve bireylerin daha geniş bir işbirliği ağı içinde bir araya gelmesiyle mümkün olur. Bu süreçte, toplumsal çeşitlilik artar, ancak aynı zamanda kültürel homojenleşme riski de doğar.
Dikey ve yatay büyümenin etkileşimi, toplumsal değişimlerin nasıl gerçekleştiğini anlamak için de son derece önemli. Anthony Giddens’ın “yapılaşma teorisi”, bu etkileşimin nasıl toplumsal yapıların dönüşümüne yol açtığını açıklamakta. Giddens’a göre, toplumsal yapı, insan eylemleriyle şekillenirken, bu yapı da insan eylemlerini biçimlendiriyor. Dikey büyüme, toplumsal yapının içsel dönüşümünü ifade ederken, yatay büyüme, bu dönüşümün dışsal yansımalarını ortaya koymakta.
Burada şöyle bir farklılık da vardı: Özellikle manevi merkezli yapılanmalarda derinleşme, yani dikey büyüme tıkanma, hatta durma noktasına geldiği an yatay büyüme genel yapı için risk oluşturmaya başlar. Ve ilk bozulan unsur homojenliktir. Esasen Gülen hareketi bu non/homogen yapıyı zenginlik ve çok renkliliğe tahvil etmiş olmayı başarsa da, bu patikanın çıkacağı yol sonu bellidir. Dolayısıyla, bu iki büyüme modelindeki denge, toplumsal değişimlerin çift yönlü bir süreç olduğunu gösterir.
Yatay büyüme, küreselleşmenin hız kazanmasıyla daha belirgin hale gelir. Manuel Castells’in “ağ toplumu” kavramı, yatay büyümenin modern toplumlardaki rolünü açıklar. Castells, bilgi ve iletişim teknolojilerinin, toplumların yatay olarak genişlemesini ve küresel ağlarla bağlanmasını sağladığını belirtmekte. Bu süreç, toplumsal yapının daha az hiyerarşik ve daha ağ tabanlı hale gelmesine yol açar. Ancak, bu yatay genişleme, yerel kimliklerin zayıflaması ve kültürel çeşitliliğin tehdit edilmesi gibi sorunları da beraberinde getirmiştir. Bu vesile ile hareketin 15 Temmuz öncesindeki dışa açılmasıyla, sonrasındaki “cebri” savrulmayı ayrı ayrı ele almak gerekmekte. Bu meseleyi sonraki yazılarda ele alacağımız “Diaspora” bahsinde data detaylı ele alabiliriz.
Dikey büyüme, toplumsal eşitsizliklerin artmasıyla yakından ilişkilidir. Mesela Pierre Bourdieu’nun “sosyal sermaye” kavramı, bu sürecin toplumsal tabakalaşma üzerindeki etkilerini açıklar. Bourdieu, sosyal sermayenin, toplumsal sınıflar arasındaki farklılıkları artırarak, dikey büyümeye katkıda bulunduğunu belirtir. Toplumların dikey olarak büyümesi, sosyal sermaye dağılımındaki dengesizliklerin derinleşmesine neden olur. Bu durum, toplumsal adaletsizliklerin kalıcı hale gelmesine yol açabilir.
Yatay büyüme ise, kültürel etkileşim ve çeşitliliğin artmasını teşvik ederken, kültürel asimilasyon riskini de beraberinde getirir. Edward Said’in “oryantalizm” kavramı, yatay büyümenin bir yan etkisi olarak kültürel hegemonya ve asimilasyonu açıklıyor. Said, Batı’nın Doğu üzerindeki kültürel tahakkümünü, yatay genişleme süreçlerinin bir sonucu olarak görür. Bu bağlamda, yatay büyüme, kültürel farklılıkların yok olma tehlikesini de beraberinde getirebilir.
Bir başka nokta ise Dikey ve yatay büyüme süreçleri, toplumların uzun vadeli evrimi üzerinde kalıcı etkiler bırakmasıdır. Weber’in “bürokrasi” kavramı, dikey büyümenin toplumsal yapılar üzerindeki etkilerini anlamak için kullanılır. Weber, bürokrasinin, dikey büyümenin bir sonucu olarak, modern toplumlarda kaçınılmaz hale geldiğini savunur. Bürokratik yapıların katılaşması, toplumsal değişimlerin yavaşlamasına ve esnekliğin azalmasına neden olabilir. Bu süreç, toplumsal yeniliklerin önündeki engellerden biri olarak değerlendirilir. Bu modellemeyi manevi yapılara, hassaten Gülen Hareketi’ne uyarladığımızda cemaatin kendi iç bürokrasisinin ne kadar kusursuz olduğu düşünülürse düşünülsün bir süre sonra işin doğası gereği belli bir katılaşma hatta “cemaat pragmatizmi” denilen olguya yol açmaya sebep olmuştur.
Ez cümle; dikey ve yatay büyüme kavramları, genel manada toplumların, minimal manada ise sosyal hareketlerin evrimini anlamak için güçlü analitik araçlar sunmakta. Dikey büyüme, toplumsal hiyerarşilerin derinleşmesine ve sosyal tabakalaşmanın artmasına yol açarken, yatay büyüme, kültürel etkileşimlerin ve coğrafi genişlemenin önünü açmakta. Ancak bu süreçlerin her biri, kendi içinde riskler ve fırsatlar barındırıyor.
Ve bir yapı ancak ve ancak bu iki büyüme modelini dengeli bir şekilde ele alarak, toplumsal değişimlerin sürdürülebilir ve adil bir şekilde yönetilmesine katkıda bulunabilir. Bir cemaatin gelecekteki serencamını şekillendirecek politikalar, bu iki modelin dikkatle değerlendirilmesiyle oluşturulmalı ve dahası güncel sığ bir perspektif yerine Gülen’in yaptığı gibi, birkaç adım geri atarak, hız kazanmalı ve ileri sıçranmalıdır!
Bir sonraki yazı bu kadar teorik olmayacak emin olabilirsiniz.
bir insan ömrü ortalama 65 veya 70 olarak kabul edildiğinde Gülen hareketinin ufkunun bir insan ömrü ile değerlendirilemeyecegini akademik bilgiler ile ortaya serebilirsiniz pek tabiki…
Fakat anda yaşayıp ölenin vebalini açıklayacak cümle içinde kullanılan ” sığ ” sözcüğü duyarsızlaşmayı bir üst seviyeye taşımış.
velhasıl kelam ; ağdalı akademik bilgiler ile anlatım tekniği ancak disiplinel çalışmalar yapan, her ay bir makale yayımlamak zorunluğu olan akademik yükseliş meraklıları için yararlıdır.
Tabanı derbeder bir hareket tam anlamı ile bir hareket midir? Ya tabandaki kemmiyet Gülen fikir ve inancının neredeyse 100 de birini bile ahlaki yapısına katamamış iken fikri akademik alanlarda anlatanlar kimler için gerçek ve inandırıcıdır?
Risale ve okumaları ,kusursuz aksanları ile etraflarına toplanan ,konuya yabancı kişilere aktarırken davranış ve yaşamlarına aktaramamış kişiler mi ,Gülen hareketini anlattı veya anlatacak/anlatıyor?
İslam dininin belli başlı temel yapı taşlarını riyakar hareketler ile yaşayanlar mı, Gülen hareketini anlattı veya anlatacak/anlatıyor?
Mutlak olan durum şu; Gülen bilgi ve mânâ alemini açıkça ifade edebiliyor ve eminim ifade ettiği gibi de yaşıyor ve fakat bilgi ve mânâ alemi teokratik hakem kuruluşları için değerli …Yani dünya üzerinde dinler üzerine çalışmalar yapan ordinaryus seviyesindeki bilgi tartışmalarında ele alınabilir.
Gülenin fikirleri ve ismi eğer bu kurum ve kuruluşlarda var edilmiş ise kemmiyete ihtiyaç yoktur.
Ne yazık ki hiç bir zaman avam lisanı ve anlayışı ile ilgili olmayan bu hareketin fazlaca gözde amaa en önemlisi gönüllerde büyütülmüş olmasının hüzünlü sonu elinde uçan balon taşıyan bir çocuğun balona ruhani bir bağ duyması kadar kahredicidir…
Sığ bakış açısı tanımı , yürekteki yıkımın şiddetinden habersiz ruhsuz bir akademisyenlik
ten başka bir tavır değildir.
Kalbin yıkımının hüznünü hendese edebilir mi? ismi bol parıltılarla telaffuz edilen dikey /yatay açılımları izah eden kafalar yürek yıkımının şiddetini rihterle ölçebiliyor mu? Muamma!
Keşke hiç umut ve gönül suistimal edilmeden havas ilmini taşıyabilselerdi bugünkü yerlere…geride bıraktıkları avam kendini ne kadar aldatsa da” değerli bir yolun parke taşı olmakta mutluluktur ” diye …
Keşke insanlar bir parmak şıklatmasıyla peygamber olabilselerdi.
Bu muhhabet cemaatin içinde yıllardan beri kahvedeki okeyci geyiği gibi dönüp duruyordu. İlk defa bu konu hakkında adam akilli bir yazı okudum. Çok teşekkürler.