PROF. DR. M. EFE ÇAMAN | YORUM
İyi ve kötü gibi, savaş ve barış da filozofların ve sosyal kuramcıların üzerinde önemle durduğu iki temel kavram. Bu iki kavramın içeriğini en başlangıcından bu yana insan davranışı oluşturuyor. Kitlesel öldürme eylemi olarak savaş, tekil öldürme eyleminin aksine, evrensel olarak tüm insan toplulukları tarafından, tarihin sıfır noktasından bugünlere kadar belli koşullarda meşrulaştırılıyor, hatta teşvik ediliyor. Bunu kendi toplumunun tarihini yüzeysel olarak inceleyen amatör bir tarih meraklısı dahi rahatlıkla fark edecektir. Savaş ve savaşların sonrasında ortaya çıkan barış bugün de başta siyaset ve uluslararası ilişkiler kuramları olmak üzere birçok sosyal akademik alan tarafından inceleniyor.
Günümüz uluslararası ilişkiler sistemi içerisinde savaş formal ve hukuksal açıdan hukuk dışı ilan edilmiş, yani yasaklanmış olsa da, savaşlar halen insan hayatını tehdit eden en önemli iç dinamiklerden birini oluşturuyor. Bu bakımdan, örneğin doğal afetler veya salgın hastalıklar gibi tehditlerden çok daha ciddi bir tehditsel boyut oluşturuyor. Diğer bir ifadeyle, savaş olgusu insanları ve hatta insanlığı ciddi biçimde tehdit ediyor.
Savaşın en kök nedenlerinden biri, teritoryal devlet olgusudur. Bu her ne kadar modern bir olgu da olsa, yani kökleri 1648 Westfalya Barış Antlaşması’na da dayansa, şunu biliyoruz ki insanlar daima teritoryal varlıklar ola geldi. Bu insan doğasının en önemli evrensel olgularından biridir. İnsanın neden teritoryal olduğu felsefi bir sorunsal gibi görünse de, esasen bunun bir arada yaşamdan, yani kolektif varoluştan kaynaklandığı açıktır ve sosyal filozoflar tarafından üzerinde nadiren anlaşılan konulardan biridir. Toplu halde yaşam, ister istemez teritoryal olmayı ve davranışları buna göre yürütmeyi beraberinde getiriyor. Toplu halde yaşam dışı başka herhangi bir alternatif tüm insanlık tarihinde gözlemlenmiyor. İnsan daima başka insanlarla grup halinde var oldu. Bunun en önemli nedenlerinden biri, insanın biyolojik gelişim döngüsüdür. İnsan yavrusu doğduktan sonra en az on yıl kadar başkalarının yardımına muhtaçtır. Doğumu müteakip ilk 5 yılda hemen hemen hiçbir ihtiyacını ebeveyn desteği olmadan gideremez. Onlu yaşların başında da toplumsal desteğe muhtaçtır. Bu gereklilik, insan yavrusuyla sürekli ve devamlı ilgilenmeyi bir varoluş sorunu haline getirir. Yani insan türünün devamı bu döngünün işlemesine bağlıdır. Bu ise işbölümünü zorunlu kılar. İşbölümü, belli toplumsal görevlerin farklı gruplar ve bireyler tarafından yerine getirilmesini beraberinde getirir. Örgütlü ve farklı görev ve rollere sahip bireylerden oluşan toplumlar, üretimin standartlaştırılması ve hayatta kalış oranının yükseltilmesi bakımından doğa üzerinde egemenlik kurmayı gerektirir. Avcılık ve toplayıcılıktan tarımsal topluma geçiş bu evrede daha geniş insan yaşam alanlarının doğmasına ve kent kültürüne olanak verdi.
Farklı kentler arası rekabetin haricinde en ciddi tehditlerden biri avcı-toplayıcı göçer kavimlerin istilalarıydı. Bu risk nedeniyle kentlerin çevresi surlarla çevrildi, düzenli ordular oluşturuldu, bu ise siyasal örgütlenmeyi yoğunlaştırdı ve merkezileştirdi. Böylece kent devletleri doğdu. Bu süreç içerisinde üzerinde yaşanan toprakların sınırlarını korumak bir varoluş sorunsalı haline geldi.
İşte savaş olgusu, rastlantısal grup çatışmasından örgütlü kitlesel öldürme eylemine doğru uzanan evriminde böylelikle insanlıkla beraber şekillendi, onun ihtiyaçlarını yansıttı. Savaşın rasyonalitesi sorgulansa da, hayatta kalma ve kendisini koruma güdüsü bu olguyu daima meşrulaştırdı.
Tüm bu anlattıklarım devletin varlığına gerekçe üretiyor. Devletin en önemli gerekçelerinden biri, dış tehdide karşı (dışarıya karşı) toplumu korumaktır. Bu ise, sadece üzerinde yaşanan toprakla alakalı bağlamda bir anlam ifade eder.
Konuyu daha da derinleştirecek olursam, envai tür devletin sadece dışa yönelik değil, içeriye yönelik olarak da takındığı tutumun incelenmesi gerekir. Devlet ortaya çıktıktan sonra, gücün meşruiyet kazanması ve kurumsallaşması meydana geldi. Max Weber meşru gücü otorite olarak tanımlar. Merkezi bir devlet otoritesinin güç kullanması belli esaslara dayanmaktadır. Eğer bu esasların zemini yok olur da, güç keyfi olarak kullanılmaya başlarsa, bu güç otorite olmak özelliğini yitirir ve devlet meşruiyetini kaybeder. İçeride bu dinamik çok önemliyken, dışarıya yönelik kitlesel öldürme eylemi olarak savaş söz konusu olduğunda, karşımıza hangi savaşın adil bir savaş olduğu sorunsalı çıkar ki savaş çalışmaları literatürünün önemi bir bölümünü bunun irdelenmesi oluşturur. Grotius’tan Hobbes’a, Locke’dan Morgenthau’ya kadar savaşın hangi koşullarda ve neden oluşacağı incelenmiş, adil savaş konusunda çeşitli kuramsal yaklaşımlar ortaya konmuştur. Kimi kuramcı savaşın kaçınılmazlığına vurgu yapmış ve onu insan doğasıyla ilintili bir bağlamda incelemiş, kimi Hristiyan teolojisine göre yorumlamış, kimi liberal felsefenin evrensel hukuk ve insan rasyonalitesi gibi bağlamların altını çizmiştir. Savaş söz konusu olduğunda, ahlaki (moral) argümanlar ister istemez önem kazanacaktır. Buysa savaşın ahlaki analizini öznelleştirecektir. Fakat acaba ahlaka özneler arası ve nesnel bir biçimde yaklaşmak olası mıdır? Eleştirel Düşünce (Frankfurt Okulu) bu konuda ciddi bir kavramsal enstrüman sağlıyor. Eleştirel Düşünce’ye göre insanı özgürleştiren her şey iyidir, insanın özgürlüğünü engelleyen her şey kötüdür. Bundan hareketle Eleştirel Düşünce filozoflarından Jürgen Habermas savaşın ancak özgürlük ve eşitliğe yapılan bir saldırı söz konusu olduğunda meşru bir gerekçe kazanacağını söyler. Tüm Frankfurt Okulu gibi Habermas’ın da bu düşüncesi Nazi döneminde yetişmesi esnasındaki sosyal atmosferde şekillenmiştir. Savaşın yıkıcılığı Habermas’ın savaş ve aydınlanma arasında bağ kurmasına neden olmuştur. Aydınlanma ve onun kazanımları – Habermas’a göre tamamlanmamış bir proje – tehlikeye girdiğinde savaş meşruiyet kazanır.
Habermas’a göre insanların eşitliği – aydınlanmanın önemli düsturlarından biri – onu eşit vatandaşlık ilkesi üzerinde yoğunlaşmaya yönlendirir. Habermas’a göre eşitlik veya eşit vatandaşlık Aydınlanma felsefesinin temellerinden birini oluşturur. Küreselleşmenin bazı yan etkileri Habermas’a göre demokratik liberal devletlerde bazı Aydınlanma felsefesi ürünü olan ilkelerin erozyona uğramasını beraberinde getirmektedir. Anayasal yurtseverliğin temeli ancak ve ancak vatandaşı olunan devletin evrensel insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne bağlı hareket etmesi durumunda söz konusu olabilir. Aksi takdirde bu davranış rasyonel olamaz. Diğer bir ifadeyle devlete sadakat belli koşullara bağlıdır.
Aynı ilkeye göre, bir devletin kendince meşru addettiği bir savaşın analizinde de, o devletin savaş esnasında kendi sahip olduğunu ileri sürdüğü ilkelere bağlı kalıp kalmadığını test etmek gerekir. Diğer bir ifadeyle, devletler meşru olduğunu ileri sürdükleri savaşlarda kendi anayasal ilkelerini ihlal etmemelidirler. ABD’nin Irak’ta veya İsrail’in Gazze’de yaptıkları, bu çerçevede ele alınmalıdır.
Diğer sorun, düşmanın normatif ilkeleri ve bunun pratiğe yansımasıdır. Eğer düşmanın değerler evreniyle Aydınlanmaya dayalı devletin Aydınlanma felsefesiyle irtibatlı olması gereken değerleri uyumsuzluk halindeyse, bir savaş halinde Aydınlanma’ya dayalı değerleri olan devletin her şeye karşın bu değerlere sadık kalarak hareket etmesi zorunludur. Çünkü bunu yapmazsa zaten kendisinin moral değerlerini paylaşmayan düşman galip gelir. Galip geldiği fiziksel savaş olmasa da, aynı 11 Eylül saldırıları sonrası ABD’de yapılan anayasaya aykırı veya yasallığı su götürür uygulamalar nedeniyle Amerikan demokrasisinin zarar görmesi gibi, kalıcı hasarlar ortaya çıkar. Bu hasarlar teröristlerin vereceği fiziki zararların çok daha ötesinde yıkıcılığa neden olur.
Aynı şey İsrail’in Gazze savaşı için geçerlidir. Uygulamanın hunharlığı ve kendi sahip olduğunu iddia ettiği demokratik ve hukuksal değerlerden kopma, meşruiyetinin altını tümüyle oyar, girişilen savaşa dair iddia edilen meşruiyet tezlerinin çürümesine sebep olur.
Bu değerlendirmeler yapılırken, devletleri daima kaygan bir zeminde hareket etmesi dikkate alınmalıdır. Devletlerin davranışları onları yöneten siyasi otorite – hükümetler – tarafından belirlenir. Bu nedenle her devlet davranışının hukuk dışılığa çıkışında hükümet tercihleri ve devlet davranışının şekillenmesi hususu dikkate alınmalıdır. Haksızlık daim olmadığı kadar haklılık da daim değildir. Ama ilkeler daimdir. Önemli olan ilkelere geri dönülüp dönülmeyeceği meselesidir. Irak Savaşı sonrası ABD kendi anayasal ilkelerine geri döndü. Habermas’ın dediği Aydınlanma felsefesi temellerinde ortaya çıkmış her devletin yapması gereken, bu zor testim başarılmasıdır. Aydınlanma felsefesi ötekine eşit hak vermeyi ön koşul yapar. Onun şeytanlaştırılması veya hunharlığa kapıyı aralayacak başka türlü patolojik meşrulaştırma metotlarının kullanılması ancak Aydınlanma ilkelerine dayalı meşruiyetin altını oyar. İsrail’de muhalefetin Netanyahu hükümetine anlatmaya çalıştığı budur. ABD yönetiminin de uzun süredir ateşkes anlaşması konusunda bastırması ve hatta İsrail’e belirli askeri ekipmanın tedarikinde çekimser kalınması bir politika değişiminin işareti olduğu kadar, İsrail’in meşruiyetini yitirmesi sonucunu beraberinde getiren bir olumsuzluk olarak görülebilir.
Barış Aydınlanma felsefesine dayanmak zorundadır. Savaşın sonlandırılması gereği, Aydınlanma ilkelerinden kopuşla ve kitlesel öldürme eyleminin (savaşın) çocukları ve sivilleri kapsamasıyla birlikte bir baskı olarak daha fazla artmasıdır. Karşı tarafın İsrail’in tüm varlığını sorgulaması, “Nehirden denize Filistin” sloganları veya başka türlü olumsuzluklar, Hamas’ın sivil rehineleri bırakmaması, kendi sivillerini kalkan olarak kullanması veya başka türlü gerekçe ve bahaneler, İsrail’in uluslararası insani hukukla örtüşmeyen davranışlarına gerekçe olamaz.
Barış, İsrail’in Aydınlanma felsefesine dayanan ilkeleri öncelemesiyle gerçekleşebilir. Hamas’ın bu ilkeleri reddetmesi, Filistinliler arasından çıkacak bir siyasi gücün ileride bu ilkeleri kabul etme olasılığını engellemez. Post-Hamas ve post-Netanyahu döneminde her iki taraf da bitmemiş Aydınlanma projesinin değerlerini sahiplenerek bu kanserin kökünü kurutabilir. Uluslararası toplum bu gelecek için bastırmalıdır.