Gazeteci Ahmet Dönmez kendi sitesinde 9 ay ömrü kalmasına rağmen tedavi için pasaportu verilmeyen Prof. Dr. Haluk Savaş’ın eski twitleri üzerinde lince maruz bırakılmasını gündeme getirdi.
Dönmez, “Bazı insanlar 10 yıl önceki twit’lerini çıkarıp Savaş’ı, “Sana değmezmiş, boşa üzülmüşüz, beter ol” diye yaylım ateşine tutuyor. Gazeteci Murat Ağırel de bir twit atıp Haluk Hoca’ya, “Sayın Prof.Dr Haluk Savaş aşağıda gördüğünüz Kumpas davası olan Ergenekon davasını öven sözde Savcı Zekeriya Öz’e methiyeler düzen Kahraman Subaylarımıza yapılan zulme ‘az Bile’ denilen paylaşımlar şahsınıza mı aittir?” diye soruyor.” dedi.
Yazısında Ergenekon sürecindeki birçok delil ve belgeyi sıralayan Dönmez, “Ergenekon yokmuş ve hiç olmamış gibi davrananlar, 9 ay ömrü kaldığı söylenen bir insana vicdansızca “Bu twitler size mi ait?” diye sorarken şunu da cevaplasınlar bakalım: Peki o silahlar, o bombalar size mi aitti?” ifadesini kullandı.
İşte Dönmez’in “Bu silahlar sizin mi?” başlıklı yazısı;
Bu silahlar sizin mi?
Azrail soruyor: “Bu twitler sizin mi Ey Can Çekişmekte Olan?!”
Bir öksürüyor beriki, şöyle bir kaşlarını kaldırıyor, bakıyor: Bilmem kaç yıl önceki twitleri…
Münker-Nekir soruyor:
“Pişman mısın peki? Hatalarından utanıyor musun Ey Mücrim?”
Boynunu eğiyor seninki: “Farklı düşündüğüm noktalar var tabii… Ama hâlâ arkasında durduğum bölümler de var.”
Getirin oradan ateşi!…
****
Türkiye cehennemi burası.
Alıntı oradan.
Ateş de oradan…
Her biri kendini mutlak haklı, mutlak doğru, muhkem, müstahkem, tartışılmaz gören mütekebbir cemaatler ülkesi…
Sadece tefessüh etmiş, iki yüzlü dini cemaatler gelmesin aklınıza. Hep beraber yaşıyoruz. Cemaatler halinde… Atatürkçü cemaati, Ergenekon cemaati, etnik cemaatler, mezhepsel cemaatler, ideolojik cemaatler…
Bunların her biri kendine müslüman.
Dedim ya, hepsi kendi içinde bîgünah, mertebe-i ismet makamında, insaniyetkâr, ehl-i insaf, sahib-i vicdan, pir ve pak, seçilmiş gürûh-u güzîdelerdir. Bir tek kendileri öyledir. Geri kalanlar ise aklı fikri kumpasta, sürekli kötülük tezgâhlayan, bir tarafı dışarıda, bir tarafı oynaşta, sinsi, kötücül, şeytan artıklarıdır.
Öyle değil mi?
Belki yazı dilinin abartısı vardır biraz, ama üç aşağı-beş yukarı manzara bu değil mi?
****
Bir kaç gündür Prof. Haluk Savaş’ın sağlık durumu, pasaport ve KHK tartışmasında gelinen nokta malumunuz…
Bazı insanlar 10 yıl önceki twit’lerini çıkarıp Savaş’ı, “Sana değmezmiş, boşa üzülmüşüz, beter ol” diye yaylım ateşine tutuyor.
Gazeteci Murat Ağırel de bir twit atıp Haluk Hoca’ya, “Sayın Prof.Dr Haluk Savaş aşağıda gördüğünüz Kumpas davası olan Ergenekon davasını öven sözde Savcı Zekeriya Öz’e methiyeler düzen Kahraman Subaylarımıza yapılan zulme ‘az Bile’ denilen paylaşımlar şahsınıza mı aittir?” diye soruyor.
Adam yargıç olmuş, vicdan savcısı olmuş, Azrail olmuş, Münker olmuş Nekir olmuş, eline koca bir gürz kapmış, soruyor: “Söyle bakalım Ey Son Nefesini Veren, bu twitler senin mi? Pişman mısın, değil misin? Bir zamanlar benim tarafıma yan yan bakan bu gözler senin mi? Bu çatık kaşlar senin mi? Peki o zaman, huzur içinde ölebilirsin!”
****
Aslında kendi mahallesine atılmış twit’ler bunlar…
“İşte kalbinizde bir an sızlamaya yol açan, içinizi titreten adam bu! Üzülmenize gerek yok.” diyor kendi cemaatine. ‘Bizden’ değilmiş. ‘Ötekilerden’miş meğerse….
“Acımak yok; tepelemek var”
Öyle diyorlardı ya meşhur Balyoz plan seminerlerinde…
Hani şu iftira olan… Kumpas olan…
Hepsi yalanmış yalan…
****
Tamam; Ergenekon davaları sürecinde yanlışlar yapıldı. Ciddi yanlışlar hem de… Âh da alındı, hakka da girildi… Bunlarla yüzleşelim. Operasyonların gizli amaçlarını da tartışalım. Kabul.
Peki yanlışların dışında kalan doğrular ne olacak?
Ergenekon cemaatinden kim yüzleşti o doğrularla?
Kemalizm cemaatinden var mı özeleştiri yapan?
Sanırsın ki bu ülkenin tarihi 2008 yılında başlıyor. Öncesi yok. Bu ülkede hiç derin devlet diye bir şey olmadı.
Sanırsın ki Ergenekon’un tarihi de 2008’deki soruşturma ile başlıyor.
Tabii Ergenekon diye bir şey varsa (!) …
Hiç darbe planları da yapılmadı…
İttihatçı damar, sadece ve sadece “Hürriyet, Adalet, Müsavat”tan ibarettir.
Derin devlet dediğin, “Bu ülkenin Musul ve Kerkük’ten sonra bir milim toprak kaybetmeme iradesidir.”
Demirel, “Derin devlet, devletin kendisidir. Askerdir derin devlet” demişti ya; sanırsın ‘Beyaz Kuvvetler’ de Beyaz Zambaklar Ülkesi’nden bir demet tomurcuktu. Hiç sivil uzantısı yoktu. Bilhassa neden gazeteciler, akademisyenler ve hukukçular arasından ‘Beyaz Kuvvet’ seçiliyordu öyleyse, sorsunlar bakalım, ‘kimdir bunlar, necidirler?’ diye…
Tabi darbeler de olmadı bu ülkede.
Başbakan asılmadı.
Cinayetler işlenmedi.
Özel Harp Dairesi eliyle bombalar patlatılmadı, tedhiş uygulanmadı, kanlar dökülmedi, insanlar birbirine kırdırılmadı, kardeş kardeşe vurdurulmadı.
Güneydoğu’da JİTEM de yoktu. Binlerce fail-i meçhul de yaşanmadı. Asit kuyularına da kimse atılmadı.
****
“Kimse zaten derin devlet yoktu demiyor ki” diyorlar bir de… Hiç birini de bununla yüzleşirken göremezsiniz ama…
Haydi geçmişi bir yana bırakalım. Ergenekon, Balyoz davaları sürecini konuşalım.
Her tarafı bir kumpas mıydı?
Balyoz belgelerinin tamamı sahte imiş…
Gölcük’teki Donanma İstihbarat’tan çıkan belgeleri de oraya cemaat koymuş. Tıpkı, Reza Zarrab’ın paralarını bakan çocuklarının kasalarına koyduğu gibi…
Tamam.
Peki plan seminerine ilişkin ses kayıtları?
Aytaç Yalman demedi mi, “Başbuğ görevini yapsaydı Balyoz davası olmayacaktı” diye?
Neyi kastediyordu?
Olay şuydu: 1. Ordu Komutanlığı’nda bir plan semineri icra edilecekti. Konusu muhtemel bir Türk-Yunan çatışması idi. Fakat dönemin 1. Ordu Komutanı Çetin Doğan’ın ısrarı ile seminere, “iç tehdit” senaryosu da eklenmişti. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Yalman, bu senaryonun görüşülmemesi talimatını verdiği halde Çetin Doğan, ‘iç tehdit’ senaryosunu işleme koymuştu. İşte Aytaç Yalman, bundan İlker Başbuğ’u sorumlu tutuyordu.
Toplantının tarihi, 5-7 Mart 2003’tü. Ancak hazırlıkları, en az 3 ay öncesinden başlamıştı. Aytaç Yalman’ın talimatının 1. Ordu’ya gönderilme tarihi 3 Ocak 2003. Yani AKP’nin iktidara gelmesinden sadece 2 ay sonrası. Nedense Çetin Doğan, AKP iktidara gelir gelmez ısrarlı bir şekilde ve de emirlerin hilafına böyle bir ‘iç tehdit’ senaryosu oynatmıştı.
Peki neydi bu iç tehdit?
Sorsanıza birilerine, “Bu iç tehdit senin mi?” diye…
Ben söyleyeyim: Dindarlar ve Kürtler’di onlar…
Resmi adı: ‘Bölücülük’ ve ‘irtica’…
İşte o seminerde, bu iç tehdide karşı yapılacaklar konuşuluyordu. ‘Yapılacaklar’’ dediysem; İstanbul’un üzerine çökmekten, yönetime el koymaktan, İsrail’in Filistinlilere yaptığı gibi ‘tepelerine binmekten’, binlerce insanı tutuklayıp stadyumlara doldurmaktan filan bahsediyorlardı. “Acımak yok, tepelemek var” diyorlardı.
****
Peki Özden Örnek günlükleri?
Ya Balbay günlüklerinde yazanlar?
“Bu twitler size mi ait?” diye soranlar gidip sordular mı Özden Örnek’e “Bu günlükler size mi ait?” diye?
“Pişman mısınız?” diye sordular mı?
Şener Eruygur’un karşısına dikildiler mi?
“Sarıkız, Ayışığı planları ne idi?” diye sordular mı? Kimmiş bu Sarıkız, ne yapacakmış Ayışığı’nda, Eldiven’le mesela? Hiç merak ettiler mi?
Özden Örnek, zamanın Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur için, “Devamlı bir ihtilal özlemi içerisinde, bir an önce bu işi yapalım şeklinde konuşuyor” diyordu. Sordular mı Eruygur’a, “Yahu paşam neydi bu sizin bir an önce yapmak istediğiniz şey? İhtilal özleminizi neyle dindirecektiniz?” diye?
Günlüklerin 6 Şubat 2004 tarihli sayfasında aynen şöyle yazıyor Örnek: “Sabah doğruca Jandarma Genel Komutanlığı’na gittim ve orada üçümüz (Şener Eruygur, Özden Örnek ve dönemin HKK İbrahim Fırtına) buluştuk. Durumu tekrar gözden geçirdik. Jandarma Genel Komutanı hâlâ darbe yapalım diye inat ediyordu. (…) Sabah toplanmamızın esas gayesi Kıbrıs konusunda neler yapılabileceği konusunda seçenekleri gözden geçirmek. Ancak biz bu konuyu bırakıp darbe yapacak mıyız yoksa yapmayacak mıyız konusuna girdik. Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Şener Eruygur’u ikna etmek oldukça güç.”
28 Şubat 2004 tarihli yaprakta da şunlar yazılı: “14:00’te kuvvet komutanları ile bizim evde toplandık. Amacınız Kıbrıs meselesini değerlendirmek ve Denktaş’tan aldığımız birçok özel ve gizli mektupları değerlendirmekti. (…) İkinci konu olarak yine aynı mesele, biz bu adamları darbe ile alaşağı edelim konusuydu. Şener ve Havacı (İbrahim Fırtına) bu konuda çok bastırıyorlar. Şener’in adeta aklından çıkmıyor, iki kelimede bir bunu söylüyor. Havacı da keza öyle. Eğer Kıbrıs’ı vermek istemiyorsak en son limitimiz 9 Nisan 2004. Bu tarihten sonra hükümet taraflara taahhüt vereceğinden geriye dönüş şansı sadece referandum olacak. (…) Ne yapacaksak 9 Nisan’dan önce yapmamız gerekecek. Bu nedenle yanımıza Tümgeneral Can Teller’i de alarak gerekli planlamaya başlamaya karar verdik. Bu iş sonunda olacak galiba. Ben bu işin olmasını istemiyorum ama benim oyumun pek bir itibarı olmayacaktı.”
Ne bunlar peki?
Türkiye’nin darbeler tarihi 15 Temmuz’la mı başlıyor?