YORUM | ORHAN KESKİN
Geçtiğimiz günlerde Galatasaray ve Beşiktaş takımları arasında alevlenen bir tartışma sonucu, konunun Türkçe Olimpiyatları’na gelmesi, takımların birbirlerini “F.töcü” olmakla suçlaması, güzel ülkemin nasıl bir tımarhaneye döndüğünü gösteriyordu.
Konuyu YouTube kanalında gündeme getiren Altaylı, kendisinin Cemaat’le nasıl mücadele ettiğini anlatırken Hakan Şükür’ü Galatasaray’dan kendisinin gönderdiğini övünerek anlatınca, Hakan Şükür’e futbol tabiriyle gollük bir pas vermiş oldu.
Hakan Şükür, kendisine ait YouTube kanalında bir video yaptı ve bugün kendisini terörist olmakla suçlayan Fatih Altaylı’nın geçmişte çalıştığı gazetede yazar olması için kendisine nasıl yalvardığını anlattı ve sonunda Altaylı’nın 10. Türkçe Olimpiyatı’nda yaptığı övgü dolu konuşmasına yer verdi. Altaylı o dönemdeki adıyla Türkçe Olimpiyatları’nı ve Hizmet hareketini “âlemşümul bir organizasyon” olarak değerlendiriyor ve “Bu tür programların hepsine katıldığını ve her zaman da katılacağını” söylüyor. Ayrıca Kore’deki Uluslararası Türk Okulunu ziyaret ettiğini ve böyle kaliteli bir okulu daha önce görmediğini ifade ediyor.
Gerek Hakan Şükür’ün videosundaki çok güzel değerlendirmeleri gerek Fatih Altaylı’nın Türkçe Olimpiyatlarını öven görüntüleri beni Hizmet hareketinin ilk dünyaya açılış yıllarına aldı götürdü.
Sayın Fethullah Gülen, 90’lı yılların başından itibaren hizmet insanlarından, dünyanın dört bir yanına “sevgiyi ve hoşgörüyü” taşımalarını tavsiye etmişti. Bu sese kulak verip elinde valiziyle haritada bile yerini zor bulabileceği ülkelere taşınan insanlarımız oldu. Gittikleri yerlerin dilini ve kültürünü kısa sürede öğrenip asimile olmadan entegre olmayı başardılar. Oralarda açtıkları eğitim kurumları ve her seviyede kurdukları ilişkileriyle, temsil ettikleri sevgi diliyle gönüllerde taht kurdular. Ama tabii ki çok daha fazla gidilmesi gereken yerler vardı ve oralara gidecek gönül erlerine ihtiyaç da oldukça fazlaydı.
Zaman geçti ve hizmet insanları Türkiye’de korkunç bir zulümle karşı karşıya kaldılar, iradi veya cebri dünyanın dört bir yanına hicret ettiler. Şimdilerde onlar bir yandan yeni gittikleri yerlerin dilini öğrenip ortamlarına uyum sağlamaya gayret ederlerken bir yandan da sevgi dillerini özgür semalarda dalgalandırıyorlar.
Gelin 2000’li yılların başlarına uzanalım hayalen ve o dönemlerdeki sevgi dili çalışmalarına projeksiyon tutmaya çalışalım.
Her yıl kültür ve dil festivalleri düzenlenir. Dünyanın dört bir yanından, rengarenk öğrenciler gelir. Onlar sahnedeyken, sahne arkasında veya salonun bir köşesinde öğrencileriyle göz göze gelip, onlara şefkatle cesaret verişleri takılır kameralara.
Sizlere bu yazıda anlatmak istediğim Papua’nın öyküsü, tarihe kayıt düşülmesi gereken yüzlerce eğitim hatırasından biri belki de.
Samsunlu bir grup iş adamı kendisine hedef olarak Papua’yı seçer, bir eğitimci arkadaşımızı okul açması için oraya gönderirler. İnsanın bir başına dilini, dinini, geleneğini bilmediği okyanus aşırı coğrafyalara gitmesi, oralarda yıllarca yapayalnız, dertleşebileceği kimsecikler olmadan yaşaması nasıl bir fedakârlıktır… Hele bu gidilen belde Papua ise; o dönemde başkenti olan Port Moresby’nin dahi sokaklarında her an soyulma, bıçaklanma, kaçırılma tehlikeniz var ise…
İstanbul’dan Singapur’a uzayan on saatlik, fasılasız uzun bir uçak yolculuğuyla başlar öykümüz… Birkaç saatlik beklemeden sonra kendini Papua’ya taşıyacak uçakla yedi saat süren bir yolculuk daha yaparak Port Morosbi’ye ulaşır eğitimcimiz.
Papua’da günler aylar geçer, fakat okul arsası bulma adına bir arpa boyu yol alamaz. Sebepler bir bir sukut etmektedir. Şehirde can ve mal güvenliği yoktur; otel ve zenginlere ait bazı evler, güçlü kabilelerin silahlı adamları tarafından korunmaktadır. O da birçok kez soyulma ve bıçaklanma tehlikesi atlatır. Sık sık bindiği taksi şoförleri ya para üstünü vermez ya da bütün paralarına el koyup onu arabadan atarlar.
Yine böyle sıkıntılı bir gece yarısı ellerini açar; “Allah’ım bu hicret nöbetine artık dayanamıyorum… Biliyorum ki nöbet mahalli terk edilmez. Esbab bilkülliye sukut etti… Ya canımı al ya da bir çıkış lütfet.” diye dua dua yakarır. Ertesi gün bir umut daha deyip akşama kadar dolaşır… Çaresiz bir halde yorgun argın otele döndüğünde, odasının başka bir müşteriye verildiğini öğrenir. Boş oda yoktur, diğer otellere bakar; ama nafile. Çaresiz sokağa çıkar… Bütün bitmişliğiyle kaldırımın kenarında bekler, gözlerinden yaşlar süzülür. Gecenin en koyu vakti, sabaha en yakın olan an değil midir?
Kalbinin sesini dinleyerek geçmekte olan bir taksiye el kaldırır. Taksi şoförüne İngilizce olarak kendini tanıtır. Adam: ‘Sen Müslüman mısın?’ diye sorar. Şaşırır çünkü; bu ülkede ilk defa birisi Müslümanlıktan bahsetmektedir. Adam, “Seni Müslümanlara ait bir yere götüreyim.” der. Yeşil kubbeli, şirin bir mescittir burası. Kapıyı mavi gözlü, bembeyaz sakallı, nur yüzlü bir adam açar. Bu zat; İngiliz ordusundan emekli, sonradan Müslüman olmuş ve yerlilerin ihya edilmesine kendisini adamış bir albay olan Sadık Sanberk’tir. Sadık Sanberk, ona; Samsun adlı bir yerliyi yardımcı olarak verir. Port Moresby’de yalnız dolaşmaması gerektiğini de sıkı sıkı tembihler.
Ve bu buluşmayla eğitimcimizin önü açılır. O günden sonra bir şifrenin çözülmesi gibi kapılar art arda açılmaya başlar. Samsunlu iş adamlarının omuz verdiği okul arayışlarına yine Samsun isimli bir yerli destek verir. Daha okul binası bulunmadan okul açma iznini alırlar. Derken Türkiye’ye giderek hayatını fedakar bir kızımızla birleştirir. Eğitime gönül vermiş bu iki insan bir yandan okulun inşaatını takip ederken bir yandan da yeni kurdukları yuvalarını minik bir okula dönüştürürler; bir grup kız öğrenciye ders vermeye başlarlar. Eğitimcimizin öğretmen olan eşi öğrencilerine güzel Türkçemizi de öğretir. Kolay değildir, Papualı çocuklarda Türkçe öğrenme isteği uyandırmak…
Çocuklara bir kelimeyi, bir cümleyi öğretmek haftalar sürmektedir. Yerli çocukların ağız yapısı ve alışkanlıkları, bazı sesleri ve kelimeleri çıkarmalarını zorlaştırmaktadır. Mesela; “ö, ü, ı, ğ, r” gibi seslerin yer aldığı hece ve kelimelerin telaffuzu başlı başına bir meseledir.
Hayırlı işlerin muzır manileri de eksik olmaz elbette. Arabalarıyla giderken yolları kesilir bir gün; paraları, değerli eşyaları ve arabaları zorla alınır. Eşkiyalar giderken Allah’tan şaşırtıcı bir gelişme olur el koydukları araba, birkaç metre ilerleyip durur ve bir daha çalışmaz. Bu arada çevreden koşup gelenleri gören eşkiyalar, telaşlanıp kaçmak zorunda kalırlar. Yeni evli çift büyük bir şok yaşar; ama çalışmalarına ara vermeden devam ederler…
Kısaca özetlediğim Papua’daki bu hizmet kesitinde de görüldüğü gibi, sahneye çıkan tüm öğrencilerin arkasında fedakarca eğitim veren şefkat kahramanı öğretmenleri vardır. Ve bizler şimdilerde daha iyi anlıyoruz: Ukrayna, Papua ve Moldova’dan gelen öğrencilerin söyledikleri “Sessiz Gemi” şarkısındaki duygu selini… Ganalı Edna’nın “Ah şu eller…” diye inleyişini… Vietnamlı Dieu’nun dolu dolu gözlerle “Ihlamurlar çiçek açtığı zaman geleceğim…” diyerek gönül telimizi titretişini… Ukraynalı Elvira’nın “Önden giden atlılar…” seslenişindeki derin manayı…
Gönülden gönüle uzanan sevgi ve dil festivallerinin kıyamete kadar devam edeceğine ümidimiz tam. Sayın Gülen’in ifade ettiği gibi, bizler “renk körleri” olarak, kimsenin derisinin rengine bakmadan, ırk veya inanç ayırmadan bütün dünyayı kucaklamaya devam edeceğiz. En zor dönemlerde bile “Sevgi dili bayrağımız” dalgalanmaya devam edecek dostlar…
Harika bir yazı olmuş.
Teşekkürler.