ANALİZ | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
6 Ocak yazımda bugünkü rejimin karar alıcılarını Rusya ile ittifaka yönlendiren faktörleri (daha çok iç dinamikleri) ele almış ve fiilen Rusya’nın Türkiye’nin güneyinde askeri varlığı ile adeta bir yeni komşu gibi profil kazandığını ileri sürmüştüm. Ana tezim, Erdoğan ve ekibinin yolsuzluk soruşturmalarını müteakiben, Ergenekoncu Avrasyacı derin yapıyla ittifak kurmak durumunda kalması ve böylelikle içerde ve dışarıda ciddi politika değişikliklerine gidilmesiydi. Erdoğan ekibiyle ittifak kuran subaylar, vesayet rejiminin devamının demokratik ve Batı ile entegre olmuş bir Türkiye’de mümkün olmayacağını gördüklerinden, gayet realist nedenlerden dolayı Rusya ile ittifakı tercih ediyorlar kanısındayım. Çünkü Batılı ülkelerin aksine Moskova Türkiye’den hiçbir normatif beklenti içinde değil. Diğer bir ifadeyle, Türkiye demokrasisi veya insan hakları rejimi Rusya’nın ilgi alanına girmiyor. Nasıl girsin? Zaten Rusya’nın demokrasi ve insan haklarıyla alakası yok. Bunları Batı değerleri olarak görüyor. Rusya tarihinde hiçbir dönemde demokrasi ve insan hakları standartlarının yerleştiği görülmedi tarihte. Çarlık Rusya’sında da, Sovyet Rusya döneminde de, 1991 sonrası kurulan Rusya Federasyonu’nda da demokrasi ve insan hakları karnesi hep çok ciddi sorunlarla dolu oldu. Bugünkü Putin rejiminin esasını oluşturan diktatoryal yapı, ortalama Rus vatandaşının çok da umurunda olmayan bir durum. Bu bakımdan Türkiye ile Rusya arasında önemli benzerlikler var. Avrasyacı ekip, Rusya ile stratejik ortaklıkta bunu hesaba katıyor. Türk insanında da Ruslarda olduğu gibi ciddi bir Batı karşıtlığı ve Batı ile değerler uyuşmazlığı mevcut.
Rus Avrasyacı düşüncesi, bir jeopolitik strateji olması bakımından, sadece coğrafi aidiyetle alakalı bir bağlamda ele alınamayacak kadar önemli bir konu. Türkiye de Rusya da Avrasyalı aktörler basitleştirmesiyle okunmasından çok, Rusya’nın Avrasyacılığı deniz gücüne (Atlantikçi kanat – ABD ve NATO) karşı bir tutum anlamında dünya siyaseti için çok önem arz ediyor. Rusya, Atlantikçi kanat olarak gördüğü ABD ve NATO’yu zayıflatmak üzere, kıyı ülkelerine nüfuz ederek etki sahasını genişletmeye çalışıyor. Kırım’ın ilhakını ve Ukrayna’nın istikrarsızlaştırılması politikasını bu perspektiften okumakta yarar var. Aynı şekilde Gürcistan’ın Batı’yla ilişkilerini kurumsallaştırmasının önüne geçilmesi de aynı politikanın ürünü. Moskova, Ukrayna’yı da Gürcistan’ı da NATO’yla yakınlaşmaktan alıkoymayı başardı ve bu “arka bahçe” ülkelerin sınır bütünlüğünü bozdu. Aynı Rusya, etki alanını Suriye’ye genişleterek Esat’a destek olurken, Suriye’yi güdümüne soktu. Yine, Tahran’la ilişkileri geliştirerek, İslam Cumhuriyeti’nin ABD karşıtlığını kullanarak, Basra Körfezi ve yakın Ortadoğu coğrafyasında İran-Şii yakınlığını kendi menfaatlerine bir enstrümana çevirdi. ABD’nin bölgeden dışarı püskürtülmesi konusunda, İran ve Baas tipi rejimlerle işbirliğinin kökeni çok eskilere uzanan Rus güvenlik politikası geleneği, son hamle olarak NATO ütesi Türkiye üzerine oyun kurmaya başladı.
Esasında 1990’larda Türk çıkarlarıyla Moskova’nın çıkarları birbirine taban tabana tersti. Normali de buydu. Çünkü Türkiye Türkî cumhuriyetlerle yakın ilişkiler kurma ve bölge petrolünü ve doğal gazını Türkiye üzerinden Akdeniz’e ulaştırma peşindeydi. Kafkasya ve Orta Asya enerji kaynaklarını kendi sınırları dâhilinde dünyaya pazarlamaya alışmış olan Moskova, bundan hiç hoşnut değildi. ABD ve AB Türkiye’nin Bakü-Tiflis-Ceyhan projesine destek vererek bu projenin hayata geçirilmesini sağladı. Ankara bunu Kafkasya ve Orta Asya’nın Rusya güdümünden çıkması için bir milat saydı. Batılı stratejistler de aynı kanaatteydiler. Bu denklem, esasında son 300 yıllık Rus-Türk ikili ilişkilerinde mevcut farklı stratejik temellerin, 21. asırda da devamı gibi okunmalıydı. Ben bu ilişkileri inceleyen çok sayıda akademik makale yazdım. Bu makalelerde ana tema Rusya olmamakla beraber, Türk dış politikası bakımından neden Rusya’nın doğal bir rakip olduğunu izah etmeye ve çözümlemeye çaba gösterdim.
Esasında son 300 yıllık Rus-Türk ikili ilişkilerinde mevcut farklı stratejik temellerin, 21. asırda da devamı gibi okunmalıydı. Ben bu ilişkileri inceleyen çok sayıda akademik makale yazdım. Bu makalelerde ana tema Rusya olmamakla beraber, Türk dış politikası bakımından neden Rusya’nın doğal bir rakip olduğunu izah etmeye ve çözümlemeye çaba gösterdim.
Diğer taraftan, Rusya gibi İran ile Türkiye arasındaki ilişkilerin de temellerinin tarihsel çıkar farklılıklarına dayandığını anlatmaya çalıştım. Oysa Ankara, AKP dış politikasında inanılması güç bir şekilde İran’ın nükleer programına destek vermeyi bırakın, adeta avukatlığını üstleniyordu! Ve bu işin fikir babalığını Hakan Fidan yapıyordu. AKP içinde İrancı ciddi etki alanına sahip bir kanat olduğu herkesin malumu. İslamcıların İran sevdasını hiç beklenmedik bir grup, Avrasyacı (Maocu-Ergenekoncu-) bir takım çevreler destekliyordu. İslamcılar da Avrasyacılar da Batı’nın etki alanından kurtulmak peşindeydiler. İslamcılar seküler yapının eritilmesini, Avrasyacılarsa seküler yapının korunmasını istiyorlardı. Ama Batı’nın etkisinden uzaklaşmak konusunda beraber hareket ediyorlardı. Diğer düşmanları (liberaller, Kürtler ve demokrasi yanlısı kesimler) elimine ettikten sonra, kimin sistemi kontrol edeceğine yönelik bir mücadele olacaktı. Ancak bu şu anda olmayacağına göre, enerjilerini düşmanlarının düşmanlarıyla beraber kullanmak mantıklı ve rasyonel olandı. Öyle yaptılar!
Batı’dan kurtulmak için, Batı’yı Türkiye düşmanı olarak göstermek ve toplumu endoktrine etmek gerekiyordu. Kamu diplomasisini bu yönde kullandılar. Avrasyacı Rusya’yı Türkiye’nin dostu gösterebilmek adına, “FETÖ” ve CIA arasında bağlantı olduğu, ABD’nin Türkiye’de 15 Temmuz darbesini tezgâhladığı ve Kürtleri desteklediği gibi savları ortaya attılar. Ve enteresan şekilde bu savlar çok geniş bir tabanda alıcı buldu! Türkiye solunda aşırı bir Batı düşmanlığı tabanı olması, Kemalist ve sol kesimlerin de bu zokayı yutmasına neden oldu. Sosyal demokrat geleneğin yerleşmediği Türkiye solunda “emperyalist Batı” gibi bir Marksist-Leninist söylem çok yaygındı. Çünkü tüm eski tüfekler, Kemalistler, askerciler (postal fetişistleri), ulusalcılar, genel hatlarıyla seküler taban, demokratik solu bilmediğinden bu anti-Batıcı söylemi kolayca benimsedi. Kemalist ulusal devrimin anti-emperyalist bir sol devrim olduğu masalı, ne de olsa on yıllarca tarih kitaplarında Türkiye gençliğine resmi tarih dozları ile düzenli olarak verilmişti. Yani toplum bu ideolojiye hazırlanmıştı. Enteresan şekilde İslamcı tabanda da anti-semitist ve anti İsrail damar üzerinden bu Batı karşıtlığı iyi pirim yapıyordu. Rusya ile ittifak, bu Batı karşıtlığı söyleme bir reel politik şans veriyordu. Böylece Suriye’deki Rus varlığını tolere eden, hatta onun güdümüne giren bir garabet dış politikayı topluma kabul ettirdiler. Daha yüz yıl öncesinde Osmanlı ülkesini paylaşma gayesini en birincil dış politika hedefi olarak benimsemiş olan bir Rusya’yı böylece NATO’nun karşısına alternatif olarak çıkardılar. NATO’ya neden girdiğimizi bile düşünemeyen bu şaşkınlar (veya bunu bilerek bu intihar siyasetine girmekte beis görmeyen hainler) 1900’lerin sonlarındaki hasta adam Osmanlı devletinden daha aciz bir konuma düşürdükleri Türkiye ile şu sıralar tarihe geçmeye hazırlanıyor!
Bu Avrasyacı şaşkınların/hainlerin Rusya’nın Suriye, Şiiler, İran, Ermenistan üzerinden anti, Batı ittifakına Ankara’yı dâhil ederek, sözde Türk dış politikasına bir pro-aktif hareket sahası açma gayretinde görünüyorlar. Rusya için Türkiye’nin Batı’dan kopartılması, iddia ediyorum, 21. yüzyılda Rus Avrasyacı stratejisinin en önemli kazanımı olacak. Rusya, ilk kez Türkiye ile kurduğu ittifak üzerinden NATO’ya (Atlantikçilere) karşı ciddi bir stratejik üstünlük kazanacak. Karadeniz’i tümden doğu Akdeniz’e bağlayarak, küresel oyunda Ortadoğu’yu ABD’ye neredeyse tümüyle kapatacak. ABD-İsrail-Kürtler üçgeni üzerinden Şii ve Sünni aşırı uçlarını doğal müttefik haline getirerek, petrol okyanusu bu enerji adasını kendi güdümüne almak gibi bir hedefte, Türkiye’yi eksenine almak ve kendine bağımlı kılmak, çok ama çok önemli Moskova için.
Sol ve sağ nasyonalistlerin (ulusalcılar ve ülkücüler) Avrasyacı-İslamcı ittifakını desteklemelerinin temelinde bu körüklenen Batı karşıtlığı var. AB’de aradığını bulamayan Türkiye’de Batı’ya olan kırgınlık ve güven kaybı, bu maceracı gidişatın yelkenlerine rüzgâr oldu. Ancak şunu bilmekte yarar var ki, AB üyeliğinin gerçekleşmemesi için Erdoğan rejimi çok gayret etti. Son tahlilde, hedefe varmaktan ziyade, AB reformları üzerinden TSK’daki Batıcı kanadın siyasi iradeye bağlı hale getirilmesi ve vesayetin sona erdirilmesi çerçevesinde, AB süreci enstrüman olarak kullanıldı. Derken 17 Aralık sürecinde bu vesayeti Avrasyacı Ergenekoncu tayfa devraldı ve 15 Temmuz sonrasında Batıcı subaylar kitleler halinde ve blok olarak tasfiye edildi. Keza, Kürtler ve liberaller de bu süreçte bitirildiler. Cemaat’e gelince, AKP ile girdiği ittifakla esasında bilmeden bu sürece destek olmuş oldu. Ve şu an bu stratejik yanlışın bedelini çok acı şekilde ödüyor.
Bu sürecin motoru, anti-demokratik ve Batı karşıtı güçler. Bunların ideolojik mücadelesi, piyesin ikinci perdesinin ana konusu olacak. Rusya ile stratejik ortaklık üzerinden “güney komşu Rusya” teşhisi, bu çok bilinmeyenli denklemi çözülebilir kılıyor kanısındayım. Ortaya çıkan resmi tümüyle göremesek de, ana hatlarını seçebiliyoruz ve gidişatın taşlarla dolu tehlikeli yolunu sezebiliyoruz. Israrla bu yapılanın çok büyük bir aymazlık ve ihanet olduğunu yazıyorum, yazmaya devam edeceğim!
Tesekkurler Mehmet bey ayni gerceklere insallah milletimizin uyanmasi dilegiyle….