ANALİZ | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
Tutarsızlıklar ve kafa karışıklığı, özellikle Türkiye diplomasisinde giderek belirgin şekilde açığa çıkıyor. AKP iktidarıyla beraber, Milli Görüş fikrinin rafine hali olarak başlayan kendine has dış politika anlayışı, AB reformları çerçevesinde Türkiye siyasetinin balans ayarlarını bozmayı başardı. 1980 anayasasının – tıpkı daha önceki anayasalarda olduğu gibi – orduya sistemin sigortası olma görevini vermesi, hem de bunu Milli Güvenlik Kurulu (MGK) ile sistematikleştirerek, seçilmişlerin atanmışların vesayetine sokulması, 1980 anayasasıyla gerçekleşmişti. Güçler ayrılığından da, Anayasa Mahkemesi’nden de, medya veya sivil toplumdan da çok daha belirgin şekilde, asker MGK üzerinden sistemde kontrol ve denge unsuru oldu. Bu satırların yazarı başta, Türkiye’de aklı başında tüm akademisyenler, gazeteciler ve yazarlar, bu duruma karşı çıktı. Çünkü hedef AB düzeyinde bir demokrasi standardını sağlamaktı.
Ancak öykünün gelişimi bizi başka bir tarafa götürdü. Gelinen yer AB’yle alakası olmayan bir tür hukuksuzluk alanıdır. Önce AB reformları çerçevesinde askerin ve bir kısım bürokrasinin el frenini elinde bulundurduğu vesayet rejimi kademeli olarak etkisini kaybetti. Askerde de bürokraside de bu yeni durumu kabullenen, hatta destekleyen Batıcı ve NATO’cu subayların mantığına göre, AB seviyesine çıkmayı başaran bir demokratik hukuk devletinde yüksek yargı, parlamento ve medya denetimi, pek ala cumhuriyetçi değerleri – mesela seküler devlet yapısını – koruyabilirdi. Dahası, askerler ve bürokratların AB ve NATO yanlıları, etnik bölünme riskinin de AB demokrasi normları çerçevesinde törpüleneceğini düşünüyorlardı. Yanıldılar.
Hesap hatası şuydu: kimse niyet okumadığından, Erdoğan ve AKP’nin demokratikleşen Türkiye fikrinde özünde samimi olmadığını düşünmedi. İki sorun, Erdoğan ve çevresini başlangıçtaki demokrasi paradigmasından uzaklaştırdı:
1- Yolsuzluklar,
2- İslamcı ideolojik arka plan.
Yolsuzlukların boyutunun tüm Türkiye ve Osmanlı tarihi içinde en astronomik seviyelerde olması, 17 Aralık sonrasında patlayan kanalizasyon ve akabinde gördüğümüz ahlaki erozyonla ifşa oldu. İslamcıların demokrasiden (tıpkı Ortadoğu’daki İslamcı diğer politik hareketlerde olduğu gibi) sadece seçimleri anlaması ve bu kısır demokrasi tanımı üzerinden iktidara gelip toplumu istedikleri yönde değiştirme projesinin tabanda baskın eğilim olması, Türkiye’de hukuk devleti, temel hak ve özgürlükler ve işleyen bir liberal demokrasi adına çok büyük talihsizlikti. Vesayet rejimi sonlandırılırken herkes satıhtaki demokratikleşmeye odaklandı. Hiçbirimiz, sistemin kontrol ve denge mekanizmasının bu yeni durumdan nasıl etkileneceğini sormadık, soranlar da hep AB süreciyle aynı bağlamda, bu endişelerin anlamlı olmadığını düşündü.
Türkiye’nin Batı’yla organik bağları olması, NATO üyeliği, AB müzakere süreci ve tam üyelik perspektifi, seküler toplum, lik devlet, kurumsal yapı, özgür ve çok sesli medya, açık toplum gibi kalifikasyonlar, Türkiye’de demokratik temel anayasal düzenin ve devlet mimarisinin garantileri sayıldı. Dahası Anayasa Mahkemesi ve üst yargı, özgür ve çok sesli akademi gibi unsurlar da sistem bakımından diğer garantör unsurlar olarak değerlendirildiler. Avrupa’yla coğrafi bağ, ekonominin Avrupa’ya Gümrük Birliği ve diğer kurumsal bağlar üzerinden eklemlenmiş olması, modernize edici dinamiklerin Türkiye toplumunda çok güçlü olması, Kürtler ve Alevilerin seküler yapısı gibi etmenler de Türkiye siyasi sistemi bakımından karamsar olmamayı gerektiren argümanlar olarak ön plandaydı.
Bu iç politika dinamiklerinin sistemi korumada güvence oluşturmamaya başlaması ve yukarıda bahsettiğim Batı’yla sıkı bağlar kurmuş olma durumu ve Batı kurumları içinde bulunması, Türkiye demokrasi tarihinde defalarca en önemli çapa olarak kendini göstermişti. Türkiye’de başka denizlere dümen kırmanın ve yelken açmanın ekonomik ve rasyonel bir gerekçesi olamazdı. Ancak bu tezde de hepimiz yanıldık. Çok basit bir nedenle hata yapmıştık: hepimiz Türkiye’nin âli çıkarlarını önceleyen, dürüst siyasi karar alıcılar tarafından yönetildiğimizi ve yönetilmeye devam edeceğimizi varsaymıştık. Siyasi gücü elinde bulunduranların kendi şahsi menfaatlerini Türkiye’nin âli menfaatlerinin üzerinde tutacağı bir senaryo üzerinde durmamıştık. Çünkü – yakın tarihimizdeki her türlü hatalara rağmen – Türkiye’de iktidarı dengeleyen askeri-sivil bürokrasi, sistemde neticede her zaman denge sağlamayı ve “balans ayarı” vermeyi başarmıştı. Bu hoş bir şey değil belki, ama gerçek buydu. Darbeler ve muhtıralar kötüydü elbette. Bunlar üzerinden vesayetçi bir modelle 21. yüzyılda devam etmek, Türkiye ve vatandaşları bakımından çok olumsuz sonuçları beraberinde getirecekti. Bu nedenle hepimiz Türkiye demokrasisinin rüştünü ispat etmesini ve demokratik sistem dâhilinde kontrol ve denge mekanizmasını Anayasa Mahkemesi, diğer yüksek yargı ve meclis artı medya üzerinden gerçekleştirmesini istiyordu.
Geriye bir tek TSK kalmıştı
17 Aralıktan sonra Erdoğan hükümeti, sivil darbe yaparak yargının hükümranlık sahasına doğrudan müdahalede bulundu ve yargıyı kendi denetimine aldı. Böylece yüksek yargı, Erdoğan rejiminin kontrolüne geçti. Erdoğan açıkça anayasayı ihlal etmeye başladı. Bunu açıkça dile getirmekten dahi kaçınmadı. Böylelikle fiili bir başkanlık rejimi uygulanmaya başlandı. Hâkim ve savcıların doğrudan rejimce görevden uzaklaştırılabildiği, başka yere atanabildiği, görevden alınabildiği, hatta tutuklanabildiği bir fiili uygulama başladı. Buna çok itiraz da gelmedi. Böylelikle bu oldu-bitti yerleşti ve önce teamül, sonra genel uygulama haline dönüştü. İkinci kademe olarak, AİHM gibi anayasa üstü uluslararası mahkemeler ve devletler hukuku uygulamaları Erdoğan rejimi tarafından dikkate alınmamaya başladı. AB ile mülteci anlaşması üzerinden şantaj politikasına devam eden Türkiye, AB tarafından üçüncül ülke olarak algılanmaya başladı. Erdoğan bundan büyük memnuniyet duydu. Çünkü içeride sistemin denge ve fren mekanizması geniş ölçüde sıfırlanmıştı. Geriye bir tek TSK kalmıştı. 15 Temmuz sonrasında TSK’da astronomik rakamlarda bir tasfiye yapılmış, 17 Aralık sonrası rehabilite edilen ve hapisten çıkartılan Ergenekon (Balyoz, Sarı Kız, Ay Işığı, Askeri Casusluk vb.) davalardan hüküm giymiş Avrasyacı yapı, boşalan kilit görevlere getirildi. Bunlar NATO ve AB üyeliği/süreci gibi Batılı bağların getirdiği normatif bağlayıcılıkların ve standartların, kendi hareket sahalarını içeride ve dışarıda sınırlandırdığının farkındaydılar. İçeride askeri vesayeti hortlatmak, dışarıda irredentist ve maceracı dış politika yapabilmek için, Batı’dan uzaklaşıp, yerine Rusya’yla stratejik ortaklığa girmeyi planlıyorlardı. Rusya ABD’nin verebileceği askeri donanımı ve desteği verebilirdi. Dahası, kendisi de bir diktatörlük olan Rusya, Ankara’nın insan hakları ve demokrasi karnesiyle ilgilenmezdi. Rusya için her şeyin bir fiyatı vardı. Ya nakit, ya imtiyaz vererek Rusya ile iş yapılabilirdi.
Ahmet Davutoğlu’nun 2010’dan itibaren Ortadoğu’yu dizayn etmek üzerine oluşturduğu dış (hayır, esasında düş!) politika konsepti, Suriye’de sahada çöktü. Esad’a karşı ayaklanan Sünni çetelerin demokrasi havarisi olmadığı, bilakis şeriatçı cihatçı barbarlar olduğu ortaya çıktı. Fakat Türkiye’deki İslamcı rejim, ısrarla IŞİD ve Ek Kaide alt grubu olan El Nusra Cephesi gibi oluşumlara “bizim çocuklar” olarak yaklaştı. Bunları “öfkeli Müslümanlar” olarak algıladı, sahada bunlara tolerans gösterdi. Dahası, bunlara Türkiye topraklarını güzergâh olarak kullanma olanağı verdi. Böylece binlerce cihatçı fanatik ve terörist, dünyayı tehdit eden selefi grup, terör örgütü ve barbar, Türkiye üzerinden Suriye’ye aktı. Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) denen ve başlangıçta Batı tarafından da desteklenen grubun da, tıpkı IŞİD ve Nusra gibi selefi fanatik cihatçı olduğu açıklık kazanınca, ABD ve Batı, bunları desteklemeyi bıraktı. Rusya ve Esad da kendi kontrol ettikleri bölgeler üzerinden tüm cihatçı gruplara karşı önlemler almaya başladılar. Erdoğan ve çevresiyse, “düş politikalarının” etkisiyle, Erdoğan’ı İslam dünyasının lideri olarak lanse etmeye, bu uğurda cihatçı manyaklarla flört etmeye devam etti.
ABD bu nedenle Türkiye ile Suriye’de ortak bir zemin bulamayacağını çabucak kavradı ve Suriye Kürtleriyle işbirliğine girdi. Böylece PYD Suriye’de ABD’nin ortağı oldu. Fırat’ın doğusunda ABD İncirlik üzerinden Suriye hava sahasını denetlerken, Rusya Fırat’ın batısında Esad rejimi lehine Suriye hava sahasını denetlemeye başladı. Türkiye, bu arada Suriye’deki etkinliğini tümden sıfırladı. Başlangıçta Ankara’da olağan söylem olan “Şam Emevi Camii’nde namaz kılmak” söylemi, yerini sınırlarını güvenlik altına almak isteyen ve savunmada olan etkisiz bölgesel ülke hedeflerine terk etti. 17 Aralık sonrasında dominant güç olan Ergenekoncu Avrasyacılar, içeride Çözüm Sürecini nasıl sonlandırttılarsa, dışarıda da bu iç politik değişimle paralel olarak, Suriye Kürtlerine karşı saldır-yok et stratejisine geçtiler. Daha önceleri PYD lideri Salih Müslim defalarca Ankara’yı ziyaret etmişti oysa. Ya da Kobani krizinde Ankara Irak Kürtlerinin askeri unsuru olan Peşmergelere kendi sınırlarını kullanarak Suriye’ye geçiş izni vermişti. O günlerde Çözüm Süreci, Diyarbakır’da okunan Abdullah Öcalan Mesajları, İmralı Görüşmeleri olağan Türkiye siyasetiydi. Bu 180 derecelik değişimin sebebi neydi? Kanaatimce Ergenekoncu grubun üstünlüğü ele geçirmesi 17 Aralık sonrası Erdoğan’a kendi şartlarını dikte ettirmeyi başarmalarıyla gerçekleşti.
Batı’dan kopuş
İçeride de dışarıda da bu dönüşümün uzun süreli olması, Batı’dan kopuşa bağlıydı. Bu yaklaşımın mihenk taşı ise Rusya’ydı. Batıdan kopma oranında Rusya’ya yaklaşma ve boşalan alanın Rusya tarafından doldurulması taktiği izlenmeye başlandı. Rus uçağını kendi hava sahasına girdiği gerekçesiyle düşüren ve iki Rus pilotun ölümüne neden olan Ankara’dan, Rus S-400 hava savunma roket sistemi alan, Astan süreci gibi tümüyle Rus ve İran güdümünde olan bir platforma angaje olmak, istihbarat ve ordu liderliğinin iki günde bir Moskova’ya gidip rapor vermesi gibi donelerden çok daha enteresanı, 15 Temmuz 2016 sürecinde yaşanan garabetti. Hayır, Boğaz Köprüsü’nün komedi şekilde salt tek şeridini kapatan askerlerden falan söz etmiyorum. 15 Temmuz olurken, Putin’in danışmanı ve Avrasyacılık stratejisinin beyni Aleksandr Dugin Türkiye’deydi. Kendi ifadesiyle, Türkiye’yi uyarmıştı. Bu işin resmi versiyonu elbette. İşin ilginç kısmı, Rusya’nın 15 Temmuz’a ilişkin bağlamda, oyunun içinde olması! Rusya’nın rolü neydi? Bilemiyoruz. Ama Rusya’nın 15 Temmuz sonrası TSK yönetiminde stratejik görevlere gelen Türk Avrasyacısı Ergenekoncu subaylar üzerinden Türkiye üzerinde ciddi bir belirleyici dış aktör konumuna yükseldiğini, sanırım herkes açıkça görüyor.
ABD’nin askeri varlığını Kuzey Suriye’den çekmesi ve Fırat’ın doğusundaki statükonun değişecek olması, Ankara çevrelerini coşkuya boğdu. Oysa görünen o ki, boşalan bölge Rus kontrolündeki Esad rejimi tarafından doldurulacak. Çünkü Suriye Kürtleri, Türkiye rejiminin kendilerini yok etmek istediğini biliyor. Tıpkı tüm dünyanın bildiği gibi! Yine başta Amerikalılar, tüm dünyanın çok iyi bildiği bir başka gerçek, Erdoğan rejiminin IŞİD’le mücadele gibi bir önceliğinin olmadığı. Türkiye’nin tek “düşü”, Suriye’de, Fırat’ın doğusuna askerini göndermek, bunu mümkünse 2019’daki yerel seçimlerden önce yapmak ve tribünleri memnun etmek!
Rusya ile güneyden ortak sınırımız var artık, hayırlı uğurlu olsun!
Bu tabloyu yorumlayacak olursak, ben tek çarpıcı gerçek görüyorum: Rusya artık sadece Karadeniz üzerinden bizim Kuzey komşumuz değil. Suriye üzerinden de Rusya ile güneyden ortak sınırımız var artık, hayırlı uğurlu olsun! Yani, bir başka deyişle, Rusya artık bizim güney komşumuz. Rusya’nın “yakın komşuluk” (eski Sovyet cumhuriyetlerini kontrolünde tutması ve arka bahçesi olarak güdümüne alması politikasının Rusça terimi bu) kapsamına aldığı Ankara, doğan gazının yüzde seksenini Rusya’dan alan, Rusya’ya nükleer santral kurduran, Rusya’dan milyar dolarlık silah alımı yapan, Suriye’de Rusya’nın güdümünde hareket eden, Rusya ile stratejik ortaklık içerisinde bulunan bir aktördür. Hukuken hala NATO’da olsa da, artık fiilen NATO ve Batı ile bir müttefik değildir. Bu durumun en önemli nedeni, yine vurguluyorum, Türkiye’yi yönetenlerin tercihidir. Neden Rusya’yı tercih ediyorlar ve Batı düşmanlığını pompalıyorlar? Çünkü bu sayede Türkiye için hiçbir hukuki ve siyasi norm kalmıyor! İçeride istediklerini yapabilecekleri, yolsuzluğa batmış, hukuksuz, anti demokratik bir sömürü düzeni, bir cehennem kuruyorlar. Bu ortamda yarım milyon iyi eğitimli insan Türkiye’yi terk etmiş, Türkiye sermayesi milyarlarca doları Türkiye’den çıkartıyormuş, en köklü Sabancı gibi sanayici aileler başka ülkelerden vatandaşlık alıyormuş falan, rejimin umurunda bile değil! Tıpkı Ermeni soykırımı sonrasında Ermenilerden boşalan varlıklara konulduğu gibi, büyük bir talan ve sermaye el değişimi tüm hızıyla gerçekleşiyor. Moğol işgalinden sonra belki de en ciddi anlamda sosyo-ekonomik ve demografik bir dönüşümle karşı karşıya Türkiye. Moğol işgali sonrasında başlayan Fetret Devri gibi bir dönemden geçtiğimiz de buraya not olarak düşülsün!
Güneyden Rusya ile komşu olmak ve Rusya’nın Avrasyacılık stratejisinde piyon veya konu mankenliğine “terfi etmek”, kısa vadede rejimin kontrolünü ellerinde bulunduranlara bazı avanta(j)lar getirecektir kuşkusuz! Ancak orta ve uzun vadede, Birinci Dünya Savaşı sonrasında düşülen acınası durumdan çok daha acı bir konuma gerilediğimiz, çok net olarak görülüyor. Birinci Dünya Savaşı’nda Rusya’da gerçekleşen 1917 Ekim Devrimi ile Rus tehdidinden geçici olarak kurtulmuştu Anadolu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Potsdam ve Yalta’da ve de Sovyetler’in Ankara’ya verdiği saldırgan notalarda talep edilen Kars ve Ardahan gibi topraklarımız ve Boğazlar bölgesinin Sovyet kontrolüne verilmesi anlamına gelecek olan üs talepleri, Türkiye’yi ABD ile yakın ortaklığa götürmüştü. Bu arka planda Türkiye Truman Doktrini ve Marshall Yardımı kapsamında çok ciddi ekonomik ve askeri yardımlar almıştı. NATO üyeliği ve Batı ittifakı, Türkiye’yi olası bir Sovyet işgalinden korumuş, Batı standartlarının – yavaş da olsa – Anadolu’da yerleşmesine fırsat vermişti. Çok partili sisteme geçiş bile bu bağlamda değerlendirilmesi gereken bir hadisedir.
Son 300 yıldır Türkiye, kuzeydeki büyük komşu (Rusya) faktörünü dış politikasının en önemli belirleyicilerinden biri addetmiş, Rusya’yı dengelemek, en stratejik, hatta hayati dış ve güvenlik politikası doktrini ola gelmiştir. Bugün yaşanan süreç, Türk dış politikasını bilmeyen cahiller veya bilerek ihaneti seçen hainlerden dolayı Türkiye’nin var oluşunu tehdit eden bir durumu beraberinde getirmektedir. Rusya’nın kuzeyden sonra güneyden de Türkiye’yle “komşu” olması, orta ve uzun vadede var oluşsal bağlam da dâhil, onulması mümkün olmayacak bir sürecin başlangıcı anlamına geliyor.