YORUM | ORHAN KESKİN
Ayrılık ve gurbet hikayeleri, acı tatlı her dönemde yaşanmış. Bir tarafta gücü eline almış diktatörler, diğer tarafta ise inancından veya fikirlerinden dolayı hayatı zehir edilmiş insanlar… Farklı fikir dünyasından insanlarla zulümler ve yasaklar ortak paydasında buluşmak, insan olma üst kimliğinin gereği…
Dünya tarihinde fikirlerinden dolayı yargılanan ve zulüm gören insanlar hiç eksik olmamıştır. Galileo ve Sokrates örneklerinde olduğu gibi. Osmanlı son dönemi ve Türkiye tarihine baktığımızda da düşünce mağduru sanatçı, yazar ve fikir adamları mevcut olmuştur maalesef.
Fikirleri, inançları, dinleri, milletleri farklı olsa da zaman zaman gördükleri zulümler ve mağduriyetleri ortak olan topluluklar ve gruplar arasında; Kürtleri, Alevileri, Ermenileri, Hizmet Hareketi Mensuplarını, gazetecileri, akademisyenleri ve sanatçıları görebiliyoruz.
Aldıkları cezalar ya da tehditler nedeniyle yurt dışına çıkmak zorunda kalan veya Türkiye’de zindanlara atılan sanatçılar, gazeteciler, din ve fikir adamları arasında ilk aklımıza gelenler; İbrahim Şinasi, Namık Kemal, Nazım Hikmet, Said Nursi, Cem Karaca, Ahmet Kaya, Şanar Yurdatapan, Fethullah Gülen, Şivan Perwer, Suat Yıldırım gibi isimler…
Geçenlerde Kanadalı bir dostumuza; Hizmet Hareketi’nin çekmekte olduğu sıkıntıları ve zulmü anlatınca bana; “Sizi çok iyi anlıyorum ama sadece kendi çektiklerinizi anlatmayın, Türkiye’de ve dünyanın değişik yerlerinde zulüm gören başka topluluklar ve kişiler de var, fırsat buldukça onlardan da bahsedin.” demişti.
Ben de Kanadalı dostumun bu tavsiyesine uyarak; Nazım Hikmet’in ayrılık ve gurbet şiirlerinden bazılarını paylaşacağım sizinle.
Bazı dostlarımızın “Neden Nazım?” dediğini duyuyor gibiyim… Vatandan ayrı kalma ortak paydasına empati yaklaşımı diyelim isterseniz ve bu duygularla; onun “hayat kesitlerine” sizler için seçtiğim bazı şiirleri üzerinden bakmaya çalışalım:
CEVİZ AĞACI ŞİİRİNİN HİKAYESİ
Nazım gaybubettedir; polis her yerde kendisini aramaktadır. Nişanlısıyla uzun süreden beri görüşememiştir. Bir şekilde haberleşip Gülhane Parkı’nda bir ceviz ağacının altında buluşmaya karar verirler. Nazım randevu noktasına biraz erken gelir ve sabırsızlıkla beklemeye koyulur. Bir de ne görsün; parkın uzak bir noktasından bir polis ekibi kendisine doğru gelmektedir. Korkuyla hemen saklanacak bir yer arar ve gözüne oradaki ceviz ağacı takılır. Ağacın yüksek bir noktasına çıkar ve gizlenir; yapraklar o kadar yoğundur ki polislerin kendisini görmesi mümkün değildir. Bir süre sonra sevdiceği de gelir ve ceviz ağacının altındaki banka oturur. Anlaşılan o ki, polisler de başka bir görevle ceviz ağacını bekleme noktası olarak seçmişlerdir ve oradan ayrılacakmış gibi görünmemektedirler. Sevdiğini yoğun yapraklar arasından görmeye çalışmakta ama ağacın üstünde olduğunu bir türlü ona duyuramamaktadır. Bu duygularla cebindeki kağıt-kalemi çıkarır ve şu mısraları karalar; bu mısraları hem kendisi ve nişanlısı hem de onlar gibi sevdiklerinden uzak kalanlar için kaleme alır:
“Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda.
Budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda.
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril,
Koparıver, gözlerinin gülüm yaşını sil.
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var.
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul’a.
Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul’u.
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda.
Ne sen bunun farkındasın, ne de polis farkında.”
Gaybubeti ve sürgün edilme duygularını iliklerine kadar yaşamış olan Cem Karaca bu mısralardaki haleti ruhiyeyi dile getiren mükemmel bir beste yapar ve seslendirir. Şarkının nakarat bölümlerinde Karaca, “polislerin şairi haksız ve suçsuz yere kovaladığı hissini vermek için” oldukça hızlı bir terennümü tercih eder. “Ceviz Ağacı” gibi muhteva derinliği taşıyan şarkıların ve şiirlerin hikayelerini bilerek dinlemek ayrı bir değer katıyor güfte ve besteye.
MAVİ LİMAN ŞİİRİNİN HİKAYESİ:
Nazım, Türkiye’den çıkmak zorunda kalmıştır ve Rusya’da yaşamaktadır. Ülkesine, özellikle de İstanbul ve ailesine karşı dayanılmaz bir hasret duymaktadır. Bu gurbet ve ayrılık fırtınaları içerisindeyken Bulgaristan’a geçer, 1 temmuz 1957’de Balçık şehrinden ufka bakar; Türkiye kıyılarını ve İstanbul boğazını, kubbelerin silüetini uzun uzun seyreder. Hayalinde ailesi, İstanbul kıyıları, hayatı, kaybettikleri değerler canlanır. Şiirindeki hasret, ayrılık, ölüm iç içe karmakarışık bir hayal gemisine yüklenir ve kaptana halini, burukluğunu anlatır derin derin…
Uzaktan İstanbul silüetini seyrederken, belki de uzun zamandır kalbinin bir köşesinde tortulanmış inancını fısıldayan, yarım kalmış “Ağa Camii” şiiri hayalinde tüllenir:
“Havsalam almıyordu bu hazin hali önce
Ah, ey zavallı cami, seni böyle görünce
Dertli bir çocuk gibi imanıma bağlandım;
Allah’ımın ismini daha çok candan andım.
Ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen!”
Ve “Mavi Limana” hayal gemisiyle demir atan, kaptana seslenir:
“Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.
Seyir defterini başkası yazsın.
Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman.
Beni o limana çıkaramazsın…”
Nazım; hayatında gaybubeti, gurbeti, ayrılığı ve ilticayı o kadar iç içe yaşamıştır ki bu derin sarsılmalar şiirlerinde keskin çizgilerle yer almıştır.
KARLI KAYIN ORMANINDA ŞİİRİNİN HİKAYESİ VE ŞARKISI
Nazım Hikmet, hayatını sürdürmek zorunda kaldığı Rusya’da; ayrılığı, yalnızlığı en acı şekliyle ruhunun derinliklerinde hissetmektedir. Bir yanda vatan hasreti, diğer yanda “yedi tepeli sevgilisi” İstanbul ve en yakıcısı da canı gibi sevdiği yakınlarından uzak olması… Bunca hüzün harmanı, bir de “karlı kayın ormanında” depreşirse, ortaya dolu dolu yaşanmış bir hayatın şiire dönüşmüş mısraları dökülür. Zaten edebiyat tarihinde de çile ve ızdırapla yoğrulmuş dert yumakları güfte olmuş, besteye durmuş ve sanata tomurcuklanmıştır.
Gelin, hayal kuşumuza tutunup karlı kayın ormanına gidelim birlikte:
Hava buz gibi, her taraf kar, rüzgarın uğultusu uzaktan kurt ulumalarını taşıyor kulağımıza. Fırtınayla birlikte yağan kar; görüşümüzü ve nefesimizi kesiyor adeta. Yalnızız. Yorgunuz. Dizlerimizde fer kalmamış. Zaman zaman karanlıkta yol alıyoruz durmamak için. Durmak, donmak demektir elbette. Derken uzakta bir ev hayal ediyoruz, tıpkı kızgın çölde serap görüldüğü gibi… Bir çocuğun bizi o eve davet ettiğini hayal ediyoruz çünkü ev demek; aile yakınlığı, sıcak bir oda, sığınacak mekan demektir.
Nazım Hikmet, bu zorluğu en yoğun şartlarda yaşamış, yüreğinin derinliklerinde hissetmiştir. İlk fırsatta da şiirini hissederek ve yaşayarak kaleme almıştır:
“Karlı kayın ormanında
Yürüyorum geceleyin
Efkarlıyım efkarlıyım
Elini ver nerde elin
Memleket mi yıldızlar mı
Gençliğim mi daha uzak
Kayınların arasında
Bir pencere sarı sıcak
Ben oradan geçerken biri
Amca dese gir içeri
Girip yerden selamlasam
Hane içindekileri
Yedi tepeli şehrimde
Bıraktım gonca gülümü
Ne ölümden korkmak ayıp
Ne de düşünmek ölümü “
Gelin dostlar, ızdıraptan süzülerek kelimelere dökülen “Karlı Kayın Ormanı” şiirinin bestesini ve şarkısını da Zülfü Livaneli’den dinleyelim…
Cocuklarla birlikte dinlediğim şarkıların bizim hikayelerimiz gibi olduğunu ogrenmek mutlu etti beni, buruk bı mutluluk da olsa yazınız için teşekkür ederim.
Eskilerde her nedense yalnızca dili Allah diyenleri severdim .. şimdi ise kalbi Allah diyenleri seviyorum. kalbi de bilmediğimden, duruşuna bakarım…