Güç zehirlenmesi [Kemal Ay]

Fransız filozof Michel Foucault, bugün en çok ‘iktidar’ kavramına getirdiği geniş yaklaşımla hatırlanıyor. Birçoklarına göre hayli ‘karamsar’ ve hatta ‘gerçekdışı’ bulunan bu yaklaşıma göre ‘iktidar’, sadece devleti yönetenlerin halka karşı ellerindeki tuttukları gücü anlatmıyordu. Foucault’ya göre iktidar, herhangi bir kişinin bulunduğu konumu kullanarak bir başkasına uyguladığı ‘aşırı güç’te de aranmalıydı. Mesela üç-dört kişilik bir öğrenci grubuna rehberlik yapan bir ‘izci lideri’ de ‘iktidar sahibiydi’ ve buradaki öğrencilere karşı ‘gücü’ vardı.

Hemen herkesin elde tutulan gücü ‘iktidar’ olarak nitelemesine karşılık Michel Foucault, o gücün uygulanmasına bakmak taraftarıydı. Bu sebeple hayatını adadığı çalışmalarında, ‘devlet gücünün’ vatandaşlara en çok etki ettiği kurumlara, yani hastanelere ve cezaevlerine odaklandı. Toplumun bu kurumlara, insanları ‘hasta’ ya da ‘suçlu’ olarak etiketleme yetkisi vermesi, çok sıkı denetlenmesi gereken bir ‘iktidar’dı. Aksi takdirde, ve tarih boyunca hep böyle olmuştu, bu kurumlar aracılığı ile iktidarlar topluma istedikleri şekli verebilirdi. Diledikleri şekilde sınırlar çizip o sınırı aşanlara ‘hasta’ ya da ‘suçlu’ yaftası vurabilirlerdi.

ETİKETLEME GÜCÜ

Nitekim son yıllarda kullandığımız ‘cadı avı’ kavramının tarihçesi de böyle bir ‘iktidar yetkisi’ne dayanıyordu. Yargıyı ve silahlı kuvvetleri elinde tutan bir devlet otoritesi, bazı kimseleri ‘anormal’ ya da ‘cadı’ ilan edip ardından rahatlıkla infaz edebilirdi. ‘Somut delil’ ihtiyacı duymadan, kulaktan kulağa yayılan söylentileri kullanıp toplum nezdinde birilerini mahkûm etmek, bütün haklarını elinden almak, günümüze has bir uygulama değil maalesef.

Ancak Michel Foucault, devlet kurumlarının yanı sıra toplumdaki söylemlere, gelenek dediğimiz bazı değer yargılarına, aile içindeki meselelere hatta insanın bedeniyle ilgili alınan kararlara dahi değiniyordu yazılarında. Sonuçta öyle bir ‘iktidar’ kurgusu ortaya çıkarmıştı ki, insanlar adeta bir çeşit ‘iktidarlar ağı’nın içinde yaşıyor ve sürekli birilerinin ‘güç gösterisine’ maruz kalıyordu.

İNSANI KENDİ OLMAKTAN ALIKOYMAK

Bir başka deyişle, ‘güç’ yalnızca devlet otoritesine ve onun araçlarına mahsus değildi. Bir başkasının hayatı, iradesi, yaşayış biçimi üzerinde etki sahibi olan hemen herkes belirli bir ‘güç’ ya da ‘iktidar’ sahibiydi ve bunu, illa devlet gibi kamusal alanda değil, bazen de ‘özel alanda’ icra edebiliyordu. Mahalle ya da akraba dedikodularının cenderesinde bir türlü kendi istediği gibi yaşayamayan genç kızlar da, okul arkadaşları tarafından ‘kabadayılığa’ maruz kalıp ezik bir karaktere bürünen genç oğlanlar da, iş hayatı boyunca patronunun, amirinin ya da ‘direktörünün’ baskısı karşısında üstlerini onaylamaktan başka bir ihtimal göremeyen ‘plaza insanları’ da bu denklemde yerini alıyordu.

Yani aslında ‘özgür iradeye’ vurulan her türlü ket, insanı kendi olmaktan, vicdanında duyduğu, hissettiği gibi yaşamaktan alıkoyan her engel bu iktidar ağının bir düğümünü oluşturuyordu.

İktidara maruz kalanlar için, kendi sesini ve rengini bulabilme adına verilen mücadele kaçınılmaz ve meşru. Ancak bu denklemde asıl anlaşılamayan taraf, bir başkasının hayatına müdahale etmekte, onu karartmakta, bir insanı masum emellerinden alıkoymakta gösterilen gayretin sahipleri. İktidarın/gücün zehirlediği ve kendini başkalarının hayatları üzerinde hak sahibi gören (mesuliyet değil mülkiyet hakkı gibi) kişilerin davranışlarındaki esrar, hâlen yeterince anlaşılabilmiş değil.

İKTİDARI GETİREN KOŞULLAR

Elbette bu iktidar meselesinin bazı materyal sebepleri var. Her çağ kendince bir ‘iktidar’ nesnesi üretmiş durumda. Uzunca bir süre iktidarın nesnesi kılıç olmuşken, barutun ve matbaanın icadı bu iktidarı alaşağı ederek kendi gücünü üretmiş. Savaşlarda uçak teknolojisini ilk kullanabilenler veya arazide en etkili tankı üretenler, buradan iktidar da devşirmişler. Sonra bilginin güç olarak belirdiği bir döneme girilmiş, istihbarat ve propaganda en büyük iktidar nesnesi hâline gelmiş.

Günlük hayatta ise para, makam, hitabet, şöhret, beğenilme arzusu, saygı görme talebi ya da ikna kabiliyeti gibi unsurlar antik çağlardan bu yana hep geçer akçe olmuşlar. Bütün bunlar bir kişinin güce ulaşmasını ve buradan başkalarını etkileyecek bir iktidar devşirmesi için gerekli şartlar. Ancak bunlar dönem dönem değişseler dâhi, büyük ya da küçük iktidar sahiplerinin yaşadığı ‘güç zehirlenmesi’ni tek başlarına açıklamıyorlar. Bu sebeple mesela Kur’an’da Karun’un yaşadığı güç zehirlenmesi anlatılırken, “Karun ise: O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi, demiştir” (Kasas, 78) ifadeleriyle servet sahibi olmasının değil, servet sahipliğiyle ilgili bulunduğu varsayımın daha etkili olduğunu vurguluyor.

SUİİSTİMALİN SEBEPLERİ

Biraz açalım: Mesela anne-baba olmak dünyanın en masumane, en insanî hâlidir. Ancak anne ya da baba olduğunuzda, dünyaya gelen çocuğun üzerinde bir ‘iktidar’ da edinmiş olursunuz. O çocuğun size yüklediği mesuliyetin yanı sıra, onun muhtaç hâli sizi onun üzerinde ‘yetkili’ kılar. Anne ya da baba olmak, kendi içinde güç zehirlenmesine yol açmaz ancak bu ‘yetkiyi’ aşırı baskıcı şekilde, çocuğun hayatını adeta zindana çevirerek yahut onu değişik şekillerde suiistimal ederek kullanmak, ‘güç zehirlenmesi’ne işaret eder.

Çocuk, anne ve babasını yegâne otorite olarak görür ancak onların kötü niyeti yahut düşüncesizliği, o çocuğun hayatını bir ‘mağdur’ olarak yaşamasına sebep olabilir.

Yani iktidar nesnesi her durumda bizatihî güç zehirlenmesini getirmiyor. Ancak iktidarla birlikte gelen yeni ‘konum’, insanı başkaları karşısında zalimleştirebiliyor. Burada çok çeşitli faktörlerden bahsetmek mümkün. Karakter zaafı, eziklik psikolojisi, kendini ispat etme çabası, haset hatta bazen iyi niyet bile insanı gücü suiistimal etmeye itebilir. Ancak bu durumlar açıklanırken hataya düşülmemesi gereken bir husus var: Hiçbir insan aslında yaptıklarının ‘kötülük’ olduğunu düşünmez. Karun’a, irşat maksatlı, “Allah’ın sana verdiğinden, Allah yolunda harca” (Kasas, 77) dendiğinde, Karun bütün servetini ‘kendi bilgisi ile elde ettiğini’ savunmuştu sözgelimi. Bunun ‘kötülük’ değil ‘hak’ olduğunu düşünüyordu.

BİZİ BU HÂLE GETİREN KARANLIK

Modern dönemde de hangi zalime sorsanız, yaptıklarının zulüm değil hakkın yerine getirilmesi olduğunu savunacaktır.

Bu sebeple biraz da, denklemin bu tarafını anlamak gerçekten zor. İnsan, tarih okurken kendisini hep ‘iyilerin safında’ düşünür ve hareketlerini ona göre açıklamaya çalışır. Oysa tarih, bir yığın zulmün de tarihidir ve güncel zalimler, geçmiş zulümleri de yer yer ‘hak mücadelesi’ olarak görürler. O yüzden bir hastanede yeni doğmuş bebeklere bakıp, oradakilerden hangisinin ileride işkenceci bir polis, diğerinin de işkenceye maruz kalan bir masum olacağını asla kestiremezsiniz. Merhum Hrant Dink’in eşi Rakel Dink’in tarihe geçen o sözünde olduğu gibi, “bir karanlık” küçük çocuklardan katiller yaratmaktadır. Peki, nedir o karanlık? Nasıl dağılır?

YIKMAK KOLAY…

Güç zehirlenmesine yol açan o karanlığı çeşitli şekillerde tarif etmek mümkün. İktidarın getirdiği ‘sanal, geçici kimliklerin’ (tıpkı sosyal medyada sanal bir kimlik edinip binlerce takipçi kazandıktan sonra ‘kendini kaybetmek’ gibi) insanı makuliyet çizgisinden çıkarması bunlardan biri. Sorumlusu olduğu ‘insanları’ güdülecek birer ‘koyun’ gibi görmek de, ‘öteki’ni insan yerine koymamak da, bütün diğer sebepleri ve şartları bir kenara atıp iktidarının, başarısının yegâne sahibi olarak kendini bulmak da sayılabilir.

Maalesef insan ruhunun derinliklerinde kötülüklere sebep olan, oradan başkalarını yıkıma götürecek eylemler çıkaran şeyler hakkında yazmak da, düşünmek de kolay. O kadar çok ki…

GÜÇ ZEHİRLENMESİNİN PANZEHİRİ

Gelgelelim, bunu engellemenin yolları da bir o kadar dar ve uzun. Mesela yazının başında bahsettiğim Fransız filozof Michel Foucault, iktidarı dengelemenin ve güç zehirlenmesini önlemenin yolu olarak onunla sürekli mücadeleyi uygun görmüş. Her insanın, kendi içinden başlayarak kötülüğe karşı ‘aydınlıkla’ savaşmasını çare olarak sunmuş. Bir Nazi Subayı olan Adolf Eichmann’ın yargılandığı duruşmaları seyreden Hannah Arendt, bu kötülükle mücadelenin ‘düşünceyi güçlendirmekle’ yani bir bakıma eğitimle, felsefeyle olacağını savunmuş. Bugünkü modern Batı’nın temelini atan Immanuel Kant, içimizdeki kötülüğün farkında olarak birbirimize zarar vermeyecek şekilde bir anlaşmaya (bir yasaya) varmamızın gerekliliğinden bahsetmiş. Hepsi de doğru.

Ama insanları bu karanlıktan ve kötülükten alıkoyacak şey olarak, bugüne dek sayısız örnekte de görüldüğü üzere, adalet fikri öne çıkmış. Her insanın kendine ve çevresine karşı hakkaniyetli olmasından başlayıp toplumun her meselesinde devreye girebilen ‘hakemlik’ müesseselerindeki muameleye kadar adalet fikri, ‘güç zehirlenmesi’nin en büyük panzehiri olarak görülmüş.

Siyaset biliminde bu sebeple II. Dünya Savaşı’ndan sonra “denetleyici kurumlar ve insan hakları savunuculuğu” ön plana çıkmış. Bu yüzden geç modern dönemin başyapıtı sayılabilecek romanlarda ve filmlerde ‘kendiyle hesaplaşmak’ (bir çeşit muhasebe duygusu) en çok işlenen tema hâline gelmiş. Ve bu sebepledir ki, insanın kendini kaybetmesine yol açan ‘sanal, sahte’ kimliklerini atıp makuliyet çizgisine geri dönebilmesi için de, kendinden başlayarak dünyadaki bütün kurumlarda adaleti tesis edebilmesi, karanlığın dağılmasında yegâne yol olarak görünüyor…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin