Gözyaşı vadisi [Harun Tokak-Hac Hatıraları-4]

Bir baba için ne zor bir durumdu. Bir ömür boyu bir evladın hasretini çekecek, “peygamber sabrı” ile bekleyeceksin. Nihayet gözüne nur, gönlüne sürur bir İsmail’in olacak. Sonra onu ıssız bir vadiye annesiyle birlikte bırakıp gideceksin.

Fakat İbrahim, ailesini bekleyen akıbetten haberdar görünüyordu.

Ellerini Rabbine açtı:

“Ey Rabbimiz! Ailemden bir kısmını senin hürmetli evinin yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Namazlarını evinin yanında dosdoğru kılsınlar diye. Ey Rabbimiz! Sen de insanlardan mümin olanların gönüllerini onlara meylettir.” (İbrahim, 37)

Ve İbrahim, gri tepelerin ardında kayboldu…

Sebeplerin tükendiği noktadaydı Hacer.

Tüm mekân lâl…

Güneş, derelerden, tepelerden, vadilerden çekilip gitti ve yerini koyu bir karanlığa bıraktı.

Akşamın melali çöktü Betha Vadisine. Ana oğul öylece kalakaldılar karanlığın ortasında.

Bu yanık, bu kupkuru dağların arasında, bu vadinin derinliklerinde yalnız bir kadın ve çocuk… Üstelik susuz, kimsesiz, barınaksız ne yapardı?

Ama O söylemişti, O istemişti.

Tevekkül, mutlak tevekkül…

Ben, “Hacer bunun üstesinden gelebilir.” diye düşünüyordum. Çünkü o “ana”ydı. Ana güç demekti. Ananın olduğu yerde ocaklar kurulur, ateş tüter, ananın olduğu yerler yurt olur, yuva olurdu.

Bunu Havva Ana’dan biliyorduk.

Hacer de bir anda kendisini ikinci bir Havva gibi hissetti.

Karanlığı ve aydınlığı yaratan Rabbine şükretti.

Kucağında yavrusu ile uzandı sıcak kumların üzerine.

Gecenin, Rabbiyle vuslata erme anı olduğunu bütün ruhuyla hissetti.

İlk gece…

“Bütün bunlarla Rabbim benden ne istiyor olabilir?” diye düşündü.

Kabul edilmek için önce kabullenmek gerektiğini anladı.

İlk gecenin sabahında güneş Betha Vadisi’ni pırıl pırıl aydınlatmaya başladığında İsmail, babasının kurduğu çadırın içinde mışıl mışıl uyuyordu.

Biraz sonra uyanınca ağlamaya başladı.

Hacer su bulmalıydı.

Üzerime tırmanıp etrafı seyretti önce. Acele etmeliydi. Safa tepesine doğru koşmaya başladı.

Bir ananın hayatı tırmalayışıydı bu…

Güzel ve kalabalık bir şehirden gelmişti bu ıssız beldeye. Her şeyini geride bırakarak…

Aczin ve fakrın diliyle kıpırdıyordu aralıksız dudakları.

Kararlı ve telaşlı bir biçimde koşturuyor, su arıyordu.

Safa’dan bana, benden ona yedi kez koştu, yoruldu.

Neden hep Safa’dan bana benden ona koşuyordu? Farkında değil miydi hep aynı tepelerin arasında gidip geldiğinin?  Neden suyu başka yerde değil de hep aynı güzergâhta arıyordu?

Bir bildiği mi vardı?

Yoksa Safa ile benim aramda ezelde çizilmiş nuranî hattın câzibesine mi kapılmıştı?

O tepeden bu tepeye yorgun kanatları ile uçan bir üveyik gibi tam yedi kez gitti, geldi.

Üstü başı dağılmıştı. Gözyaşları yanaklarından süzülüyor, arada bir başını kaldırıp semaya doğru bakıyordu. Çaresiz ve perişandı.

Onun ağlayışına dayanamadık biz de ağlamaya başladık. Dağlar, taşlar, uçan kuşlar bir koro halinde Hacer’le birlikte ağlıyorduk.

O günden beri bu vadiye “Gözyaşı Vadisi” deniliyor.

ZEMZEM

Merve tepesinde otururken buralara neden “Gözyaşı Vadisi” denildiğini öğreniyoruz. Güneş tam tepe noktada…

İnsanlar, Safa’dan Merve’ye, Merve’den Safa’ya sel gibi akıyor. Yanımızdan Malezyalı, Endonezyalı, Hintli, Kırgızistanlı, Nijeryalı, Mısırlı ve Afrikalı Müslümanlar geçiyor. Hanımlar farklı renklere bürünmüşler. Suudiler siyah, Pakistanlılar rengârenk, Malezya ve Endonezyalı hanımlar beyaz giysileri tercih etmişler. Renkleri, giyimleri, ülkeleri farklı olan bu insanların ortak bir yanı var; kadını, erkeği, yaşlısı, genci herkes burada Hacer gibi yürüyor.

Merve tepesinden aşağı doğru iniyoruz. Çünkü Zemzemin şırıltıları bizi çağırıyor, hikâyenin devamı onda.

Güz mevsimi olmasına rağmen, beyaz mermerlere dökülen sıcaklık alev alev yüzümüze vuruyor. Üzeri düz bir satıh halinde beyaz mermerle kaplı Zemzem Kuyusunun yanına varıyoruz.

Bilcümle hikâyesini bir sâki gibi sunmaya hazır olan Zemzem’i dinlemek için dünyanın en tatlı, en şifalı suyunun şırıltılarına yaslıyoruz yüreğimizi:

“Ben, bağrı yanık bir annenin ciğergâhından kopan bir duanın cevabıyım,” diye başlıyor sözlerine.

“Hâcer, Safa ve Merve tepeleri arasında soluk soluğa koşmuş ama su bulamamıştı.

Aradığı bendim de, o daha bilmiyordu.

Çaresiz bir halde yavrusu İsmail’e doğru yürüdü. Allah’ın yavrusunu zayi etmeyeceğine inanıyordu.

“Ey bu yerlerin sahibi!” dedi yürürken, “Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bize acı, bize merhamet et. Ey darda kalanların imdadına yetişen Rabbim!”

İsmail, ayakları ile kuma vura vura yerde bir çukur açmıştı. Hacer oğlunun yanına yaklaştığında İsmail’in açtığı çukurdan bütün coşkunluğumla ben fışkırmaya başladım.

Kaynağım cennetteydi de dünyaya akıyordum.

Allah’ın, misafirlerine ikramıydım.

Hacer, hayretle, “Zem, zem! (Dur, dur!) ” demeseydi bir ırmak olacaktım. Onun sözünü dinledim durdum, derinleştim, kuyu oldum.

Hacer, bu kez sevinç gözyaşları döktü. Şükürle ve hayranlıkla avuçladı beni. Yüzüne, gözüne sürdü.  Önce bebeğine içirdi, sonra kendisi kana kana içti. İçtikçe kalbi de doygunluğa ulaştı.

Beni aşkla buldu Hacer.

Anladı ki, Rabbine dayanıp güvense de suya ulaşmak için koşmak gerek!

Önce kuşlar, sürüler halinde geldiler. Sonra çölün diğer hayvanları. Kafileler halinde insanlar!..

Önce Cürhümlüler geldi, sonra diğer kabileler. Etrafımda çadır kuranlar Hacer’in izni ile bu toprakları mesken tuttu, çoğaldılar.

Bu kutsal vadide bir şehir yükseldi.

Siz ey insanlar! Kana kana için benden. Dilekler dileyerek, hayırlar murad ederek… Nasibinizi alın bu kutlu beldeden.

Sonra koşun insanlığın imdadına. Susuz İsmailler sizi bekliyor.

Hacer’in evladı için duyduğu ıstırabı duyun.

Muhtaç sinelere âb-ı hayat yetiştirin.

İlgi göstermediğiniz, el uzatmadığınız mahzun bir gönül kalmasın!..”

MİNA

Bayramın ikinci günü Mina yollarındayız. Bugün, küçük, orta ve büyük şeytanla savaş var.

Sadece bedenimiz değil ruhumuz da oldukça dingin. Otelimiz, Mina’ya yürüyüş mesafesinde.

Yollar oldukça hareketli…

Mekke’nin misafirleri Mina’ya giden yolları mekân tutmuş. Kimi namaz kılıyor, kimi yemek yiyor, kimi dinleniyor.

Akabe yolundaki son tepeyi aştığımızda görüyoruz Mina’yı bütün ihtişamı ile. Postunu fedakârlık iklimine sermiş.

Burası Nemrut’un ateşini, mazlum milletlerin şafak pırıltısı kılan Hazreti İbrahim’in mekânı.

Emre itaatteki incelikle şefkatin birlikte tüllendiği yer.

TESLİMİYET YURDU, HASBÎLİK YUVASI…

“Büyük savaş”ın muzaffer kahramanı Hazreti İbrahim, Şeytan’ı burada taşladı ve bize Şeytan taşlamanın yolunu açtı, yordamını gösterdi.

Şeytanların merkez üssüne vardığımızda karşılaştığımız manzara bir önceki günden farklı değil.

Klimaların dev motorlarının çıkardığı homurtulu rüzgârlar ihramların eteklerini savuruyor.

Korkunç bir uğultunun tam ortasındayız.

“Bismillahi Allahüekber” sesleri yeri göğü inletiyor.

Bugün her üç cephede kavga var. Ellerimizdeki taşları, sırası ile küçük, orta ve büyük şeytana, “Yüce Allah’ın adıyla, şeytan ve ordularının rağmına!” diyerek fırlatıyoruz.

Şeytanla savaşmak güzel bir duygu. İnsanın yaratılış serüveninde başarılı olabilmesinin yolu, şeytanla her daim savaşmasına, ondan uzaklaşıp Allah’a yaklaşmasına bağlı.

Burada atılan taşlar şeytana uzak, burada kesilen kurbanlar Allah’a yakın oluşumuzun ifadesi.

Taşlarımızı attıktan sonra Hasan Abdullah’la Akabe tarafına çekilip, insanların şeytanlarla amansız mücadelesini seyretmeye başlıyoruz.

Mina bir ses, bir çığlık! Kendi hikâyesini hiç durmadan tekrar ediyor:

“Cürhümlüler gelip yerleşmişlerdi Zemzem’in etrafına, Hâcer ve İsmail yalnızlıktan kurtulmuştu. Cürhümlüler ana oğlu çok seviyor, onların bereketi ile yaşadıklarına inanıyorlardı.

İbrahim aleyhisselam, Hacer anamızla İsmail’in yanına gelip gidiyordu.

Peşi sıra gelenlerin “yol” deyip yürüyecekleri muhteşem izler bırakıyordu arkasında.

Her gelişinde şahit olduğu şeylere daha da memnun oluyor, şükrünü ziyadeleştiriyordu.

İsmail serpilmiş, koşmaya başlamıştı.

VE O RÜYA…

Derken bir Zilhicce ayının sekizinci, dokuzuncu ve onuncu gecelerinde Hz. İbrahim rüyasında üst üste kendini, oğlu İsmail’i kurban ederken gördü.

Yalımı göklere uzanan alevlere atılırken bile hiç tereddüt etmeyen bir baba ne yapsındı?

Bir baba ki, yıllarca beklemiş, nihayet yaşlılığında muradına ermişti de, şimdi “en çok sevdiği” ile ikinci kez imtihan ediliyordu.

Bu rüya, bir peygamber için yerine getirilmesi vacip olan bir emirdi.

Çare yok İsmail kurban edilecekti…

Sabahın ilk ışıkları Gözyaşı Vadisi’ni ışıtırken İbrahim düşünceliydi.

Hazreti Hacer, “neyin var İbrahim?” diye sordu.

“Ya Hacer! İsmail’i hazırla, bir dostu ziyaret gideceğiz.” dedi İbrahim.

Üstelemedi Hacer. Teslimiyet şerbeti içmiş gibiydi.

Saçlarını taradı oğlunun. Yeni elbiseler giydirdi üzerine.

“DOST”A GİTMEK İÇİN…

Baba oğul “Dost”a gitmek için çıktılar yola.

Arkalarından uzun uzun baktı Hacer.

İsmail…

Öyle sevimli, öyle güzel…

Zemzem kuyusu kadar derin. Zemzem suyu kadar berrak!

Allah’ın emaneti, Allah’a emanet…

Bu nasıl bir yolculuktu? Bir evladı kurban etmeye götürmek nasıl bir duyguydu?

Çöl susuyor, dağlar taşlar susuyordu.

Her şey lal kesilmiş seyrediyordu.

Konuşan, koşan, mekik dokuyan sadece şeytandı…

Bir adam belirdi karşılarında:

“Sanırım sen rüyanda İblis’i görmüşsün, o da sana oğlunu boğazlamanı emretmiş. Şu ıssız dağ başına, oğlunu boğazlamaya gidiyorsun.” dedi.

İbrahim konuşanın şeytan olduğunu hemen anladı ve haykırdı:

“Git buradan ey Allah düşmanı!”

Yerden bir taş alarak şeytana fırlattı.

Hazreti İbrahim’den ümidini kesen şeytan, İsmail’e seslendi:

“Ey çocuk! Biliyor musun baban seni nereye götürüyor?”

“Bir dosta gidiyoruz.”

“Hayır! Baban seni boğazlamak için götürüyor.”

“Babam beni niçin boğazlasın ki?”

“Allah emretmiş.”

“O emretmişse…”

İsmail suskun, baba suskun yürüyorlardı.

Şeytan evinin önünde oturan Hacer’e koştu.

“Ey kadın, kocan İsmail’i nereye götürdü?”

“Bir dosta.”

“Hayır, İsmail’i boğazlamaya götürdü.”

“Hiç İbrahim oğlunu boğazlar mı?  O çok şefkatli ve merhametlidir.”

“Allah emretmiş. Koş oğlunu kurtar.”

“Ey hain! O emretmişse bize onun emrine itaat düşer.”

Hacer, İsmail ve İbrahim. Onlar hiçbir imtihanda kaybetmemişlerdi. Yine kazandılar.

Ve nihayet baba oğul buraya geldiler.

İbrahim İlahî emri, oğlu üzerinde zorla uygulamaya kalkışmadı ve onunla istişareyi tercih etti. Şefkatle, “yavrucuğum!” dedi, “ben rüyamda, seni kurban ettiğimi görüyorum.”

Yaşı küçük olmasına rağmen İsmail, yüklendiği misyonun, taşıdığı değerin farkındaydı.

“Babacığım! Emir olunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın!” (Saffat,102)

İbrahim oğlunu sağ tarafına yatırdı. İsmail’in alnının bir tarafı yere dayandı.

EN SEVİLEN ŞEYLER FEDA EDİLMEDEN…

Hazreti İbrahim bıçağı eline aldı. Güneş ışığında parladı bıçak. Baba çaldı bıçağı oğlunun boynuna, bıçak kesmek şöyle dursun, deriyi bile çizmedi. İbrahim bıçağı taşa çaldı, taş peynir kalıbı gibi bölündü. Gücü yerindeydi, bıçak keskindi.

Öylesine uysal, ceylan yavrusu gibi kızgın kumların üzerinde yatan oğlunun üzerine ikinci kez eğildi ve tekrar çaldı bıçağı. Bıçak yine kesmedi.

Belli ki ateşe “yakma” emrini veren bıçağa da “kesme” diyordu.

O an Hazreti Cebrail’in sesi işitildi.

“Ey İbrahim! Sen sözünü yerine getirdin!”

Bir koç indi semadan, “İsmail’i değil beni kes” dercesine uzattı boynunu.

İbrahim oğlunu yerden kaldırdı, bağrına bastı. Sevinç gözyaşları ile yıkadı sümbül saçlarını.

Rabbimiz İsmail’i kestirmedi, kestirmezdi. Her zaman Allah yolunda can vermeye hazır oluş iradesiydi ortaya konulan.

Baba oğul birlikte göklerden gelen koçu kurban ettiler.

Ve o günden sonra İsmailler kurban olmasın diye kesildi kurbanlar.

“Allah’ın ‘dostum’ dediği Hazreti İbrahim: “Sana en sevdiğim şeyi kurban edeceğim.” dediğine göre, kurbanın içinde “sevgi” vardı, yaşatma arzusu ile yaşama sevdasından vazgeçtiren bir sevgi…

Demek ki en sevilen şeyler feda edilmeden, yeni bir nesil yeni bir diriliş mümkün değildi.

Uzun ve karanlık bir gecede bir meşale yaktı Hazreti İbrahim. Kıyamete kadar hep yanıp duracak bir meşale.

İbrahim, oğlunun elinden tutup Gözyaşı Vadisi’ne doğru yürüdü. Bu, anne, baba ve evladın ailece kazandıkları bir sadakat sınavıydı. Sonrası, sadece Hazreti İbrahim ve ailesi için değil, kıyamete kadar herkes için bayramdı.

5.Bölüm: Makam-ı İbrahim

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin