Bu seriye devam edeceğim ama farklı bir başlangıç yaparak. Şu ana kadar birçok defa gerek Başkan Görmez’in, gerekse Diyanet yetkililerinin ağzından “Diyanet’i ve Başkanı hedef alıyorlar, yıpratmak ve itibarsızlaştırmak istiyorlar” serzenişini duyduk.
Kimler ve neden Diyanet ve Başkanını neden itibarsızlaştırmak istesinler? Bir: itham edenlerin Başkan ve Diyanet’e düşmanlıkları vardır. İki: itham edilenlerin itham edenlere göre yanlışlıkları vardır.
Eğer düşmanlık söz konusu ise zaten yapacak bir şey yok. Düşmanlık seviyesine çıkmış bir anlaşmazlık savaş ile neticelenir. Demek ki ortada bir savaş var ve savaşta taraflar birbirini mağlup etmek için uğraşıyor. Böyle düşünür, böyle bakar ve sonucu beklersiniz. Yok, ikinci alternatif söz konusuysa o zaman bunun adı hedef alma, yıpratma, itibarsızlaştırma olmaz; tenkit olur, daha yaygın kullanımı ile eleştiri olur. Eleştirinin ise en az iki çeşidi vardır; yapıcı ve yıkıcı. Yapılanları yanlış bulup, daha iyi, daha güzel, daha doğruyu tavsiye babındaki eleştiriler, altları dolu ve alternatif önerilerle yapılıyorsa yapıcı kısmına girer, baş tacı yapılır. “Allah senden razı olsun, hiç bu zaviyeden bakmamıştım, teşekkür ederim” cümleleriyle karşılık bulur; ya da “Allah razı olsun ama sen bu eleştiriyi getirirken resmin tam karelerini görememişsin, bu zaviyeden bakış senin eleştirini doğrular ama bu faktör de devreye girince sanırım benim düşüncem ve eylemim daha doğru” gibi cümlelerle dostça müzakerelere girişilir. Yıkıcı eleştiriye gelince, esasta problem olmaması şartıyla usul ve üslup hatasıdır. Fakat onun bir tık ötesi düşmanlıkla neticelenir ve meseleyi yukarıda söylediğimiz savaş ortamına taşır. Bu açıdan eleştirilerde esas ne kadar önemli ise usul ve üslup da o kadar önemlidir.
Diyanet ve Başkan hakkında zaman zaman yazı yazan ve içeriden bir insan olarak şahsen ben, Başkan ve yetkililerin öteden bu yana söyledikleri söz konusu serzenişlerini hiç üzerime almıyorum. Almıyorum çünkü yazdıklarımı düşmanlık hisleri ile savaş kazanmak amacıyla değil yapıcı eleştiri kapsamı içinde görüyorum. Her bir cümlemi hesabını ahirette Allah’a hesap vereceğim şuuru içinde kaleme alıyor, tekrar tekrar okuyorum. Muhatap aldığım kişilerle yine dünyada yüz yüze veya ahirette Rabbimin huzurunda hesaplaşacağım gerçeğini hiç unutmuyorum. Dün yayınlanan ve aşağıda devamını okuyacağınız yazıda dile getirilen eleştiriler de bu kapsamdadır.
KARA PROPAGANDA MI GERÇEKTEN?
Farklı bir giriş dedim. Maksadım, eğer iyi ifade edebildiysem bundan ibarettir. Ne zamandır bunu kaleme almak istiyordum, Başkan’ın Süryani kiliselerinin Diyanet’e devri şayiası üzerinden söylediği “kara propaganda yapılıyor” cümlesi bunları yazamam vesile oldu.
Mülkiyeti gasp konusunda Görmez Başkan’ın yaptığı konuşmayı tahlil ederken “Başkasına ait mülkiyeti gasp etmek İslam’ın reddettiği bir husustur” cümlesine gelmiştik. Doğru mu bu? Cins bir soru ile başlayayım; kime göre, neye göre? Allah ve Resulüne, literatürde nass dediğimiz Kur’an ayetleri, Peygamber hadisleri ve uygulamalarına göre ise, doğru. Bu naslardan hareketle ulemanın ortaya koymuş olduğu İslami ilke, prensip, kaide, kural, kanun, adına ne derseniz deyin teolojik, teorik ve hukuki değerlere göre ise doğru. Bu kaidelerin idarecisi ile idare edileni ile teker teker Müslümanlar tarafından hayata tatbiki kastediliyorsa, doğru değil. Bir önceki yazımda da dediğim gibi seçici tarih okumaları yapmayalım. Müslümanlık tarihinin sadece ve sadece altın dönemlerini nazara verip, diğerlerini es geçmeyelim.
Mesela bugün, Müslüman olduklarından kuşku duymadığımız insanların 15 yıldır başında bulunduğu AKP iktidarının yaptıklarına bakın. 15 Temmuz öncesi ve sonrasında cemaate yönelik operasyonlarda “2,099 Üniversite, lise, ortaokul, ilkokul ve öğrenci yurdu kapatılmıştır. Mülkiyeti vakıf veya derneklere ait olan binalara devlet tarafından el konulmuştur. Aynı şekilde yine cemaate mensup insanlar ait olan toplam 1.289 özel şirkete el konulmuş̧tur”. Şimdi Görmez Başkana kendisinin de şahit olduğu bu manzarayı yeniden hatırlatıp “Başkasına ait mülkiyeti gasp etmek İslam’ın reddettiği bir husustur” tespitini izah etmesini istiyorum. Siyasal İslamcı, Muhafazakâr Müslüman diye kendini tanımlayan iktidarın sahipleri devletin meşru şiddet kullanma gücünü de arkasına alarak yaptıkları el koymanın dinimizdeki adı nedir? Gasp değil midir? Değilse bu eylemi nasıl tanımlıyorsunuz? Dilimizde kullandığımız “devletleştirme, kamulaştırma, el koyma” gibi kavramların yukarıda rakamlarını verdiğim manzara özelinde gasptan ne farkı vardır?
İSLAM REDDEDİYOR, PEKİ SİZ?
Görmez Başkan’ın bu bağlamda akıllarını ikna, vicdanları tatmin, gönülleri razı edecek ve yapılan tatbikatla hak verdirecek bir izahını olacağını sanmıyorum. Madem yok, o zaman gelin basit bir mantık yürüterek bazı ihtimalleri ortaya koyalım.
1-“Başkasına ait mülkiyeti gasp etmek İslam’ın reddettiği bir husustur” ama bizim ret ettiğimiz bir husus değildir.
2-“Başkasına ait mülkiyeti gasp etmek İslam’ın reddettiği bir husustur” ama Cemaat söz konusu olduğunda biz İslam’ın kaide ve kurallarını uygulamıyoruz.
3-“Başkasına ait mülkiyeti gasp etmek İslam’ın reddettiği bir husustur” ama cemaat düşmandır ve onunla savaş halindeyiz. Dolayısıyla savaş hukukunun kuralları geçerlidir. Savaşta mağlup ettiğin düşmanının malları ganimettir. Devletin el koyduğu bu okullar ve şirketler de gasp değil ganimet kategorisine girer.
Devam edebilirim ama yazıyı uzatmak istemiyorum ve Görmez Başkan’a tekrar soruyorum; bu üç alternatif içinde hangisini kabulleniyorsunuz? Siz cevabınızı düşünedurun ben cevap vereyim; her üçü de var Sayın Başkan. Delil mi istiyorsunuz? İstanbul Çamlıca’da Ali Kervancı’ya ait evin müftülük lojmanı yapılması. Mülk başkasına yani Ali Kervancı’ya ait. Devlet o malı uydurma gerekçelerle gasp ediyor, Diyanet’e veriyor, siz de müftülük lojmanı yapıyorsunuz. Tebessüm ediyorum Görmez Başkan bu satırları yazarken; sadece tebessüm ve içimden iyi ki ahiret var, hesap var, mizan var, kul hakkı var, hesaplaşma var, cennet var, cehennem var diyorum. Bu tebessümün içinde acı, üzüntü, keder, ıstırap, hüzün gizli. Siz anladınız onun ne demek olduğunu fakat anlamayanlar için kilit bir ipucu vereyim; tebessüm ahirete, haşre, mizana, hesaplaşmaya bakıyor; acı, üzüntü, keder, ıstırap ve hüzün ise dünyaya.
İSLAM DÜNYASININ YAŞADIĞI MEDENİYET KRİZİ BU
Sayın Başkan; müsaadeniz olursa size bir-iki noktayı hatırlatmak istiyorum.
Bir: Sizin de tanıdığınızı düşündüğüm bir arkadaşımın tespitiyle aktarayım: Cemaat sizin için “ötekileştirdiğiniz bir öteki” olmuş durumda. Bir taraftan Müslümanlar olarak itikadi zihniyetimizin, birlik-beraberlik, kardeşlik-dostluğumuzun en temel dinamiği olan ”ehl-i kıble tekfir edilemez” diyeceksiniz, öbür taraftan ceza hukuku değil savaş hukuku kurallarını bile aşan ölçüde Cemaate yapılan her türlü zulmü, işkenceyi, karakter suikastını, gasbı meşru gören bir suskunluk hatta daha da ötesi bütün bunlara cevaz veren bir tutum içinde bulunacaksınız. Bu bir iman sorunudur Görmez Başkan. Bu bir ahlak krizidir. Bu bugün itibariyle İslam dünyasının birçok yerinde gördüğümüz bir medeniyet krizidir. Aynaya bu zaviyeden bakmanızı acizane tavsiye ederim.
İki: En masum insanlar otorite karşısında şahsiyet ve karakter değişikliğine maruz kalabilir. Bir de kaybetmek istemedikleri statükoları varsa, “uydum kalabalığa” deyip her şeyini otoritenin eline teslim edebilir. Literatürde bunlara ”mankurt” deniliyor. Devlet otoritesi karşısında inandığı esasları, kuralları, kaideleri, ilkeleri, prensipleri bir kenara bırakarak şahsiyeti, kişiliği, karakteri hatta kimliğini kaybetmiş mankurtlar. Aynaya bu zaviyeden de bakmanızı acizane tavsiye ederim.
Üç: Mutlak otorite sizin de bildiğiniz ve inandığınız gibi İslam’da Allah’a aittir. Onun otoritesini eğer bir şahsa devrederseniz, ardından onun ağzından çıkan her şeyi emir kabul eder, “vardır bir bildiği” ve “vardır bir hikmeti” derseniz, ona muhalefeti ahlaksızlık, anarşi, isyan sayar ve Thomas Hobbes’in Leviathan’ını hortlatmış olursunuz. Nietzsche’nin ‘Böyle Buyurdu Zerdüşt: Herkes ve Hiç kimse için Bir Kitap’ adli eserinde dediği gibi, o şahsı veya o şahsın özelinde devleti soğuk mu soğuk, önüne her geleni ezen, parçalayan, yok eden bir canavar haline getirirsiniz. Ben bu zaviyeden bakınca sizin şu son 3-4 yılda oynamış olduğunuz rolün HSYK’dan, AYM’den, MİT’ten, Ordu’dan, Emniyet’ten ve sayısını bilmediğim bakanlıklardan daha önde olduğunu görüyorum. Çünkü yüzde 99’u Müslüman ve bunun yüzde 50’sinin iktidar partisinin oy deposu olduğu bir ülkede sizin söyleminiz, eyleminiz, duruşunuz hatta suskunluğunuz bile o canavar devlet için meşruiyet zemini oluşturuyor. Aynaya bir de bu zaviyeden bakmayı ihmal etmeyin.
BEN HAKKIMI HELAL ETMEYECEĞİM
Evet, Başkan dost acı söyler. Keşke bunları “dünyada iken ve şimdi” yüzüne söyleyebilsem. “Dünyada iken” diyorum çekineceğim bir şey yok. Örneklerim var, gerekçelerim var, niyetim de alabildiğine halis. Dolayısıyla yapıcı eleştiri. “Şimdi” diyorum, çünkü yarın çok geç olabilir. Bir muhalif rüzgâr eser, devran döner, ülkemize hukuk, adalet, vicdan, insaf yeniden avdet ederse, o zaman göstereceğiniz pişmanlık bir fayda etmez. O zaman belki helallik pesinde koşarsınız. Sayıları yüz binleri bulan mağdurlar, masumlar, mazlumlar haklarını helal eder mi bilemem. Ben etmeyeceğim.
Sayın Başkan dünyada olmadı diyelim bu yüzleşmemiz; ahirette Allah’ın huzurunda bu yazımdan dolayı eğer davacı olursanız hesaplaşırız. Olmadınız diyelim, en azından emri bi’l maruf, nehy-i ani’l münker vazifemi yapmıştım Allah’ım derim.
O konuşmanızın sonunda insan vurgu yapan, dini, mezhebi, meşrebi kimliği ikinci sıraya alan yaklaşımınızın her cümlesine, her kelimesine, her hecesine ve her harfine imzamı koyuyorum. Ah aynalar! Siz ne zaman bize bizi göstereceksiniz!